Takvimde sıradan görünen bir gündür 28 Temmuz. Birçoklarının hayatında pek bir şey ifade etmese de, yaşamları değiştirmiş iki bestecinin öldüğü gündür. Antonio Vivaldi’nin 1741’deki olmasa da, Johann Sebastian Bach’ın 1750’deki ölümüyle bir dönem kapanır, başka bir çağ açılır. Günümüzdeki ünleri ne olursa olsun, kızıl saçlı rahiple, müzisyen bir geleneğin ürettiği Alman harikasının yer yer iç içe giren öyküsü, sadece müziğin değil kültür tarihinin yapıtaşlarını özetliyor.
Bir önceki yüzyılın kilometretaşlarından Stravinsky’nin aynı konçertoyu yüzlerce kez tekrar ettiğini söylediği Vivaldi, tıpkı Bach gibi unutulacak, 1920’lerde mahzenlerde doğacaktı. BBC’de yayınlanan bir belgeselde Beatles’a benzetilecek Bach ise sıradan bir besteci olarak kabul edilirken tesadüfen adımını attığı Leipzig’de ürettikleriyle bir anda sabun köpüğü misali ünlenecek, ancak bir sonraki yüzyılda bir gün Mendelssohn kasaba gidinceye kadar gölgede kalacaktı. Yine Mendelssohn, Bach üzerine yaptığı araştırmalarda, Alman dahinin İtalyan rahibin birçok eserini uyarladığını fark edecekti.
1678’de vakt-i zamanında berberlik yapmış, kızıl saçlı kemancı Giovanni Battista Vivaldi’nin oğlu olarak Venedik’te doğan küçük Antonio’nun nefesli çalgıları üflemesine mani olan astımı, bir enstrüman üzerindeki virtüözitesini katlarken belki de onu başka bir yola sürüklüyordu. 25 yaşında papaz olan bestecinin lakabı çoktan hazırdı: Kızıl rahip.
Prenslerden Papa 13. Benedikt’e, kapısını aşındıranların sayısı yıllar içinde çok artmıştı. Fransız Kralı 15. Louis’ye düğün hediyesi olarak Gloria e Imeneo kantatını hediye eden Vivaldi, İmparator 6. Charles’ı o kadar etkilemişti ki 1728’de bir sonraki durağı son nefesini vereceği Viyana olmuş, sayısız besteye rağmen imparatorun ölümünden sonra malî zorluklar yaşayan besteci beş parasız ölmüştü.
İtalyan bestecinin Stephansdom’daki cenaze töreninde şarkı söyleyen küçük Haydn, büyüyünce besteci olacak, Vivaldi ise unutulup gidecekti. 1926’da yeniden keşfedildiğinde, neredeyse hatırlayan yoktu. Cenova Kontu Giacomo Durazzo’nun topladığı folyolar, 300 konçerto, 18 opera, 100’ün üzerinde arya ve diğer eserin tekrar doğmasını sağlamıştı.
Sayısız müzisyenin çıktığı Bach ailesinin sıradan bir ferdi olan Johann Sebastian ise 1685’te gözlerini açmıştı dünyaya. Almanya’nın dört bir köşesini arşınlasa da, Leipzig’de Thomas Kilisesi’nin müzik sorumlusu Johann Kuhnau’nun ansız ölümü üzerine şehir tercihini yapmıştı. Leipzig’i bırakıp zengin liman kentine giden Telemann’ın emrinde beş katedral, bir de opera binası vardı. Kibarca kendisine yapılan teklifi reddeden besteciden sonra sıra Graupner’e gelmişti. Onun prensinden alamadığı izin, müziğin Tanrı’sını doğuracaktı. Bir şehir meclisi üyesinin “Bazen paranızın alabileceğinin en iyisini alamazsınız. Yetinebileceğinizin en iyisini alırsınız” dediği Bach, Leipzig’e adım atıyordu. Protestan ahlâkıyla Tanrı’ya adanmış üretim dolu bir hayat, birçok bestecinin kaleminden çıksa başyapıt olarak nitelendirilecek sayısız eserin altına imza atıyor, sonra unutulup gidiyordu.
Almancada “dere” demek olan Bach, Mendelssohn ile günışığına çıktığı günden beri manşetlerde. Eserlerinin bilimadamları ve matematikçiler üzerinde bu kadar güçlü bir çekimi olması bir rastlantıdan ibaret olmasa gerek. Müziğin kusursuzluğunun ötesinde, içindeki ‘tanrısallık’ bugün bile çözülemiyor.
O öldüğü gün, aslında Barok ölmüştü. Çok etkilendiği “Rolling Stones” Vivaldi’ye gelince, her ne kadar neşeli konçertoların adamı olarak bilinse de, hüzünle kaplanmış bir hayatta, belki de hissetmediğini üretti durdu. Yaşamı boyunca çektiği çilesini Stabat Mater’inde duyduğumuz gözyaşlarını kemanına akıtacaktı. İmparatorların, topraklarının yarısını keman çalarken dinlemek için feda edeceğini söylediği tek oyuncağına…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane