— Ben sadece bizim olan bir şeyin bize geri verilmesini istiyorum. Çocuklara ait olan bir arazi nasıl oluyor da bir gecede çok uluslu bir şirkete devrediliyor. Kimlerin parmağı var bu işte? Ne tür çıkar ilişkileri var ki, fikirler çarçabuk değişip yeni bir kararname çıkabiliyor?
— Hakkınızı yasal yollardan aramayı denediniz mi peki?
— Bir saniye… Şu anda da yasa dışı bir şey yapmıyorum.
— Hayır, yani, yargı yoluna başvurdunuz mu?
— Elbette, elbette. Bir yerlerde tozlanmakta olan bir dosyamız var. Ama biz karşımızdakiler kadar güçlü değiliz. Hakkımızı savunmak için onlar gibi bir avukatlar ordusu tutamayız. Varsayalım ki, bir mucize oldu ve sonunda biz kazandık. Peki ne zaman olacak bu mucize? Bu ülkede adalet mekanizması çok yavaş işliyor. Gecikmiş adalet, adaletsizliğin ta kendisidir. Buldozerler araziye dayandı bile. Haklıysak, haklı olduğumuz ne zaman kabul edilecek, ne zaman, ne zaman? Ütopya denen bu çirkinlik grubu Boğaz’ın tepesini ele geçirdikten sonra mı? Herkesi de hayır demeye çağırıyorum. İlgiye muhtaç çocuklar için, yüreğinde biraz sevgi taşıyan herkesi, çevrenin, İstanbul’un, böyle korkunç bir hızla yozlaşmasından yakınıp duran herkesi, yeşil kıyımına karşı olduğunu söyleyen herkesi, yarınlardan yana kaygı duyan herkesi, herkesi! Artık çıksınlar kabuklarından, susmasınlar, seslerini yükseltsinler, hayır desinler! Ütopya’ya, böyle çılgınca ütopyalara hayır desinler! Çünkü bu insanlar, sırf çocuklarımızın geleceğini değil, hepimizin soluduğu havayı çalıyorlar.
— Eyleme devam edecek misiniz?
— Elbette ki!
Yukarıdaki kısa basın açıklaması, özellikle 80’lerde doğmuş genç erkeklerin nefretini, dünyanın en güzel ve karizmatik kadınlarıyla birlikte olmak suretiyle mütemadiyen kazanan Süper Baba’nın küçüklük aşkı İpek’e aittir. Hatırlayanlar vardır; kimsesiz çocuklar için tahsis edilmiş bir vakıf arazisi, Ütopya adlı devasa bir otel/alışveriş kompleksi yapılmak üzere büyük bir holdinge peşkeş çekilmeye çalışılır ve erkek milleti olarak uzunca bir süre bir kaşık suda boğmak istediğimiz Süper Baba’nın İpek’i, bu proje karşısında tek başına “direnir”.
Yaklaşık yirmi yıllık dizinin, yukarıdaki basın açıklaması sahnesini de barındıran bölümü bir yerlerden tanıdık geliyor, değil mi? Otel, alışveriş merkezi, yeşil, talan, çılgın proje, çevre… Bölümle ilgili tanıdık gelen şeyler, konunun özüyle (sermaye-siyaset ilişkisi, yargının ataleti, yasaların çiğnenmesi), günümüz paralellikleriyle (üçüncü köprü, Topçu Kışlası, üçüncü havaalanı, vs.) sınırlı değil. İpek, otel inşaatını yapmak isteyen holdingin önünde “durma” eylemi yaparken, ATV bina önünden canlı yayındadır. ATV Haber Merkezi’ndeki spiker, bina önünden canlı yayına geçilmeden hemen önce, haberin duyurusunu şu şekilde yapar:
“Şimdi de görevden dönen ekibimizin yakaladığı sıra dışı bir görüntüyü sunuyoruz. Son günlerde tanık olduğumuz protesto eylemlerine ilginç bir yenisi eklendi. Gördüğünüz gibi, inatçı genç bayan, Ütopya’ya hayır, diyor. Ütopya, büyük bir şirket tarafından Boğaz sırtlarına yapılmak istenen dev bir otel, alışveriş ve eğlence merkezi kompleksinin adı.”
Bina önündeki kalabalıkla birlikte, spikerin heyecanı ve ciddiyeti de artmaktadır:
“Gerçekten inanılması güç bir olay, sevgili seyirciler. Bir kişinin, tek bir kadının başlattığı küçük bir protesto gösterisi, genişleyip şaşırtıcı boyutlara ulaştı. İnsanlar şehrin dört bir yanından akın akın geliyor, kalabalık adeta bir çığ gibi büyüyor.”
Gezi Eylemleri’nin başından bu yana, izleyicilerini (ya da en azından bir kısmını) en çok hayal kırıklığına uğratan kanallardan biri NTV oldu. Herkes, NTV’nin hatalarından dönmesini sabırla, sebatla bekledi durdu; beklenense bir türlü gerçekleşmedi. Penguenler, kağıt paralar NTV binasının önünde uçuştu protesto gösterilerinde, kameraya sallandılar el birliğiyle; olmadı, gene olmadı. Milli basketbolcu Cenk Akyol’un NTV protestosu yaşandı; olmadı, gene olmadı. Olan ise Cenk Akyol’a oldu… Bu sürecin NTV açısından yıldızı ise, Süper Baba’nın ilgili bölümündeki haber anonsunu yapan genç Oğuz Haksever idi.
Süper Baba’nın sıcaklığı, içten senaryosu, şusu busu bir yana; hafızalarımıza kazınma nedenlerinden en önemlisi, elbette ki kusursuz oyunculuklarıydı. İlgili 94. bölümün bugün bile unutulmaz olmasına katkıda bulunanlardan Oğuz Haksever, rol kesme konusunda, birlikte rol aldığı büyük oyunculara taş çıkartıyor, “objektif haberci” rolünü layıkıyla yerine getiriyordu.
İnsanın rol yapması, kendisi olmasından çoğunlukla daha kolay ve pratiktir. Gezi direnişinin başından itibaren ‘karşı’ tavrını ortaya koyan haberci Oğuz Haksever ve temsil ettikleri, bol miktarda yorum ve yazıya konu oldu; polis şiddetini aklama girişimleri, beğenilmeyen konuk yorumlarının zaman zaman kaba üsluplarla yarıda kesilivermesi, dış basına habercilik dersleri verilmesi, “Sen kendine bak be, pis!” çıkışları, gibi. Allah başımızdan eksik etmesin diyeceğim; ama sonra yanlış anlayıp copla başımıza başımıza vuruyorlar, biber gazı fişeklerini başımıza başımıza sıkıyorlar; eskinin Toplum Polisi, 1982’nin “Çevik” polisinin şiddet dolu bir Gezi Parkı saldırısına canlı yayında, “Polis Gezi Parkı’na girmedi, orada ateş var ve birileri de o ateşi besliyor” efsanevi repliğiyle sahip çıkan Oğuz Hak-sever, bu kez kendisi mi oluyordu, yoksa gene bambaşka bir senaryo için ‘rol mü kesiyordu’, bilemiyoruz…
Moda deyişle; “neyimiz eksik ki”! 5 ölü, 11 kör, 5 bin gözaltı, 10 bin yaralı… Demokratik taleplere can feda denmişti ya; evet, demokratik taleplere beş can feda ettik tam da buyrulduğu üzere… Aradan yirmi sene geçmiş; senaryo aynı, oyuncu aynı; söz, Oğuz Haksever ile Yorum Farkı’nda.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane