Lars von Trier, The Element of Crime (1984)
İlk film cahiliye devridir. Bunu en iyi Lars von Trier biliyor. 80’li yıllarda, kariyerinin başındayken bile Avrupalı yönetmenlerin yaşlandıkça daha tutucu, kontrollü, heyecansız bir hâle bürünmesini eleştiren Lars ilk eserlerin bir sanatçının yaşamındaki yerini şöyle ifade etmişti:1
“Genç insanlara, başlangıçta her zaman cehaletlerini göstermenin, kendilerini rezil etmenin çok ama çok önemli olduğunu söylüyorum. Bugün izlemeye değer bulduğumuz yönetmenlerin çoğu, başlangıçta kendilerini rezil etmişlerdi ve bu filmleri bugün görmek çok ilginç bir deneyimdir. Çünkü gençliklerinde bu filmler aracılığıyla içlerini dökmüş, kendilerini teşhir etmişlerdir. Yönetmen olgunlaştıkça kendini kontrol etmekte başarılı hâle gelir. Dozunu kaçırmayayım, der. Fakat bu yönetmenin aslında ne olduğunu, kim olduğunu bu kontrolsüz ve teşhirci filmlerde bulabiliriz. Bir yönetmen sanatında o kadar başarı kazanır ki, bir süre sonra onun filmlerini izlemek sıkıcı bir hâle gelir.”
Doğru değil mi? Eğer Michael Haneke gibi sıkıcı ve sakallı bir insan değilseniz erken dönem eserleriniz kişiliğinize dair bütün ipuçlarının ortaya serildiği kaotik bir sergidir. Otobiyografik öğeler eklemeyi filmi tümüyle “ben” üzerine yapmakla karıştırırsınız. Biçimsel devrim yapma peşinde koşarken başka her şeyi unutursunuz. Arkadaşlarla içilen bir gecenin sonunda ortaya çıkan “Aslında bar mı açsak lan?” parlaklığındaki fikirlerinize kanarsınız. Bir büyük düşünceniz vardır ve sanatçı olarak bütün hayatınız o büyük fikrin etrafında dolanır.
Lars von Trier ilk uzun metraj film fırsatını eline nasıl geçirdi? Bu soru hâlâ gizemini koruyor. Danimarka Sinema Fonu’ndaki yöneticileri eleştirip, ünlü Danimarkalı yönetmenlere şarlatan, gişe rekoru kıran filmlere de aptal diyerek kariyerine başlamıştı. Ve bu insanlar onun filmini mali açıdan destekledi. 20’li yaşlarındaydı ve aslında 50’li yaşlarında olduğundan farklı değildi. Küçükken kağıda çizdiği en ufak bir resim bile azılı bir komünist olan annesi tarafından sanat eseri olarak nitelendirilen bir çocuğa özgü o aşırı güvene kapılmıştı. Yaptığı her şeyde iyi hatta en iyi olduğunu düşünüyordu. İlerleyen yıllarda babalığa dair konuşurken bile bundan bahsetmiş, çocuklarıyla zaman geçirirken çocuklarının onun gibi bir babaya sahip oldukları için ne kadar şanslı olduklarını düşünmeden edemediğini söylemişti. En büyük probleminin “her şeyde çok iyi olduğunu düşünmesi” olduğunu söylemişti.
The Element of Crime (Suç Unsuru) her şeyde en iyi olduğunu düşünen 28 yaşında bir genç sanatçının filmi. Yıl 1984’tü ve Danimarka sineması sosyal-gerçekçilik dalgasının içerisindeydi. Sessiz sinema dönemindeki ustaların akabinde ortaya çıkan ve etkisini özellikle 60’lardaki erotik filmlerle hissettiren avant-garde’lar yerini daha uluslararası çapta çalışan stüdyo yönetmenlerine bırakmıştı. Bille August ülkenin en önemli yönetmeniydi ve Jorgen Leth gibi bağımsız, farklı sanatçılar için sinema okullarında ayrılan koltuklardan fazlasına pek de yer yoktu.2 O dönemde ortaya çıkan genç sinema öğrencileri ise farklı şeylerin peşinden koşmak istiyorlardı. Vizyon filmlerden sıkılmışlardı.
Lars von Trier o sosyal gerçekliğe sırtını çeviren neslin yeni temsilcisiydi. Rahatsız eden filmleri rahatlatanlara tercih ediyordu. Yanına görüntü yönetmeni olarak ressam arkadaşı Tom Elling’i, senaryo yazarı olarak da Niels Vorsel’i almıştı. Elling kendine has bir entelektüeldi, Vorsel ise tiyatro oyunları ile öne çıkan, aynı dönemde hem Wagner’in müziği hem de Dashiell Hammett’ın polisiyeleri üzerine eserler üreten bir yazardı. Hepsi “ego” konusunda birbirleriyle yarışıyordu ve o savaşı da Lars von Trier kazanmıştı. Öğrenciyken çektiği “Image of Relief” kendi standartlarında başarıya ulaşmış, sinemalarda bile gösterilmişti. Bu dönemine ve şartlarına göre istisnai bir durumdu. Ve daha sonraları pek çok kez olduğu gibi Lars’ı bulmuştu.
Suç Unsuru hem ilk film olduğu için hem de Lars von Trier’in ilk filmi olduğu için baştan aşağı bir meydan okumaydı. Lars daha baştan Danimarkalı oyuncularla çalışmayacağını açıklamış, filmin dilinin İngilizce olacağını açıklamıştı.3 Alman sinemasından etkilenmişti ve çekeceği filmin “ilk renkli film noir” olduğunu ifade ediyordu.4
Suç Unsuru neydi peki? Bir kere, gelecekte geçiyordu. Yıkılmış bir Avrupa portresinin içerisinde. Kahramanımız, eski bir dedektif olarak Kahire’deki sürgünden Avrupa’ya dönüyor, bir seri katili yakalamaya çalışıyordu. Bu süreçte eski bir hocasının “Suç Unsuru” adını verdiği bir dizi yöntemi izliyor, çürümüş kıtada yolunu bulmaya çalışıyordu. İlk sahnesinden itibaren o çürümüşlük, o yıkıntılar seyircilerin gözüne çarpıyordu zira çekimler lağımlarda, eski fabrikalarda, terk edilmiş yerlerde geceleri uygun ışıklandırma olmadan çekiliyordu. Araba farı kullanıyorlardı ve bu herkesin kabul edeceği üzere sinema tarihinde kullanılmış en sağlıklı yol değildi. Fakat yine bu tümüyle bütçe problemlerinin de getirdiği bir zorunluluk değildi. Lars von Trier’in bilinçli tercihiydi.
Atmosfer, Danimarkalı yönetmenin sinemasını tanımlayan önemli kelimelerden biri. Suç Unsuru, bütün aşırılıklarına ve bazı yetersizliklerine rağmen Lars’a dair her şeyi, en çok da bu atmosferi anlatan filmlerden biri. 1984 yılında, yeni mezun bir sinema öğrencisi olarak istediği her şeyi almayı başaran bir adamın ilk çiziği. Sistemin içine girip sistemin kökünü patlatmak isteyen bir l’enfant terrible’in öyküsü. Sinemasına ve karakterlerine has o idealizmi, o yenilmişlik duygusunu, en çok da tutkunu olduğu Avrupa fikrini size veren bir erken dönem yapıtı.
Cahiliye devri için bundan daha iyi bir film düşünemiyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane