Gökyüzünden tehlike de iyilik de beklemeden yaşamanın mümkün olduğu şehirlerde, basketbol ne ile yaşar? Science City Jena ile ratiopharm Ulm’ün, Björn Harmsen ile Thorsten Leibenath’ın ortaklaştıkları bir hikâye anlatmaya çalışırken yukarıya bir yere bu soruyu iliştirmiştim.1 Bu soruyu düşünmeye değer bulmuş olanlarınızın, geçen hafta Manuel Baraniak imzasıyla basketball.de’de yayınlanan Harmsen röportajını da ilginç bulabileceğini düşündüm ve hem haber vermek hem de tadımlık olarak birkaç soru-cevap çevirmek üzere buraya geldim. Buyrunuz…
Şubat ortasında Bamberg önünde 85-68 kazanarak hiç şüphesiz büyük bir gövde gösterisi yaptınız… Bu maçın ardından rakibinizin koçu Andrea Trinchieri’nin görevine son verildi. Şahsen, konuya basketbol açısından yaklaştığımda, geçtiğimiz üç yıl içinde Bamberg basketbolunu yakından izlemiş biri olarak böyle bir antrenörün ligden ayrılmasını çok üzücü buluyorum.
Şu kadarını söyleyebilirim ki, Trinchieri lig üzerinde olağanüstü bir etki bıraktı. Alman basketbolunun aşağı yukarı son 15 yılında gözlenen hücum alışkanlıklarına baktığımda, bu süreçte tarihsel olarak iki kırılma yaşandığına inanıyorum: Birincisi, Luka Pavicevic’in 2007 yılında Almanya Ligi’ne gelmesiydi. Bundan önce pick-and-roll, yalnızca ve yalnızca, uzun oyuncunun perdesinden çıkan kısa oyuncunun şut atması anlamına gelirdi. Bilhassa da şut saati sıfıra yaklaşmaktayken. Pavicevic’le birlikte PnR, ligdeki koçların hücumdaki temel tercihlerinden birine dönüştü ve sonuçta her takımın iyi bir alan paylaşımı ve spacing ortaya koyabildiğini görür olduk. Pavicevic lige taktik yaklaşım bakımından çok şey kattı; birçok takımın onun playbook’undan en az birkaç oyunu alıp uyguladığını kolaylıkla fark edebilirdiniz.
Aynı şey Trinchieri için de geçerli. Onun lige geldiği günlerde de herkes oyunu belirli bir şekilde oynuyor sayılırdı. Trinchieri ise Almanya’ya beraberinde tamamen farklı, yepyeni ilkeler getirmişti. Ve bugüne gelindiğinde bu ilkeler, tüm takımların oyun planına bir şekilde eklemlenmiş vaziyette. Oyunun hücum tarafına baktığımızda, Pavicevic ve Trinchieri’nin son yıllarda bu lige en şiddetli biçimde tesir eden iki koç olduğunu söyleyebiliriz. Savunma tarafında ise, agresifliğe dayanan felsefesiyle kural koyucu isim Svetislav Pesic olmuştur. 2011’de onu Valencia’da çalışırken ziyaret etme imkânı bulmuştum.
Daha önce söyleşi yaptığım iki BBL koçundan, Almanya’da savunmacı uzuna “back screen” yapılan bir pick-and-roll oyununu ilk kez sizin takımlarınızda gördüklerini duymuştum – biri bu oyunu sizin çalıştırdığınız Mitteldeutscher BC’de gördüğünü anımsıyordu, diğeri de Gießen’deyken bunu oynattığınızı söylemişti. Şimdilerde İspanya milli takımını anıştıracak şekilde “Spain PnR” diye adlandırılan bu oyunu Sergio Scariolo’nun çalıştırdığı takımlara yaptığınız ziyaretler sırasında mı keşfettiniz?
Hayır. Genç bir antrenörken, 300 avro maaş aldığım günlerde öğrendiğim şeylerden biri de buydu. Her ay 150 avroyu kiraya ayırmak zorundaydım ve haliyle yaşam standartlarım bugüne göre epeyce aşağıdaydı. O zamanlar evde eğitim gören bir çocuk gibiydim ve her şeyi kendi başıma öğrenmeye karar vermiştim. Eğer imkânım varsa gidip birkaç antrenman seyrediyordum. Ya da evde oturup elime geçirebildiğim videoları izliyordum. Tam olarak nasıl becerdiğimi hatırlamıyorum ama bir şekilde Euroleague maçlarının görüntülerini DVD formatında edinebilmiştim. Bildiğim kadarıyla Avrupa’da Back-Screen PnR –izninizle ben böyle adlandıracağım– oynatan ilk koç Zeljko Obradovic’ti. Panathinaikos’u çalıştırdığı günlerde olmalı. Öyle çok sık değil, arada sırada. Gerektiği zaman.
Hâlâ çok fazla maç seyrediyorum. BBL maçlarını seyretmektense, diğer liglerde oynanan basketbolu takip etmeye çalışıyorum – ağırlıklı olarak Euroleague, EuroCup ve ACB. Türkiye Ligi’ni de ilgiye değer buluyorum. Bu ligleri izledikçe gözüme ilginç şeyler takılıyor. Maç seyretmek benim için bizatihi bir yaratım süreci demek ve bu aynı zamanda bana inanılmaz derecede keyif veren bir süreç. Maç bittikten sonra oturup kafa yormaya başlıyorum, düşünceler üretiyorum. Bu fikirlerin nereden çıktığı önemsiz, sonunda hepsi aynı yere gidiyor… Kendi takımıma.
Back-Screen PnR meselesinde de durum böyle gelişmişti. Ben bu oyunu kullanmaya karar verdiğimde, Bundesliga’da daha önce görülmemiş bir şey olduğu doğru. Dediğim gibi, ben de tesadüfen, bir antrenmanda ya da nereden geldiği belirsiz bir DVD’de rastlamıştım bu oyuna. Ve gördüğümde şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Böyle bir şey nasıl mümkün oldu, az önce ne yaptılar öyle!” Sonra MBC’de bunu oynamaya karar verdik ama kullandığımız başka bir sete uyarlamak kaydıyla… Tabii ki başlarda kimse bunu nasıl savunacağını bilemedi. Hatırlıyorum da bir keresinde, Hagen deplasmanında, hücumlarımızın yaklaşık yüzde altmışını oluşturmuştu bu set. O sene kadromuzda beş numara olarak CSKA Moskova’dan transfer ettiğimiz Anatoliy Kaşirov vardı. Bu oyunu oynarken Wayne Bernard’ı, Radenko Pilcevic’i ve oyun kurucu olarak da Giorgi Gamqrelidze’yi kullandığımızı hatırlıyorum. Sürekli olarak savunmanın arkasında bomboş koridorlar buluyorduk, savunması o kadar zor bir hücumdu ki o günlerde. Şimdiyse bunu herkes oynuyor. Ve hemen hemen herkes de kolaylıkla savunabiliyor.
Obradovic’in bu oyunu kullandığını ilk kez nerede gördüğünüzü hatırlayamıyor musunuz?
2009 olabilir, Panathinaikos’la Berlin’de Euroleague şampiyonluğuna ulaştığı sene. Obradovic o günlerde Avrupa’daki en iyi koçtu. Hiç şüphesiz. En büyük başarıları da o kazanmıştı.
Bir keresinde Xavi Pascual ile de bu konuda laflamıştık. Geçtiğimiz yaz ilk kez B lisansı seviyesinde bir antrenörlük kursuna nezaret ederken de benzer saiklerle hareket etmiştim: Oturup meseleye kafa patlatmalısın, yaratıcı olmaya çalışmalısın. Akılsızca bir yerlerden bir şeyler taklit etmekle yetinemezsin. Çevrene birilerini toplamak ve birlikte düşünceler üretmek. Bence kendini geliştirmek isteyen bir koçun yapabileceği en mantıklı şey bu.
Obradovic’te beni her defasında büyüleyen şey şudur: Bir yandan düşünceleri bu kadar tutarlıyken, diğer yandan her şeyi topyekûn değiştirme iradesi gösterebilmesi. Bence başarısını da buna borçlu. Tabii ki çoğu zaman olağanüstü bütçelerle çalışacak kadar şanslıydı. Bahsettiğim yıllarda ya da biraz daha öncesinde, 2007 sıraları, üç guardla oynadığı bir Panathinaikos takımı vardı mesela: Vassilis Spanoulis, Dimitris Diamantidis ve Sarunas Jasikevicius. Takımda üç numara yoktu ve bu üç guard yalnızca pick-and-roll oynuyordu. Tabii ki bu oyunun gördüğü en muhteşem PnR silahlarını savunmak neredeyse imkânsızdı. Derken Fenerbahçe’de geçen sezon Jan Vesely ve Ekpe Udoh gibi iki uzunu birlikte oynatmaya karar verdi. Böylelikle her şeyi ters yüz etti ve herkes için çözülmesi gereken yeni problemler yarattı. Bunu çok etkileyici buluyorum.
Pesic, Scariolo ve Pascual gibi koçların takımlarını ziyaret ettiğinizden ve bunun size sağladığı faydalardan bahsetmiştiniz. Obradovic’ten böyle bir davet almak için bir şeyler yapmayı denediniz mi?
Hayır, henüz değil. Ama böyle bir şeyi çok isterdim. Verdiği kliniklerin birçoğunu izledim ve Atina’dakilerden birine katılma niyetim de vardı. Ama sonunda gerçekleşmedi.
Ve dürüst olmak gerekirse, süregelen siyasi durum sebebiyle, Türkiye’ye seyahat etme noktasına geleceğime pek ihtimal vermiyorum. Orada olabilecek herhangi bir şeyden korktuğumdan değil, bu daha ziyade kişisel önceliklerle ilgili bir konu. Hatta bir antrenör olarak, çok iyi bir teklif alsam dahi, siyasi iktidarla aynı fikirde olmadığım bir ülkede çalışmaya gidip gitmeyeceğimi de bilmiyorum.
Back-Screen PnR konusuna dönecek olursak; bu oyunun son iki üç yıl içinde bir tür “rönesans” yaşamasını nasıl açıklarsınız?
Trinchieri sayesinde. Taktik açıdan olağanüstü bir koç… Bu tür şeyleri bir şekilde keşfederse, hemen kullanmanın bir yolunu bulur. Savunmaya zorluklar çıkaran, savunma tarafından reaksiyon gösterilmesi zor yeni silahlar bulmayı sever. Ve oyuncularının bu tür oyunlarda mükemmeliyete ulaşmasını ve böylelikle bu oyunları farklı senaryolarda uygulanabilir kılmayı çok önemser. Onun sayesinde Back-Screen PnR da lige geri dönmüş oldu.
Yalnızca bu da değil, Bamberg’de iki kısa oyuncunun direkt pick-and-roll oynadığını da çok sık gördük. Hatırlayın, Brad Wanamaker ya da Janis Strelnieks topla gelen oyuncu olurdu. Darius Miller ya da Fabien Causeur ise top tarafına perde yapmaya gelirdi. Wanamaker gibi potaya çok agresif bir biçimde gidebilen bir guard söz konusuyken, rakip takımın çok hızlı tepki vermesi gerekiyordu. Burada perdeyi yapan oyuncunun da çok iyi bir şutör olduğunu unutmayın. Böyle bir oyuna hazırlıklı olsanız dahi, sahada doğru bir şekilde adam değişebilmeniz için müthiş derecede iyi iletişim kuran oyunculara sahip olmanız gerekir.
Bu iki oyunun Almanya Ligi’nde son dönemde revaçta olmasını, Trinchieri’nin bunları mükemmele yakın bir uygulamayla bize yeniden sunmasına bağlıyorum. Her iki oyunu da neredeyse tüm takımlar sahiplenmiş durumda. Bahsettiğim türden Kısa/Kısa PnR aksiyonlarına maçların yüzde doksanında rastlıyoruz, öyle değil mi?
ACB ve Euroleague maçlarını izlemeyi tercih ettiğinizi söylediniz. Bir koç olarak bu maçlar dışında nelerden ilham alıyorsunuz? Bu etkilenim sürecini nasıl tarif edersiniz?
Takvimimizde üst üste iki pazar maçı varsa eğer, pazartesi günü bir sonraki rakibimizle alakadar olmam. Pazartesi sabahı ilk iş olarak Euroleague.TV’ye giriş yaparım ve kahvaltımın yanına açacak bir maç seçerim. Sonrasında da Euroleague maçlarını dolaşmaya devam ederim. Elbette dikkate değer bulduğum takımların maçlarını önceliklendiririm; yani en başta Panathinaikos, CSKA Moskova, Fenerbahçe, Real Madrid ve bu sezon aralarına katılan Zalgiris Kaunas maçlarına göz atarım. Bu başlı başına yaratıcı sürecime dâhil olan bir deneyimdir. Yaptığım şey kesinlikle şu değil; gördüğüm bir oyunu bire bir çizip de bunu takımıma nasıl oynatabileceğimi düşünmeye başlamıyorum. Ama beni yaratıcı olarak uyaran ve zihnimde bir kıvılcım çakmaya muktedir şeyler görebiliyorum ekranda. Sonra tüm bu süreçten çıkardıklarımı bir yere karalıyorum ve bu notlar da bir sonraki maç için hazırlık sürecime doğrudan ekleniyorlar. Benim rutinim aşağı yukarı böyledir.
Bu anlamda Xavi Pascual ile aynı aileden geldiğim düşünülebilir. Onun yöntemlerini çok ilginç buluyorum. Basketbol dünyasında “nerd” sözcüğünü üstüne en çok yakıştıranlardan biri o. Oyun çeşitliliği bakımından ne kadar yaratıcı olduğunu, taktik zekâsını kelimelere dökmek imkânsız. Akıl alır gibi değil. Tam da bu yüzden Panathinaikos’a bir gün mutlaka gitmeliyim diye düşünmüştüm. Ve onu işinin başında izleme fırsatını bulduğum için çok şanslıyım. Sahada gördükleriniz ne kadar büyüleyici olursa olsun, her şeyi bir de antrenman sahasında, çıplak gözle izlediğinizde Pascual’e duyduğunuz hayranlık artıyor.
Avrupa kupalarında yer almayan Jena gibi bir takımda çalışırken, her maç öncesinde hazırlanmak için uzunca bir süreniz oluyor. Maçlar ve seyahatlerden antrenman yapmaya fazla vakit bulamayacağınız bir takımda, daha yoğun bir maç temposunda çalışmak sizin rutininizi nasıl etkilerdi?
Bu konuda kesin konuşamam, çünkü bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Kariyerime başladığım günlerde sürekli olarak içimden “sonraki hedefim şu, ondan sonra da şu seviyeye çıkmak istiyorum” diye geçirirdim. Her şeyden önce Jena’yla küme yükselmeyi, birinci lig antrenörü olmayı istiyordum. Ve günün birinde, mümkün olduğunda da bir Euroleague antrenörü olmayı… Sonra bir noktada, belki geçirdiğim hastalığın2 da etkisiyle, şöyle demeye başladım: Şu anda yaptığım şey neyse ondan keyif almaya çalışacağım. Birinci ligde 18 tane koç koltuğu var ve bunlardan birinde ben oturuyorum. Ve bu yüzden de çok ama çok mutluyum.
Her koç mümkün olan en iyi oyuncularla çalışmayı arzu eder. Haliyle. Bu işten en çok keyif almanın yolu budur. Oyuncular da mümkün olan en iyi koçlarla çalışmak, mümkün olan en iyi oyuncularla birlikte oynamak isterler. Zira bunun onları farklı bir irtifaya çekeceğini bilirler. Bu yüzden bir gün uluslararası yarışmada yer alan bir koç olmayı arzulamadığımı söylersem yalan olur. Yolun sonunda beni bekleyen şey buysa, “pekâlâ, yolun sonu buraya çıktı” derim. Başka bir şeyse, ona da kabul.
Peki bunun beraberinde getireceği şeyler ve hazırlık aşaması konusundaki fikirleriniz?
Uluslararası yarışmada yer alan bir takımsanız, bu otomatik olarak ekibinizde daha fazla insan olacağı anlamına gelir. Örneğin maç videolarını sizin için kesip montajlayan birileri vardır – ki bunu yapmaktan çok keyif alıyorum, hatta sanırım bunu yapmaya ihtiyacım var! Şu anda memleketimde çalışıyor olmamın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Göttingen’de doğmuş olmama rağmen, Jena’yı memleketim olarak görüyorum. 1995’te Jena’ya taşındığımda, hâlâ ergenlik çağlarındaydım. Yani arkadaşlıklar kurduğunuz çağlarda. Annem Weimar’da yaşıyor, iki erkek kardeşim de Leipzig’de. Bu nedenle Jena’da çok geniş bir sosyal çevre oluşturdum. Buradayken hiç sıkılmıyorum.
Eğer bir gün koç olarak, antrenmanlar ve maçlar dışında yapacak hiçbir şeyimin olmayacağı bir yere gidersem ne olurdu? Salondan eve, evden salona yaşadığınız bir rutine girerseniz –yani eve gittiğinizde tek düşündüğünüz şey bir sonraki antrenman olursa– işinizi eve getirmiş olursunuz. O gün antrenman berbat geçmişse eğer, evdeyken de kötü bir ruh hali içinde kös kös oturacaksınız demektir. Jena’da böyle bir rutinden olabildiğince uzağım. Antrenman iyi de geçse, kötü de geçse, akşamları birlikte ikişer bira devirebileceğim birilerini buluyorum. Hayatla hesabı bu şekilde kapatıyorum! Bu beni çok memnun eden bir şey. Elbette her zaman kazanmayı istiyorum ve mağlubiyetler canımı çok sıkıyor. Ama böylesine küçük bir kulüpte çalışınca, etrafınızda birinci ligde kaldığımız her sezona yeni bir şampiyonluk kazanılmış gibi bakan insanlar buluyorsunuz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane