Yazılardaki bazı bölümler, bahse konu film ile ilgili can alıcı noktaları açık edebilir.
10 NİSAN
L (L, Babis Makridis)
Yunan sinemasında Giorgos Lanthimos’un 2005 yapımı filmi Kinetta ile başlayan ve yönetmenin ikinci filmi Kynodontas ile geniş yankılar bulan ortak dil çabasının son ürünlerinden biri Babis Makridis’in ilk filmi L. Festivalin bu sene yönelttiği önemli sorulardan biri kuşkusuz “Yunanistan’da neler oluyor” idi. Her ne kadar Avrupa sinema çevrelerinin belli aralıklarla, marjinalize edecek bir ülke sineması arayışına girme eğiliminden yardım almış olsa da bu coğrafya için önemli bir soruydu. Kraliçe arı Athina Rachel Tsangari’nin yapım şirketinin finanse ettiği -onlar bir etiket koymaya istekli olmasa da- Yunan yeni dalgasının umut beslediği yönetmenlerden biri de Makridis. Tıpkı Lanthimos gibi reklam filmleri çekerek geçiniyor, en beğendiği yönetmen sorulduğunda Robert Bresson cevabını veriyor ve onu bir başka yönetmene benzetirseniz, bir tür övünç sezmenize izin verecek bir tonlamayla ismini ilk kez sizden duyduğunu söylüyor. Filmlerinin sunduğu tüm okumaları bir kenara iterek, dertlerinin birçoklarının sandığının aksine bir toplum eleştirisinde bulunmak olmadığının altını çiziyor. Yunan toplumunda kanıksanmış bazı tuhaflıklar, onların hayal gücünü tetikleyen etkenlerden yalnızca bir tanesi. Dilin yaygın kullanımı üzerinde yaptıkları oynamalarla da bunu mümkün kılabiliyorlar. Ülkedeki kriz nedeniyle çalışmak zorunda oldukları düşük bütçeler bile bu alanda onlara yardımcı olabiliyor. Makridis ve Lanthimos’un bu yolda işlerini kolaylaştıran belki de en büyük etken ise Efthymis Filippou’nun sunduğu metinler.
Görev tanımı patronuna ülkedeki en iyi balı getirmek olan bir özel şoförün hikayesi, işi elinden alındıktan sonra farklı bir boyut kazanıyor. Başlangıçta karşımızdakinin sıradan bir motosiklet çetesi olduğunu düşünürken, Lanthimos filmlerinden de aşina olduğumuz bir tür kültün izlerini görüyoruz. Onlara göre otomobil sürücüleri, güvenli kapılarının ardında diğerlerinin hayatını tehdit etmeyi kendilerine hak gören caniler. Araba çarpan bir arkadaşları için yol kenarında yardım beklerken bile paradoksal bir soruyla karşılaşıyorlar: “Birazdan olay yerine gelecek olan ambulans da bir araba olduğuna göre, onu diğerlerinden daha az tehlikeli yapan ne?” Kült lideri onu ikna etmiş olsa da, buradaki yolculuk da uzun sürmüyor ve -başta ailesi- hayatıyla ilgili her şeyi dört tekerin üzerinde bıraktıktan sonra geriye kalan iki tekerden de vazgeçiyor. Ormanda bir avcının ayı sanarak vurduğu ve hikayenin başından beri hayaleti ona arka koltukta eşlik eden arkadaşıyla birlikte dizleri üzerine çökmekte, yani bir anlamda nihilizmde buluyor çareyi.
Geçtiğimiz seneye damga vuran Drive’a, Yunanistan’daki bu mikro sinema hareketinin cevabı gibi bile düşünülebilir L aslına bakarsanız. Lanthimos’tan bu film için ödünç alınan bir başka isim ise görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis ve ona para kazandıran son işin, çektiği Audi A2 reklamı olması bu sinema hareketinin galiba en güzel özeti. / Cem Pekdoğru
9 NİSAN
Adaletsiz Dünya (Adikos Kosmos, Filippos Tsitos)
Festival koşturmacası, Beyoğlu Sineması’nın yolunu tutuyorum. Filmlerin ismini bilmemecesine, önceden baktığım programda Güney Afrika coğrafyasında bir beyaz-afrikalının kendi sınırlarını zorladığı Güzellik’i izleyeceğim. Ancak harita yanlış mı ne, karşıma komşu Yunanistan’dan Adaletsiz Dünya çıkıyor. Sorun yok, perdeye yansıyan her şey kabul düsturuyla yerimde rahatım.
İzleyemediğim Güzellik’teki sınırlar, o seanstaki kaderim Adaletsiz Dünya’da belki başka bir alanda, belki de aynı şekilde karşıma çıkıyor. Antonis Kafetzopoulos’un ustalıkla canlandırdığı polis memuru Sotiris, imkan ile imkansız arasındaki çizgide geziniyor. Devletin belirlediği legal-illegal, ahlak-ahlaksızlık, masum-suçlu ikilikleri özellikle Sotiris’in eylemleriyle tartışmaya açılmış, bunu diyorum ama Sotiris bu tartışmayı kapatalı çok olmuş diye düşünülebilir de. Bir de o adaletsiz dünyanın güzeli Theodora Tzimou’nun oynadığı Dora karakteriyle, bir cinayetin etrafında gelişen bir aşk hikayesi var.
Düzenin diliyle bunlar olgular, düşündürdükleri ise sınırsız. Adaletsiz Dünya, kurallar silsilesi içinde, bireyleri yok sayıp, toplumu bir arada tutmaya çalışan düzene karşı, ilişkileri insanlar arasında kuruyor. Sotiris, karşısında tartışmaya girilemeyecek kanunun yerine, dürüstlüğü koymaya ve olayların siyah-beyaz kadar net ayrılamayacağını göstermeye çalışılıyor. İşte bu öte durumların üzerinde duruyor film, böylece sınırın, yarattığı ayrımcılığa taraf yaptığı dışarıda kalanlara bir bakış atılabiliyor. Aslında bunu mümkün kılan Yunanistan. Avrupa’nın kurucu coğrafyası ancak şimdinin sisteminin krizi Yunanistan, felaket getirebilecek unsur olarak görülse de, sistemin muhakemesine fırsat vermesi açısından umut olarak da algılanabilir. Zihniyetin değişmesine dair bir umut. Tabi bu kolay değil çünkü algı görece bir şey ve durduğunuz yere göre değişir. / Yücel Tuğan
6 NİSAN
Tanrının Kuzusu (Behold the Lamb, John McIlduff)
Tanrının Kuzusu, yeşili, puslu-yağmurlu havası, gözleri davet eden peyzajı ile, vaatkar Kuzey İrlanda’ya, ilginç bir de konu ekleyip, o seanstaki filmlerden ayrıldı. Eroinman Liz, erkek arkadaşı Joe ve Joe’nun babası Eddie üçgeninde, bir amaç uğruna yol hikayesine dönen Tanrının Kuzusu, bu karakterlerin -özellikle Liz’in- kendileri ve diğerleriyle ilişkisine bakışına evriliyor. John McIlduff’un bu ilk senaryosu ve filmi, komik, trajik havasına bir kuzuyu da katıp ilginçlik kazansa da, tahmin edilebilir bir şekilde ilerliyor. Aslında filmin odağı, olaylardan ziyade karakterlerin değişimi ya da değişmezliği denebilir.
Kuzey İrlanda, barındırdığı aksi, ironik ve dobra insanıyla bir filmi çekici kılabilecek bir coğrafya. Tanrının Kuzusu da, bu coğrafyayı hikayesine yol yapıp ilerliyor, ancak sadece pelikülde. Aslında izlenen o karakterlerin değişmezliği. Film sadece onların hayatından alınmış bir kesit. Liz duygulanıyor, fikri muhasebeye giriyor, bunu eyleme geçiriyor ancak sonunda varılacak, çekilenlere son verecek nihai bir huzur yok, belli. Ilgi çekici olan o coğrafya, onun içindeki insanın durumunu kabul edişi ve bunu ifade ediş şekli, yani Kuzey İrlanda’nın perdede akıyor oluşu.
Farklı fiziksel ve zihinsel coğrafyaları toplu geçişe sunan festival de böylece işlevini gerçekleştiriyor. Keyifle. / Yücel Tuğan
Gurbet Kuşları (Halit Refiğ) & At (Ali Özgentürk)
Festivalde film izlemenin sadece farklı sinema anlayışlarını, farklı üslupları tanımanın ötesinde bir işlevi var. Kültürleri, yaşayışı, farklı coğrafyadaki insanların gülme ve ağlayış biçimlerini, şaşırdıklarında verdikleri tepkileri görüyorsunuz mesela. Film festivaline aşık olduğumu ilk anladığım anlardan birisi 2001’deydi ve bir yönetmenin beni 70’lerde bir komün halinde yaşayan İsveçlilerin dünyasına sokmasının hayranı olmuştum. O yönetmen de Lukas Moodysson oldu bu arada.
Farklı bir ülke değil ama iki eski Türk filmini izlemek de benzer şekilde kafa açıyor. Programın cilvesi olarak “At” ve “Gurbet Kuşları”nı arka arkaya izlemek, bundan yaklaşık 30 ve 50 yıl önce sinemamızın “İstanbul’a göç” olgusuna bakışını göstermesi açısından etkileyiciydi.
Halit Refiğ’in Orhan Kemal’in romanından uyarladığı “Gurbet Kuşları” çerçevelerinden oyunculuğuna kadar gerçekten usta işi bir film. Başrolünü verdiği aile üyelerinin her birinin öyküsüne eşit şekilde eğilmesi ve kurgusunu dağıtmaması, dönem dönem her birinin iç sesinden faydalanması sadece dönemi için değil, bugün için bile muazzam bir ustalık gösterisi. Maraş’tan İstanbul’a göç eden ailesine bakışı biraz da John Ford başyapıtı “Gazap Üzümleri” ayarında. Kısaca ve kabaca “Ne işiniz var İstanbul’da?” diye soruyor Refiğ, bu konuda tek istisnayı ailenin büyük şehirde okuyan tek çocuğuna yapıyor (İstanbul’a okumaya gelenler, yırttık yani). Bu konuda ne ekonomik düzeni, ne sosyal yapıyı, ne de devleti eleştirmiyor, kısaca “gelmeyin” diyor. Bu, tartışmalı da olsa yönetmenin ya da yazarın bakış açısı olarak kabul edilmek zorunda ancak filmde ataerkil ailenin sürekli yüceltilmesi, farklı bir yola sapmak isteyenlerin cezalandırılması beni nedense fazla rahatsız etti (içimde küçük bir altın bamya var galiba). 50 yıl önceki bir filmden bahsederken doğal elbette.
“At” ise benzer bir konuya 30 yıl öncesinden, 1980’lerin baskıcı ortamından çok cesur bir bakış atıyor. Ali Özgentürk’ün İstanbul’unda devlet vurdumduymaz, burjuva acımasız, üst-orta sınıf ise altları ezme konusunda çok iştahlı. Köyünden çıkıp gelen Genco Erkal ve arkadaşı rolünde Yaman Okay nefis oynamışlar (özellikle Okay’ın nasıl erken gitmiş bir yetenek olduğunu daha iyi anlıyorsunuz). Özgentürk’ün çerçeveleri de 1980’ler İstanbul’unu başarıyla resmetmiş. Özgentürk de genel olarak göç karşıtı bir profil sunsa da sadece dönemine göre değil, günümüz için bile oldukça cesur sayılabilecek eleştirel bir dille sisteme saplıyor oklarını. Sakat sistemin çocuğu olan göç kavramının da bu yüzden ölü doğduğunu söyleyerek tezinin ayaklarını yere bastırıyor. / Çetin Cem Yılmaz
Cinnet (Despair, Rainer Werner Fassbinder)
!f öncesinde festivallerin ‘radyo alıcısı’ işlevinden Jim Jarmusch’ı alıntılayarak bahsetmiştik. Bu işlevi yerine getirmesini sağlamak için, ustaların klasiklerine programınızda yer vermek en güvenilir yol. Ömer Lütfi Akad ve Theo Angelopoulos’a saygı duruşunda bulunmak için doğru zamandı. 230 dakikalık O Thiassos göz korkutucuydu, Hudutların Kanunu da başka bir şeyle çakışıyordu. Dümeni istemeye istemeye Despair’e kırdım. Rainer Werner Fassbinder’in filmlerini büyük perdede izleme fırsatlarını kaçırmamaya özen gösteririm. Bundan 3-4 sene önce Fatih Özgüven’in küratörlüğünü üstlendiği Fassbinder seçkisi de bayağı işimi görmüştü. Fakat Fassbinder’in anaakıma en çok yaklaştığı, İngilizce çektiği bu en pahalı filminin bir hayal kırıklığı yaratmasından korkuyordum.
Vladimir Nabokov’un romanından uyarlama işini Tom Stoppard gibi bir dahi üstlenmiş olsa da, filmin afişinde hemen romanın adının altına iliştirilmiş “Işığa Doğru Bir Yolculuk” filme atılan Fassbinder imzasını tek başına görünür kılıyor. Politik çerçeveyi ihmal etme hatasına düşünce film, içinde yönünü bulmanın hayli güçleştiği bir kimliksizlik hikayesine dönüşebiliyor. Fassbinder filmlerindeki o soğuk ve metodik anlatıya ters düşecek düzeyde abartılı oyunculuklar ve odak saptırıcı diyaloglarla gerçekten filmografinin zayıf bir parçasına dönüşebiliyor böylelikle Despair.
Gelgelelim, bu büyük bütçeyi harcamayı seçtiği film ile Fassbinder’in çoğu zaman merkeze koymadığı ‘bir şeyler söyleme’ kaygısını güttüğünü anlamanız çok zaman almıyor. BRD üçlemesindeki anti-kahramanları Maria Braun, Lola ve Veronika Voss yoluyla Drittes Reich döneminde bireyleri, kolektif bir suçun parçasına dönüştüren bilinç kaybını ortaya koyduğunu görürsünüz. Her üç kadın da toplu hezeyana dönüşmüş travmatik bir sürecin ardından, bu kez farklı bir otoriteye -ama yine mutlak biçimde- iyimser bir bağlılık geliştirmektedir. Despair’deki Hermann ise bunların tersine kimliksizleşmeyi, uçlaşmış bir politik dünyada ruhunu tüm bağlılıklardan ve kitlesel konformiteden arındırmayı arayan bir kahraman. Fassbinder’in arzuladığı o ışığa yolculuğa çıkma cesaretini göstermiş, belki de ütopik bir figür. Almanya’ya göçen bir Rus olarak sahip olduğu çikolata fabrikasında sorunlar yaşayan, henüz emeklemekte olan nasyonal sosyalizm ile yeni bir korku kazanan1 Hermann bunun ötesinde varoluşsal bir uyanış yaşıyor. Tiksindiği her şeyi eşinde ve eşinin kuzeninde görüyor. Toplumun onlardan beklentilerini bağımlılık, teşhircilik, aşırı tüketim ve bağnazlık gibi güvenli reaksiyonlara dönüştüren ve BRD üçlemesine uygun düşen karakterler. Hermann’ın bir tür şizofreni halinde etki gösteren cinneti ise onu genel normların tamamen dışında birisine sürüklüyor. Tıpa tıp aynı görünüşe sahip olduğunu düşündüğü Felix ile hayatlarını değiş tokuş etmek, ürettiği kurtuluş planı. Bu onu ölüme götürüyor.
Bu noktada Fassbinder’in toplumla ilgili görüşlerini gözden geçirmek gerek. Ona göre kapitalizm hareketinin örülü olduğu tüm mantık, içeriden çürümüş durumdadır. Toplumun birey için tanımladığı tek rol ise onun için uyum, ölüm veya aklını kaçırma ile noktalanır. Bu bağlamda, mikro düzeyde bir ütopyanın peşinden ‘ben bu oyunu bozarım’ edasında koşan Hermann’ın ölümü diğerlerine oranla daha az acınası bir ölüm kabul edilmelidir. Makro düzeyde ise bu ışığa yolculuk, ölümle noktalansa dahi Fassbinder’in yeniden tanımlanan toplum ideali için elzem gördüğü anarşik özgürlük için çakılan bir kibrite karşılık gelir.
“Yıkım, var olanın karşıtı değildir. Bu mefhum varlığını yitirdiğinde, artık bir anlamı kalmadığında, onu ‘yok’ kılan bir gerçekliğe kavuştuğunda bir yıkımdan söz edilebilir ancak. O zaman insanın ne icat edeceği – işte bu heyecan vericidir.”2
Filmin ortasında çıkmak zorunda hissedenler, belki gelmeden önce Fassbinder’in kendi filmini takiben yazdığı yukarıdaki cümlelere bir göz atmalıydılar. / Cem Pekdoğru
5 NİSAN
Alpler (Alpeis, Giorgos Lanthimos)
Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı filmi Kynodontas’ı yine festivalde yakalamıştım, hatta uğruna tarihe “Bilicagate” olarak geçecek Beşiktaş-Fenerbahçe derbisini satmadan önce de çok düşünmem gerekmemişti. Sarsıcı, tekinsiz, rahatsız edici eleştirilerdeki popüler kelimelerdi. “Bugüne kadarki film deneyimlerinizden hiçbirine benzemeyecek” diyorlardı. Gerçekten de öyle olmuştu. Etrafında böylesine büyük tartışma bulutları yaratan filmlerin halefi olmak çok kolay değil. Bunun yanında bahse konu filmi etkileyici kılanın, konvansiyonel anlatıdan hiç nasiplenmemiş olması olduğunu düşünürsek şunu kolaylıkla söyleyebilirim: “Bir film olsaydım, Alpeis olmak istemezdim.”
Alpeis nispeten daha kolay takip edilebilir bir olay örgüsü sunuyor. Ama burada ‘nispeten’ kritik kelime. Lanthimos yine bir önceki filminde yaptığı gibi, konu edindiği sürreal olayın işleyişini seyircinin içine sahne sahne zerk ediyor. Fakat bunu yaparken Hollywood’a özgü hastalıklara kapılmıyor. İşi bir bilmeceye dönüştürüp, sonunda da seyirciye istediğini veren bir senaryo yok. Hatta bunun için ipuçları bile bulamıyorsunuz. Ancak sizi doyuma ulaştıran o gezinti oluyor. Bu yüzden, filmi henüz izlemediyseniz yazının bundan sonrasına bulaşmamanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir yardımcı hekim, bir hemşire, bir jimnastikçi ve onun antrenöründen oluşan ekip, grup liderinin (Mont Blanc) önerisi üzerine “Alpler” adını alıyor. Şu düşünüşü takiben: “Alpler’den hiçbirini başka bir dağla ikame edemezsin. Ama dünya üzerindeki herhangi bir dağın, örneğin Ağrı Dağı’nın, yerine Alpler’den herhangi birini koyabilirsin. Kimse bunu yadırgamaz.” Bu çete mensupları, yakınlarını yitiren ailelerin etrafında beliriyorlar ve onlara kederlerini örtmek adına servislerini sunuyorlar. Kaybedilenin yerini doldurmak vasıtasıyla. Grup içinde belli bir hiyerarşi var ve tıpkı Kynodontas’taki ailede rastladığımız gibi katı bir disiplinle karşılaşıyoruz. Akşam yemeği sahnesi, sanki spor salonunda tekrarlanıyor. Kynodontas’ta evin büyük kızını oynayan aktrisin (Aggeliki Papoulia), burada da çetenin en zayıf halkası olarak karşımıza çıkması da işimizi kolaylaştırmıyor değil. Papoulia’nın yüzüne yapılan her yakın çekim, bir yerden tanıdık geliyor. Ayna önündeki kanlı köpek dişi sahnesinin rahatsız edicilik açısından Alpeis’teki muadili ise jimnastikçi kızın kendini asma denemesi.3 Kynodontas’taki kara mizah da, ambulansta hayatını kaybetmek üzere olan ve yeni bir müşteri anlamına gelen kıza sorulan sorularda ortaya çıkıyor. Yerine geçilecek kişiye sorulan ilk şey, favori erkek ve kadın oyuncuları.
Sonunda film başlangıçtaki kaygılarımızın çizdiği kaderden kaçamıyor. Daha önce böyle bir film izlemiş olduğumuz için, Kynodontas’taki kadar hazırlıksız değiliz ve aynı derecede vurucu bir deneyim olamıyor. Fakat hafta sonu Salon’daki söyleşide senarist Efthymis Filippou’nun4 da kırık İngilizce ile söylediği üzere, onlar yoğurdu böyle yiyor.5 Çok verimli geçmeyen söyleşinin başlarında moderatörün “Yunan sinemasında bir okuldan bahsedebilir miyiz” sorusuna olumsuz bir cevap verdi Lanthimos. Fakat bu iki film ile yarattığı devam çizgisiyle, bizatihi Lanthimos sinemasının bir okulun başlangıcını tetikleme konusunda ümit vadettiğini söylemeliyiz. / Cem Pekdoğru
Michel Petrucciani (Michel Petrucciani, Michael Radford)
Michel Petrucciani’nin hayatını konu alan bir belgeselden çıkınca tamamen yenilenmiş hissetmemek galiba mümkün değil. Bu, etkileyiciliğini yalnızca her yeni günde tüm ihtimallere meydan okuyarak devam ettirilmesinden alan hayatlardan değil. Caz çevrelerinde pek tartışılmayan bir deha ile ödüllendirilmiş -cezalandırılmak kelimesini kullanabileceğiniz yetenekler varsa bile, bu onlardan değil- birinin hikayesi olarak da bir belgesele konu olmayı hak edebilirdi. Fakat Petrucciani’yi özel kılan, bu duruma karşı takındığı tavır. Ölüm sonrası hayat hakkındaki konuşmalarını dinlediğinizde derin bir muhakeme sonucu değil, doğal bir tepki olarak kazanılmış bir tavır olduğunu anlıyorsunuz. Zaten Petrucciani’nin muhakeme gibi şeylere mesai harcamaya da hiç niyeti yok. Charles Bukowski’nin şöhretli sözüne uygun olarak, insanların hakkında ne düşündüğüne ya da. Bu umursamazlığın biçilen ömrüne eklediği -yine Buk’un hesabına göre- 10 yılla birlikte 36 yaşını görüyor. Sıradan bir insanın hayatını çekilmez kılacak engelinin6 etkileri doğrultusunda hızla yaşlanmaktayken, bir yılbaşı gecesinde ‘kötü’ arkadaşlarının yanına gitmek için evden kaçtığında planlanmamış bir ölüme yürüdüğünü düşünmek hikayenin içine girdikten sonra çok mümkün değil. “Beni öldürmeyeceği sürece her şeyi denemek istiyordum, bazen o riski de almak gerekiyordu” diyen Petrucciani’nin 1999’daki o soğuk New York gecesinde aldığı riskin diğerlerinden epey farklı olduğunu hissediyorsunuz. Son süratte yaşanmadığı takdirde anlam ifade etmeyecek bir hayat onunki. Ayağını frene götürmesi istendiğinde verdiği tepki bu. Big Sur’deki ilk kadınını büyük şehirde yaşama arzusu uğruna ardında bırakırken, ikinci kadınını turnede ona eşlik etmemesi üzerine turnenin henüz birinci haftasında aldatırken ya da çevresindekilere doğru kadını bulduğunu düşündüren bilmem kaçıncı kadınını onu ev hapsinde tutarak hayatına koyduğu hız limiti yüzünden terk ederken verdiği tepkiler gibi. O kadınların hepsi mikrofon uzatıldığında yaşadıkları ayrılıkların, birer küfür gibi hissettirdiğini söylüyor. Ama hayata savurduğu küfürlerin yanında bunlar hiçbir şey değil. Ya da küçükken tuşlarını dişe benzettiği ve karanlıkta her seferinde ağzını açıp onunla alay ettiği gibi bir saplantı taşıdığı piyanoya her gece binlerce seyirci önünde ettiği küfürlerin.
Kürtaja karşı olan ikinci eşi hamileyken, doktorlar oğullarının da aynı hastalıkla doğacağını söyler. Petrucciani eşinin kararına arka çıkar. Çevresindeki herkes bu kararı almanın büyük bir sorumsuzluk ve çocuğa yapılan büyük bir kötülük olacağını söylerken, söz savunma için Petrucciani’ye geçer: “Yani… Sonuçta ben yaşadığım için pişman değildim.” / Cem Pekdoğru
3 NİSAN
Afrika Ana (Mama Africa, Mika Kaurismäki)
“Bir şeyi anlatmanın en kısa yolu şarkı söylemektir.” Güney Afrikalı şarkıcı ve aktivist Miriam Makeba’nın hayatını anlatan Afrika Ana’nın aklımdan hiç çıkmayacak cümlesi. Kendi ülkesinde önce ikinci sınıf vatandaş, sonra sürgün olan, hayatı boyunca itilip kakılan Afrika toplumlarının sesi olmuş Makeba’nın gerçek bir şifacı olduğu film boyunca hissediliyor. Şarkı söylerken kocaman açtığı gözlerinden, Avrupa ve Amerikalılara yabancı gelen gırtlak seslerinden, sahnede ona eşlik eden müzisyenlerin aşk ve hasretle anlattığı hikayelerden buram buram toprak kokusu sızıyor. Benim vatanseverlik anlayışım, bohçasını alıp dağlara çıkan Kerouac’ın anlayışıdır. Coğrafyayı, toprağı, toprağı işleyen insanı, insanın topladığı meyveyi, meyveye verilen farklı dillerdeki adları sevmektir. Miriam Makeba bu bağlamda tam bir vatansever. 27 yıl ülkesinden ayrı kalmış, annesinin cenazesine dahi gitmesine izin verilmemiş, muhalif Stokely Carmichael’la evliliği yüzünden ABD’de bazı radyolar tarafından boykot edilmiş, kızını çok genç yaşta kaybetmiş ama tüm Afrika’nın annesi olmuş bir kadın.
Makeba’nın arşiv görüntüleri, müzisyen dostları ve torunlarıyla yapılan röportajlar ve konser kayıtlarından oluşan film, Türkiye’nin güncel durumuna paralellikler de barındırıyor. Makeba, gırtlağından o gürültüleri nasıl çıkardığını soranlara şöyle diyor: “Onlar gürültü değil, benim anadilim.” / Artemis Günebakanlı
2 NİSAN
Erkek Kardeşler (Veljekset, Mika Kaurismäki)
Mika Kaurismäki, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inden yola çıkarak, beş günlük yaz tatilinde çektiği filmde, ayrı annelerden olma üç erkek kardeşin, babalarının 70. doğum gününde bir araya gelişini anlatıyor. Bunu elbette alışık olduğumuz o karanlık mizahıyla yapıyor. Filmleri gişede başarısız olan hevesli sinemacı Mitja, hayatını babasına bakarak geçiren Torsti ve yıllar sonra baba evine dönen Ivar’ın en büyük ortak noktası, hepsinin babalarından nefret etmesi ve onun ölümünü iple çekmesidir. İlerlemiş yaşına rağmen Mitja’nın aşık olduğu kadınla evlenmeye çalışan, Torsti’ye hizmetçi muamelesi yapan, birer oğul sahibi olduğu kadınların hayatını mahveden baba Paavo ise kendi açısından her zaman haklıdır.
Anılarla dolu, duygusal bir buluşma olarak başlayan gün, geceye evrildikçe bir intikam yarışına dönüşür. Özellikle tüm ailenin masa etrafında toplandığı pasta yeme sahnesi, her oğulun kendine has yöntemlerle babasını öldürmeye çalışmasıyla delilik sınırına dayanır. Babadan oğula geçen sadece kan bağı değil, aynı zamanda belirli bir karanlıktır. Bu karanlığın kuşattığı 4 kişi el yordamıyla birbirleriyle hesaplaşmaya çalışırken, eski defterler de temize çekilmek üzere açılır. Doğum günü yemeği bittiğinde, sabah olduğunda ve konuşacak bir şey kalmadığında birilerinin hayatı kökünden değişmiş olacaktır.
Ailenin nimetlerinden değil belalarından bahseden Veljekset, akli melekelerini yitirmiş mizahıyla zihinde yer eden bir film. / Artemis Günebakanlı
Kadınlar (Elles, Malgorzata Szumowska)
Geçen yılın en çok tartışılan filmlerinden “Utanç” üzerine yazarken7 “iktidar sahibi Brandon’ın zayıflığı” yerine toplumsal ve ekonomik olarak varoluş savaşındaki tarafı izlemenin ilgimi daha çok çekeceğini söylemiştim. Bu anlamda “Kadınlar” da “Uyuyan Güzel”in yanına ekleyebileceğim bir film oldu. Elle dergisi için kaleme aldığı bir dosya için fahişelik yapan öğrencilerle görüşen Anne’ı canlandırıyor Juliette Binoche. Aslında filmin ana derdinin “kötü yola düşmüş” genç kadınlar olduğunu düşünsek de yönetmen Malgorzata Szumowska zekice bir manevra yapıyor ve kızları yargılamaktansa Anne’ın değişimini mercek altına alıyor. Mesleği ve sosyal konumu sebebiyle ezberden “modern” sayıp geçtiğimiz Anne, aslında kafasını kuma gömmüş, düz ahlakçı bir Avrupa aydını. Gerçeğin kendi kafasında kurduğu kadar tek boyutlu olmadığını fark ettiğinde pek çok değer yargısını gözden geçirmek zorunda kalıyor.
Başrolündeki üç kadın oyuncunun performansları üzerine kurulu filminde Szumowska kendisini en çok zarif kurgusuyla gösteriyor. Anne’ın hayatı ve genç kadınlarla söyleşileri arasındaki geçiş noktaları üzerine düşünmek bile filmi zenginleştiren bir detay. Elbette Szumowska fahişeliğe biraz fazla “romantik” baktığı için eleştirilebilir – bu yolda çok kirli olabilecek seks sahnelerini bile oldukça “temiz” resmetmiş – ama yine de öyküsü, durduğu yer ve söyledikleri açısından ilgi çekici bulduğum bir film oldu “Kadınlar.” / Çetin Cem Yılmaz
Bir Dilek Tuttum (Kiseki, Hirokazu Koreeda)
Thomas Hobbes: “Homo homini lupus.”
Aksiyon: “Lord of the Flies”, William Golding
Reaksiyon: Kiseki, Hirokazu Koreeda
Son dönem Japon sinemasının en el üstünde tutulan yönetmenlerinden biri Koreeda, fakat ben her nasılsa bugüne kadar hiçbir filmini izlememeyi başarmıştım. Duyduğum onca Yasujiro Ozu kıyasından sonra, yönetmeni bu filmle tanımamam gerektiğini tembihleyenlere kulak asmadım. Meseleye “İyi bir futbolcuyu diğerlerinden ayırt etmem için tek maç yeterlidir” diyen Sinan Engin tadında yaklaştım ve gördüklerimden de hoşnut kaldım. Shinkansen Bullet Train’in tanıtım faaliyetleri kapsamında Japon demiryollarının isteği doğrultusunda oluşturulan film, öyle çok derin okumalara mahal vermiyor ve bunun ötesinde belki yönetmenin hayranlarının özel ilgisine mazhar olamayacak. Benim adımaysa festival, asli işlevlerinden birini üçüncü günden yerine getirmiş oldu ve ertelediğimi bile unuttuğum bir kararı yeniden gündemime soktu: Koreeda’ya başla, Koreeda’yı bitir.8 / Cem Pekdoğru
1 NİSAN
Yalnız Kalpler (The Music Lovers, Ken Russell)
“Bir gün çok ünlü olacaksın. Sadece ateşlemen yeter!”
Ken Russell’ın The Music Lovers’ı sadece Çaykovski’yi anlatmıyor, ateşleri anlatıyor. Açılış sahnesinden sonuna kadar bir kısır döngüden ibaret her şey. Sıcak su, annesi, yanma hissi, hastalık, yaralar, rüyalar. Hepsi bir eserin, hepsi bir çemberin parçası. Sonu çoktan belli bir senaryonun başrolündeki adamın hayatı ekrandaki, -eserinin ismi gibi- “PATETİK…”
Herkes bir gün izlediği filmden 15 dakikalığına rahatsız olacak. The Music Lovers’ta da bunlardan bolca var, Çaykovski’nin hayatında da. Tam tamına doğru bir biyografi olduğunu söyleyemeyiz, en azından Rus dehanın hayatına vakıf olanların dediği üzere. Fakat şunu söyleyebiliriz, Vedat Milör gibi, “Bir structure var.”
Hangi çağda, hangi yüzyılda geçtiği, kimi anlattığı önemsiz. Ken Russell’ın çılgın filminde bir çember var, bir de ateş. Bir gün çok ünlü olacaksın ve elin kolun bağlı olacak. / İnan Özdemir
31 MART
Aşkın Karanlık Yüzü (The Deep Blue Sea, Terence Davies)
Terence Davies her sene yeni bir film çeken ustalardan değil, bu yüzden salt yeni bir Davies filminin haberini almak bile dikkatimizi celp eden bir gelişme. Büyük oranda otobiyografik öğelerin üzerine kurulu 2008 yapımı belgeseli Of Time and the City ile Davies’in Béla Tarr’ın kelimeleriyle konuşursak ‘çemberi tamamladığı’ düşünülebilirdi. Fakat kendisini kanlı canlı karşımızda gördüğümüz ilk anda tasdik edeceğimiz üzere, Davies hiçbir zaman doyurulamayacak bir tutku ile yaşıyor ve bunu benzersiz şekilde dışavurabilmenin bir yolunu keşfetmişken, son nefesine kadar üretmeye devam edeceğini tahmin etmek çok zor değil. Kendisinin de filmlerinin çoğunda kamerayı çevirmeyi tercih ettiği savaş sonrası Britanya’nın orta sınıfını, daha o günlerde ustaca işleyen oyun yazarı Terence Ratigan’ı doğumundan yüz yıl sonra onurlandırmak da zorlayıcı film sürecine yeniden girmesi için yeterli bir bahane olmuş.
Filmi neredeyse bir tiyatro sahnesinde açıyoruz. Belki The Long Day Closes’daki kadar vurucu bir başlangıçtan bahsetmiyoruz, fakat tüm o büyük perdeye yakışmadığını düşünebileceğiniz mizansen içerisinde bile Davies’in dokunuşunu hissetmek çok zor değil. Ratigan’ı onurlandırırken esere tam bir bağlılık göstermeyeceğini o dakikada fark ediyoruz. Oyunu haliyle görmedim ama, tiyatronun sınırlarının imkan vermeyeceği kadar akronolojik bir anlatım söz konusu. Belli belirsiz bir yer ve zaman algısı içerisinde seyreden filmde, başından beri yarenlik etmemiz yönündeki teşvikle Hester’ın bilincinin içinden ve dışından liminal anlarda sürükleniyoruz. (“Bugüne kadar karşıma çıkan en çekici kadınsın” gibi nereye koyacağımızı bilemediğimiz sahneler ve nihayet bir yandan da David Lean’e saygı duruşu niteliği taşıdığını öğrendiğimiz9 metro sahnesi.) Davies gibi bir ustadan görmeye alışık olduğunuz şeyleri yeni bir filmde daha deneyimlemenin şikayet edilecek bir tarafı yok, fakat irdelenen konunun fazlasıyla bayat oluşu Davies’in gösterim öncesindeki “Ben bu filmi kalbimle çektim, umarım siz de kalbinizle izlersiniz” sözlerindeki dileğine riayet etmeyi zorlaştırıyor. Esasen Ratigan’ın hayatındaki çalkantılı bir süreçten esin aldığı yönünde şiddetli iddialar olan senaryo, belki Davies’in elini sınırlayan. İki muhteşem oyunculuğa rağmen, Hester’ın aslında pazarlandığı kadar dramatik olmayan kararının etrafında 100 dakika boyunca atılan turlar biraz sabır sınayıcı. Filmin sonunda birdenbire geleceğe ümitle bakan Hester hakkında bir sürü teori üretilebilir ama hiçbiri ilgi çekici gelmiyor ve beklenenin aksine ‘işte aşk böyle bir şey’ dedirtmiyor. En azından bana dedirtmiyor ve bu kişisel bir şey olabilir. Dişil arzularının peşinden gitme kararlılığını gösteren fakat kayınvalidesinin öğüdünü10 haksız çıkarmak adına masaya çok fazla şey koyamayan bir kadının hikayesi, her türlü ödül için adı geçebilecek bir Rachel Weisz performansından büyük bir güç alıyor. Fakat salondan çıktığımda filmi soran arkadaşıma, Hester’ın kendi intihar girişimi hakkındaki cümlesiyle cevap vermekten kendimi alamıyorum: “Belki üzücü ama bir Sophokles de değil.” / Cem Pekdoğru
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane