Neden spor izliyoruz? Aynı hafta içinde aynı konuya dair iki mükemmel yazı okuyunca aklıma tekrar bu soru geldi.
Ne demişti Batuğ Abi?1
“o kadar çok kaybetmişimdir ve kazanmışımdır ki, bir zaman nihayet, amacın yenmek olmadığına uyanmışımdır. kazanmak bu işin sadece bir parçasıydı ve şart değildi. yenilince basketbol uçup gitmez elinizden. maç kaybedilmiştir, hepsi bu… topla pota ordadır hâlâ. ayrıca siz hiç, yıllarca basket oynayıp da maç kazanmamış birini tanıyor musunuz? ben bilmiyorum. varsa da herhalde bunun bir ayrıcalık olduğunun farkındadır, kıymetini de biliyordur. onunla tanışmak isterim ve herhalde onu john stockton kadar severim.
tezim şudur: kaybetmenin tadını almadan, basketin tadını alamazsınız.”
Ne demişti Bill Simmons?2
“Then I remembered something. Sports is a metaphor for life. Everything is black and white on the surface. You win, you lose, you laugh, you cry, you cheer, you boo, and most of all, you care. Lurking underneath that surface, that’s where all the good stuff is — the memories, the connections, the love, the fans, the layers that make sports what they are. It’s not about watching your team win the Cup as much as that moment when you wake up thinking, In 12 hours, I might watch my team win the Cup. It’s about sitting in the same chair for Game 5 because that chair worked for you in Game 3 and Game 4, and somehow, this has to mean something. It’s about using a urinal between periods, realizing that you’re peeing on a Devils card, then eventually realizing that some evil genius placed Devils cards in every single urinal. It’s about leaning out of a window to yell at people wearing the same jersey as you, and it’s about noticing an airport security guy staring at your Celtics jersey and knowing he’ll say, “You think they win tonight?” before he does. It’s about being an NBA fan but avoiding this year’s Western Conference finals because you still can’t believe they ripped your team away, and it’s about crying after that same series because you can’t believe your little unassuming city might win the title. It’s about posing for pictures before a Stanley Cup clincher, then regretting after the fact that you did. It’s about two strangers watching you cry at a stoplight. It’s black and white, but it’s not.”
NBA Finalleri yolda, Roland Garros Finali’ne geldik bile, Wimbledon sırada, EURO 2012 başladı, Tour de France heyecanı o kadar da uzağımızda değil, daha sonra büyük pasta, Olimpiyat Oyunları gelecek. Bir sporsever için bundan daha güzel bir 3 ay olamaz değil mi? Kazanmak, kaybetmek, sevinmek, üzülmek için…
Hayır sanırım, pek öyle olmayacak. Bütün bu organizasyonlar öncesi birtakım mecralarda birtakım insanlar birtakım şeyler söyleyecekler, sonra da bunların gerçekleşmesini bekleyecekler. Neden?
“Ben demiştim” demek için…
Ben demiştim X’den cacık olmaz, ben demiştim Y çok abartılıyor, ben demiştim Z şampiyon olacak, ben demiştim A elenir, ben demiştim B bir şampiyonunun yüreğine sahip değil, ben demiştim alfabeye tersten başlayıp başa dönmek o kadar da iyi bir fikir değil, ben demiştim bu paragrafı bir yerde kes artık ki insanlar bayılmasın…
Bunun hazzı ya da getirisi ne, gerçekten bilmiyorum. Elbette yaptığın bir tahminin tutması, kimsenin öne çıkarmadığı ama senin umursadığın bir sürprizin kazanması güzeldir. Bu hissi biliyorum, en son Cadel Evans’la sonuna kadar yaşadım, biraz da para kazandım. (Aslında çok kazandım…)
Ben de bunu yapıyorum ara sıra, çok da sorun değil yani…
Peki ya tüm spor izleyeciliğini bunun üzerine kuranlar? Sürekli kapıda bunu söylemek için bekleyenler? Bunu 100 farklı şekilde tekrar tekrar ısıtıp ısıtıp ortalığa verenler? Onlar neyin peşinde?
Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Tek söyleyebileceğim şu…
Tamam hepiniz dediniz, hepiniz biliyorsunuz, hepiniz çok iyi tahmin ettiniz.
Şimdi beni rahat bırakın, şunu gerçekten izlemek istiyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane