Skip to content

Blues Kemiğe Dayandı

Nashville'li country/blues müzisyeni Luke Roberts, dünyadaki yolculuğuna akorlarla devam ediyor.

Küçükken evinizdeki klasik gitara yeterli ilgiyi göstermemiş olmanın vicdan azabını mı yaşıyorsunuz? Artık kendinizi affedebilirsiniz, Luke Roberts da aynı şeyi yapmış. Önce televizyonsuz evlerindeki piyanoyu tıngırdatıp sıkılmış, sonra keman derslerini kırmış. Nashville’de, dar gelirli ailelerin çocuklarına müzik eğitimi veren bir okulda eline geçirebildiği bütün enstrümanları çalmayı deneyip, işin içine öğretmenler girince hep yan çizmiş. Uzun süre hayatta ne yapmak istediğine karar verememiş. Kendi sözleriyle “aynı anda her şey olmaya çalışıp hiçbir şey olamadığı” arayış günlerine sevgilisi, tek bir şeye konsantre olmasını tavsiye ederek son vermiş. Galip gelen elbette müzik.

Roberts Nashville’de büyümüş, doğduğu ve yaşadığı ülkeyi trenle keşfetmiş, Appalachian Dağları’nda yürümüş, bir süre Brooklyn’de yaşamış. Sesi etkileyicilikte Mark Kozelek’ten geri kalmayan bu genç adamın samimi ve doğrudan şarkıları, Big Bells and Dime Songs adıyla 2010’da Thurston Moore’un plak şirketi Ecstatic Peace etiketiyle, ertesi yıl da Thrill Jockey çatısı altında yayımlanmış. Roberts, anlatıya zemin hazırlayan basit ve sakin gitar akorlarını dost ediniyor. Albüm, kapağındaki trenin ritmine sahip. Akustik gitar, davul ve piyanoyla, derdini kendine özgü blues’uyla anlatmaya koyuluyor. Bazen bir şey anlatırken, düşündüğüm hızda konuşmaya çalışıp nefessiz kalıyorum. Düşüncelerim, hemen kelimeye dönüşmezlerse kaybolacaklarmış gibi geliyor. Luke Roberts’ın böyle bir sorunu olduğunu hiç sanmam. “Bu benim şarkım, doğru düzgün söyleyeceğim. Hey-ho! Her gece” diyor Just Do It Blues’da.

Mart’ta, yine Thrill Jockey’den çıkan ikinci albüm The Iron Gates of Throop and Newport, daha temiz ve derin bir sound’a sahip. Albümü iğneden korkan ama iyileşmek için başka çaresi olmayan biri gibi dinliyorum. İlk iki şarkı içimi rahatlatmışken His Song iğneyi batırıyor. Elektro gitar tutuşup ağır ağır yanıyor. Gerisi kolonyalar, pamuklar, ovulan bilekler. Will You Be Mine’ın basit melodisi gün boyu mantra gibi zihinde yankılanıyor. Ne Every Time’daki keman, ne de Lost on Leaving’deki mızıka süs olsun diye kullanılmış. Her enstrüman bir şey ifade ediyor, bir şeylerin altını çiziyor. Hepsi birer birer sahneye çıkıp, işini yapıp, iniyor. Albümdeki her sesin edecek sözü var. Luke Roberts’ın kelimelerini, kendi dillerinde tekrar eder gibiler.

Çoğu zaman müziğin en güzel yıllarını kaçırmış olma hissiyle yaşıyoruz ve bu aslında tamamıyla bizim suçumuz değil. Dört bir yandan nostaljinin pompalandığı sonsuz “revival” günlerinde yeni müzisyenlerin doğuşunu, gelişimlerini ve olgunlaşmalarını izliyor olduğumuzun biraz daha farkına varmamız gerek. Müziğini belli bir coğrafyaya değil tüm dünyaya ait gören, “Dünyada yapılan müzik, dünya müziğidir” diyen Luke Roberts’la 80 akorda devr-i alem mümkün.