bütün toplardan daha büyük turuncu topu elime geçirip potaya fırlattığımda yaşım 11’di. o zamanın topları yekpâre turuncuydu. mavi-kırmızı-beyaz dilimli topa yılda bir filan rastlardım. okulun spor salonunda öğrencilere verilen lacivert ya da yeşil eskimiş toplar da et gibiydi, onları toptan saymazdım.
potalara gelince… panyalar genellikle demir sacından, şansımız varsa tahtadan; çemberler ince ve eğri-büğrü; değecek kadar sıçrayabilenler asılmadan duramıyor çünkü! cam potaların hepsi salonlara kilitlenmişti ve isteyen istediği vakit giremiyordu. ortada açık saha filan da yoktu. öğrencisi dağılmış okulların bahçelerinde bekçilerden kaça kaça oynamaya çabalıyorduk… bir basket maçı düşünün: her an bitebilir!
bekçilerin basketle hiç bir ilgileri yoktu. ama oynanan maç için fors majör olduklarını bilirlerdi; bence sırf bu yüzden oyunun ırzına geçerlerdi. okulun bekçisi, fakat öğrencilere posta koyuyor! ne öğretmen, ne de öğrenci olan bu tiplerin okullarda ne işi olduğunu anlamıyordum. bir bok öğretmiyor, basket sahasını boş tutuyor ve para alıyor! zaman içinde hadiseye uyandım: bekçiler okul polisiydi. kötüleri boldu. onları hiç sevmedim. davanın başlangıcı da budur işte: yok yere bizim tek pota maçların içine sıçıp durmaları…
neyse işte, kaçıyor, sonra yine geliyor, kaldığımız yerden maça devam ediyorduk. böylece, günlerce süren maçlarımız oluyordu. yani meselâ, tek maçlık bir seri düşünün, pazartesiden cumaya beş gün oynuyorsunuz. her basket tek sayı. skor 384-369 filan! sonra pazartesiye yeni maç… o da üç günlük bir seri olsun. bu kez 188-186. tek pota maçlar tek farkla bitmezdi. bizimkiler bekçi geldiğinde de bitmezdi. devre olurdu sadece. ne zaman devam edeceği belli değildi, o kadar. yoksa, devam edeceği kesindi. bir basket maçı düşünün: istediğiniz kadar sürebilir!
…
o kadar çok kaybetmişimdir ve kazanmışımdır ki, bir zaman nihayet, amacın yenmek olmadığına uyanmışımdır. kazanmak bu işin sadece bir parçasıydı ve şart değildi. yenilince basketbol uçup gitmez elinizden. maç kaybedilmiştir, hepsi bu… topla pota ordadır hâlâ. ayrıca siz hiç, yıllarca basket oynayıp da maç kazanmamış birini tanıyor musunuz? ben bilmiyorum. varsa da herhalde bunun bir ayrıcalık olduğunun farkındadır, kıymetini de biliyordur. onunla tanışmak isterim ve herhalde onu john stockton kadar severim.
tezim şudur: kaybetmenin tadını almadan, basketin tadını alamazsınız. kaybetmek, basketbolla birlikte insan hayatındaki birçok faaliyeti içinde barındıran gayet geniş bir kavrayıştır; ve hemen her konuda, kazanmaya anlam kazandıran durumdur. evet, karışık ve çelişkili. ama gizemi burada zaten ve gizem güzelliktir, hele ki bu kadar yalınsa… baskete dönersek; basketin gizemi sonuç değildir, o belli zaten. biri kazanacak, diğeri kaybedecek. gizem, maçta kimin ne bok yiyeceğidir… nasıl kazanıp kaybedileceği… kim yoruluyor? kim hırslı? hanginiz sinirli? hanginiz yalancı ve sinsi? kimler göt, kimler topçu? kim takım bilincine sahip ve kim bencil puştun teki?
basket sâyesinde çok insan tanıdım. kendimi de tanıdım. pas vermeyen adam, bir gün seni yolda bırakabilir. çabuk kızan tipin berbat bir günlük hayatı vardır. sâkin oynayan, herşeyi izliyordur, yahut aklı başka yerdedir. aklı hep potada olansa daha işi çözememiştir. kimi skoru hileli tutar, kimine rüzgarın değse ”faul” diye öter. bu sikkafalar her attığını soksa ne yazar…
başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız, der turgut uyar.
yazmak üstüne demiştir ya, bence baskete de uyar.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane