Dimitris Diamantidis, dünya üzerindeki en ideal atlet olabilir. Olympiakos taraftarları için bile ondan nefret etmek kolay değildir. Kendini Avrupa’nın bir numaralı oyuncusu noktasına getirecek kadar çalışkandır. Saha dışındaki hayatını göz önünden uzak tutmak için azami çaba gösterir, belediyede kıyılan bir nikâh ve sonrasında memleketinde yapılan sade bir tören onun için yeterlidir. Beslenme planının dışına, ayda bir kereliğine kendine tanıdığı özgürlük dışında asla çıkmaz. Saha içinde de her şeyi doğru yapmak konusunda o kadar kararlıdır ki, bazen rakipleri onu durdurma stratejisini bencillikten uzak olmayı abartması üzerine kurarlar. Sporcu kişiliğinin her anı, taraftarların gözündeki ideal profilin yansıması gibidir. Bu kadar sevilesi bir figürün yaşlanmaya başladığını görmek can sıkıcıdır. Sahada onu görmek hâlen büyük bir keyif unsuru olsa da, sahaya etkisinin azalmakta olduğu gerçeğiyle karşı karşıya olunca oyunu daha fazla düşmeden, pırpır Amerikalı guardların maskarası olmadan emekli olmasını ister bir yanınız.
Theodoros Papaloukas, size hayallerinizin gerçek olabilme ihtimalini aşılar. “Koşamaz, zıplayamaz, hızlı değil ama en iyisi o” sözünün Larry Bird’den çok ona ithaf edilmesi gerektiğini bile düşündürür. Bird’ün şut becerisi de yoktur onda üstelik. Belki de bu yüzden, onunla aranızda bambaşka bir bağ kurarsınız. İşleri nasıl değiştireceğini beklemek ve sonunda o anı görmek bambaşkadır. Onun imzası ile kazanılan bir maç, farklı bir zevktir. Daha coşkulu değildir belki ama daha farklıdır. Yaşlandığında bile mutlaka fark yaratabileceğini bilirsiniz. Bu yüzden de David Blatt onu kenara hapsettiğinde çok üzülürsünüz. İşler daha da üzücü bir noktaya geldiğinde ise emekliliğini, onu sahada birkaç dakika izleme ihtimaline tercih eder duruma gelirsiniz.
Sarunas Jasikevicius’a hak ettiği değerin verilmediğini düşündüğünüzde sinirlenebilirsiniz ama onu sahada bir daha göremeyecek olma düşüncesini aklınızdan geçirmeniz çok daha zordur. “Derrick Sharp gibi 45 yaşıma kadar oynamak istiyorum” derken şaka yapmıyor olmasını istersiniz, zira bu oyuna dair başka bir şeyi sembolize ediyordur Saras. Klasik kazanma yollarının dışında kendi yollarını takip eden Litvanya milli takımı ve Maccabi Tel Aviv’in lideri olmasından çok daha fazlasıdır bu üstelik.
İlk Panathinaikos serüveni sona erdiğinde artık Saras’ın peşinde koşan Avrupa devleri yoktu. Onların bir alt kademesindeki Fenerbahçe’ye gelişini bile, profesyonel hayatına başladığı Lietuvos Rytas’taki birkaç iyi maçına borçluydu. İkinci Atina ve Barcelona dönemlerinde gittikçe daha da geri planda kalan bir veterana dönüşürken Zalgiris’e gelişi çocukluk hayallerindeki formayı giyme arzusundan çok, artık talep edilen bir isim olmamasından kaynaklanıyordu.
Birkaç yıl önce koçluk yapmayı düşünüp düşünmediği sorulduğunda “Çılgın gençlerle uğraşabileceğimi zannetmiyorum, benim gibi bir tane bile oyuncum olsa, of, o anda işim biter zaten. Benim gibi biriyle nasıl baş edebilirsin ki, tamamen imkânsız” demişti. Artık Zalgiris maçlarında kenarda takım elbisesiyle oturan bu adam, bu oyunu ondan kopamayacak kadar çok seviyor. Onu bu kadar özel yapan en büyük farkı da bu galiba.
Artık koçluk yapabilecek duruma gelmesini sağlayan bir özelliği de var, gittikçe olgunlaşan bir adam Saras. Pini Gershon’un egosu yüzünden –ailesinin de izlediği bir maçta– kenarda oturmasına ondan beklenmeyecek bir sakinlikte “Bence hatalıydı ve egosu öne çıkmıştı ama hepimizin egosu var sonuçta” diyebilmesi, basında sıklıkla çizilen prima donna tanımına pek uymuyordu, Obradovic’in saatlerce süren ceza idmanlarını hak ettiklerini itiraf etmesi de. Hayatta pek çok kişinin geçtiği yollardan geçiyordu aslında o da. Maccabi’deyken artık baba olmak istediğini söylüyordu. Çocuklarıyla vakit geçiren takım arkadaşlarını hafiften kıskançlıkla izliyordu. İki çocuk sahibi bir baba olarak, Mike Batiste’in ‘parti kankası’ olduğu günlerin biraz uzağında artık.
“Yanlış seçim yaptım. Indiana’ya asla gitmemeliydim ve bedelini hayatımın iki yılıyla ödedim.”
İzlemeye artık pek tahammül edemediğim NBA’in en izlenesi takımlarından birini (Indiana Pacers 2004) yaratmış Rick Carlisle’a hâlâ çok kızgınım. Saras’ı çeken kameranın önüne dalıp photobombing yapabilecek kadar cool olabilen bir koçun, nasıl bu kadar muhafazakâr davranıp Saras’ı hak ettiği fırsattan mahrum bıraktığını hâlâ anlayamıyorum. Oyun stili oraya uygundu, lise ve üniversite hayatı ABD’de geçtiği için, uyum sorunu en az olabilecek isimlerdendi. Ama NBA’in kendine özgü dinamikleriyle Avrupa’nın dinamiklerini birlikte kaldırabilecek çok az isim var ve o bunlardan biri değildi.
“Takımdaki atmosfer felaketti, olabilecek en kötü seviyedeydi… Bir keresinde oyunculardan biri idmana sarhoş bir şekilde, ayağında terliklerle geldi ve koç onu dışarı atmadı.”
Hikâyeyi yıllar sonra anlatırken bile yüzünde beliren şok ifadesidir aslında Saras’ın hissettikleri.1 Yaşadıklarından bahsederken, “Sürpriz mi? Sürpriz denemez, şok edici bile değil, şok edicinin de ötesinde” diyordu.
Muazzam kariyerinin her anı parıltılı değildi, ciddi hayal kırıklıklarına da yer vardı. NBA’de kendini kanıtlayamamış olması, bunlar içinde biraz daha öne çıkıyordu. 2004’te Saras’ın niye NBA’de olmadığını sorduklarında “Buradaki farklı bir oyun” derken, muhtemelen düşünmeden, sadece bir klişe öne süren Larry Brown gibilerinin haklı görünmesi biraz da mesele. Saras farklılıklara uyum sağlayamayacak biri değildi; Olimpija’da Zmago Sagadin’in sıkı rejiminin sahadaki genç yöneticiliğini yaparken, Barça’ya geldiğinde Aíto’nun yüksek tempo basketbolunu oynatmakla yükümlüydü. Svetislav Pesic Katalunya’ya geldiğinde ise Bodiroga, Fucka ve Duenas ile her pozisyonda rakiplerinden bir kafa yukarıda olacakları fiziksel avantaja dayalı bir düzeni yönetmesi gerekiyordu. Maccabi’de hücum akışkanlığına dayalı bir oyunun lideriyken, Panathinaikos’ta her detayı belirlenmiş bir kontrol basketbolunun bir parçası hâline gelmişti. Yazları milli takım mesailerinde ise skorer rolünü de üstlenen, sorumlulukları gittikçe artan bir liderdi. Bunların hepsinde de başarılı olmanın yolunu bulmuştu.
“Daha kaç kere kendimi kanıtlamam gerekir? Amerika’ya bir otuz daha mı atmam lazım? Orada da iyi maçlar çıkardım aslında. Bakın, hep dediğim gibi, ben NBA’de her zaman ortalama bir oyuncuydum. Ortalama oyuncuların, ortalama üstü oynayabilmek için yardıma ihtiyaçları vardır ve ben bu yardımı almadım. Savunma problemleri? Herkesin savunmada eksikleri var. Kimisi şut atamıyor, kimisi pick-and-roll oynayamıyor… Eğer oyuncudan faydalanmak istersen, bir şekilde yolunu bulursun.”
Pacers’ın o dönemki bütün sorunlarının yanında Saras’tan yararlanamaması en önemli mevzu değildi ama Bird’ü özellikle hayal kırıklığına uğratan konulardan biri bu olsa gerek. İsveç’te Litvanya’yı Avrupa şampiyonu yapan sarışın çocuğu izlerken, o da geri kalan herkes gibi kendinden geçmişti. Sonraki iki yıl sık sık Avrupa’ya gelip onu izlemeye çalışmış, ikna etmek için Tel Aviv’e kadar gelmişti.
“Larry Bird, NBA’de işleri koçun yürütmesine izin veren nadir yöneticilerden biri, yani olması gerektiği gibi. Maccabi’ye benzer şekilde, yüksek tempoda oynayan bir Pacers vizyonu vardı. Rick Carlisle’ın ise farklı bir vizyonu vardı. Değişiklik yapacağı düşünülüyordu ama stilini hiç değiştirmedi.”
Sonuç, Saras’ın kariyerinin zirvesinde kaybolan iki yıl ve belki daha da fazlası. Sindirmesi hâlâ zor, zira NBA faslı olabilecek en kötü zamanda geldi. Mevzu art arda üç Euroleague şampiyonluğundan sonra, kariyerinin zirvesindeyken NBA kararı almış olması kadar bıraktığı Maccabi Tel Aviv biraz da. O takım, Euroleague finalini 44 sayı farkla kazanabilecek kadar özel bir takımdı. 2006’da Prag’daki finalde, işlerin kötüye gittiği anlarda Saras’ın eksikliği fazlasıyla hissedildi ve favori oldukları maçı CSKA Moskova’ya kaybettiler. O yokken kavuğun yeni sahibinin karşı taraftaki Papaloukas olduğu belgelendi o gece. İsveç’te de Maccabi gibi farklı bir iz bırakarak şampiyon olan, Atina’da madalya alamasa da en iyi takım olan Litvanya milli takımında da işler onsuz umulduğu gibi gitmiyordu. Belgrad’da Avrupa şampiyonu olan, Japonya’da Dream Team’i yenen milli takımların dümeninde yine Papas vardı. Maccabi de, Litvanya da tamamlanmamış hikâyeler gibi hissettiriyordu.2
NBA hikâyesinin bitmesiyle eş zamanlı olarak, 2007’de mili takıma geri döner. Takımla beraber Elefterios Venizelos Havalimanı’na Akropolis Turnuvası için indiğinde bekleyenleri vardır. Olympiakos taraftarı bir genç, atkısını Saras’ın boynuna takmaya çalışır ama onun o atkıyı takmaya pek niyeti yoktur. Atkı yere düştüğünde, bir şeylerin göründüğünden farklı olduğu anlaşılmaya başlar. Avrupa basketbolunun Mark Cuban’ı olmaya niyetlenen Angelopoulos Kardeşler, sansasyonel transferlerin peşindedir ve Yunan spor medyası günlerdir Saras’ın Pire’ye geldiğini yazmaktadır. Acı verici iki yıldan sonra onu en iyi anlayan koçla tekrar bir araya gelmesi aslında olması gereken şey gibi görünmektedir. O günlerde Panathinaikos’un sahipleri, transferi bitirmesi için yöneticilerini Madrid’e, Litvanya milli takımı kampına göndererek işi bitirir. Sarunas Jasikevicius o anda Dominique Wilkins, Rivaldo, Dino Radja, Dejan Bodiroga, Arvydas Macijauskas gibi isimleri geçerek Yunan spor tarihinin en çok kazanan sporcusu hâline gelir. Atina’ya birkaç hafta sonra tekrar indiğindeki manzara, Darius Vassell’in Ankara’ya indiğinde bulduğu karşılamaya en çok yaklaşan şey olabilir. Ertesi gün, futbol gazetelerinin bile manşetinde o vardır. Pavlos Giannakopoulos’a göre Saras’ın Yoncalar’a katılması, Dominique’in imzası kadar büyük bir olaydır. Pini Gershon yerine tarzının pek uyuşmadığı Zeljko Obradovic’in tercih edilmesi ise aslında sürprizdir. Arkasında yatan sebepse Saras’ın önceliğinin kazanmak olmasıdır, işlerin umduğu gibi gitmediği Fenerbahçe ve Pacers tercihlerinin arkasındaki gibi. Kimilerinin sıkça dile getirdiği yönetmesi zor Saras, takım başarısını ön planda tutan tercihleri yapan adamdır, merkezinde kendisinin olacağı takımları tercih eden değil. Panathinaikos’taki üçüncü sezonu öncesi takımda kalabilmek için maaşında ciddi bir indirim yapılmasını da kabul eder.
Üç yıl sonra Zeljko, onu artık takımda istemediğini söyler. Üç yılın ikisinde anlatmakta “mütevazı” tabirinin bile yetersiz kalacağı Partizan takımlarına elenmiştir PAO. Aldığı riskler fazla göze batan, savunma defoları daha da öne çıkan 33 yaşında bir adamdır artık Saras. Özellikle çalkantılı geçen ilk sezonunda, kontrol odaklı PAO basketboluyla frekanslarının uyuşmadığı anlar ön plana çıkmaktadır. Andrija Zizic’in kafasında patlayan bu pasların birinden sonra, Kaptan Alvertis ve Obradovic’in onu sakinleştirmeye çalışması sezonun özeti gibidir.
Eskisi gibi devlerin peşinden koştuğu bir adam da değildir artık. Vilnius’ta başlayan, İstanbul’da biten bir sezonun ardından ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’da bütçesi daralan PAO’nun kapıları tekrar açılır. Obradovic’in kafasındaki ideal isim değildir ama şartlar onları, ikisinin de birbirlerine ihtiyaç duydukları bir noktaya getirmiştir. Dalgalı geçen bir sezonun sonlarında ikisini de zor zamanlar beklemektedir. Play-off serisinde Maccabi Tel Aviv ile eşleşmek Saras için duygusal açıdan yeterince zorken, Blatt’in sahadaki akıl oyunları da bu alanda herkese üstünlüğünü tartışmasız kabul ettiren Obradovic’i koçluk hayatının en büyük engellerinden biriyle karşı karşıya bırakır.
Tel Aviv’deki ilk maç, Yoncalar için kâbus gibidir. İstedikleri hiçbir şeyi yapamazlar. Hücumda üretemeyen takım için çilingir görevini üstlenmesi gereken Saras’la işler sadece daha kötüye gitmektedir. Tuttuğu adam Blatt’in ilk hücum seçeneği hâline gelirken, top kayıpları tribünleri çılgına çevirecek hareketler serisinin ilk halkasını oluşturur. Ve Yad Eliyahu’da tribünleri azdırmak, Avrupa basketbolunda yapmak isteyeceğiniz en son şeylerdendir.
Tel Aviv’de oynanan ve mağlubiyetinizin Maccabi için Final Four bileti anlamına geleceği bir maçtan galibiyet beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. Ama 48 saat sonrası başka bir hikâyedir. Saras o gece bir şekilde fark yaratan işleri yapan adam olur ve ertesi hafta Atina’daki kritik anlarda gene onun imzası vardır.
Sonraki ay İstanbul’a seyahat eden Panathinaikos ve Obradovic, daha öncekilerden çok daha zor görünen bir görev ile karşı karşıyadır. Andrei Kirilenko lokavt sonrası NBA’e geri dönmediği için rüya bir kadro ile herkesi ezip geçerek gelen CSKA’nın yenilebilmesi olasılıklar dâhilinde görünmemektedir. Obradovic’in bu seferki sürprizinin ne olacağı merak konusudur. Sezon boyunca kenardan gelen Saras ilk beş başlar ve o anda plan işleme koyulur. Obradovic rakibi yine en güçlü olduğunu sandığı yerindeki bir aşil noktası üzerinden vuracaktır. PAO’nun kusursuz pick-and-roll organizasyonu ilk çeyrekte CSKA’yı darmadağın eder. Başrolde de Saras vardır. Normal şartlarda Panathinaikos’un şok edici bir galibiyet çıkarması gereken maçta, ULEB döneminin en rezil hakem performanslarından birinin yanına maçın çoğunda sahada varlığı bile hissedilmeyen bir Diamantidis eklenince son topta kaybedilmiş bir maç olarak kayıtlara geçer o gece.
O gece farkını ortaya koyan adamın Diamantidis değil Saras olması aslında çok da sürpriz değildi. Berlin’de Yunan gazetecilerin oylarıyla MVP ödülününün Vassilis Spanoulis’e verilmesi aldatmasın, Messina’nın makine düzenindeki takımını devre arasına şok içinde gönderen de, iki gün önce Olympiakos’u yıkan adam da Saras’tan başkası değildi. Büyük maçlara kafa olarak hep farklı hazırlanır ve o anlar geldiğinde gerekeni yapardı. Taraftar için en özel maçları özel olarak oynayabilmesidir çok sevilmesinin bir sebebi de. 2003’te çeyrek finaldeki Sırbistan-Karadağ eşleşmesi, tribündekiler için sadece kritik bir Avrupa şampiyonası mücadelesi değildi. Bununla birlikte 95’te OAKA’da çalınan altın madalyaları için bir intikam maçıydı. O gün Stockholm, 13 numaralı oyuncunun en iyi resitallerinden birine sahne oldu. Litvanya’da tanrı statüsünde olmasının başka sebepleri de var.
CSKA maçının son düdüğüyle birlikte Saras doğrudan, başı önde, soyunma odasına gider. Rakibi tebrik etmek içinden gelmemektedir, yapabileceğini gördüğü ama ulaşamadığı noktanın hayal kırıklığı ile adaletsizliğe uğrama hissi içinde hızlı adımlarla ortadan kaybolur. PAO taraftarı underdog olarak geldiği yerde takımına kızacak durumda değildir ama aynı hissiyatı paylaşır. Saras’ı bu kadar özel yapan şeylerden biri de şudur; siz tribünde nasıl hissediyorsanız, o da aynen öyle hisseder. Tel Aviv’de eski aşkının önünde yeni sevgilisi ile çıkardığı galibiyet için fazla sevinmemeye özen gösterişinden Londra’da kazanmaya çok yaklaştığı yarı finali Real Madrid’e hediye etmelerinin ardından tutamadığı gözyaşlarına, İsveç’te şampiyonlukla birlikte topu formasının içine sokarak bir çocuk gibi koşturmasından Sydney’de Dream Team’in fiyakasını ilk kez bozarken son saniyedeki şutu girmeyince reklam panolarının üzerine çöktüğündeki hâline kadar,3 siz taraftar olarak nasıl hissediyorsanız, o da öyle hissediyordur. Ne eksik, ne fazla. Kazanırken de, kaybederken de taraftara bu kadar yakın olabilen pek insan yok profesyonel spor dünyasında.
“İnanmak istemiyoruz. Anlamıyoruz. Saras’ı sadece basketbol yetenekleri için değil aynı zamanda tutkusu, kendine has aurası, hakemlerden daimî memnuniyetsizliği için de seviyoruz. Sarunas fazla mekanize Panathinaikos motorunun, tahmin edilemez ve gerekli bir parçası. Çünkü biliyoruz ki, kötü gününde olsa bile tüm yüreğini ortaya koydu ve içinden geldiği gibi oynadı. Onu bugünlere getiren aynı içgüdüyle. Ama eğer iyi günündeyse, işte o zaman… Vücudunuzdaki son hücre bile iyi basketbolun ne olduğunu hisseder. Rakibinizin sayı atmasını umursamazsınız bile, sadece bunu daha çabuk yapmalarını ve topu bir an önce Saras’ın almasını istersiniz. Saras herhangi bir oyuncu değil, o bir basketbol harikası. Saras’ın tekrardan o yeşil formayı giymeyeceği, kenarda şanslı topuyla oynarken onu göremeyeceğimiz gerçeğini kabul etmek istemiyorum.”
Panathinaikos taraftarının niye Saras’ı herkesten daha çok sevdiğini özetliyor içlerinden biri. 2010’da tanrı kabul ettikleri Zeljko Obradovic’in onu niye takımda tutmak istemediğine anlam veremeyip, kararını gözden geçirmesini isteyen binlercesi gibi. O kadar tutkulu ki sembol kaptanları –sırf işsiz kalırsa taraftarlar kulübü basar diye kulüp içinde bir görev verilen– Fragiskos Alvertis’ten de, ideal lider olan Dimitris Diamantidis’ten de daha kısa sürede daha fazla iz bırakan adam Saras.
Basının en sevdiği karakter değildi, ama bu da taraftarlarla arasına giremedi. Tribünlere oynama popülizminin pek meraklısı değildi, aptalca sorulara fazla tahammülü yoktu ve zaman zaman basını terslemekten de çekinmedi. Moskova’da finalden önce İspanyol basını canını o kadar sıkmıştı ki, ‘adam gibi bir şeyler sorun’ serzenişinde bulunmuştu. İyi aile çocuğu imajıyla ilgilenmediği için prima donna algısı daha kolay yerleşmişti. O seviyedeki herhangi bir kişi gibi egosu yüksekti ve doğal olarak sahada yönetilmesi çok kolay bir figür de değildi. Ama asıl sebep, basına demeç vermeye pek meraklı olmayışıydı. Uyum sağlama konusunda kendini başarılı gören biri olarak, en zor adaptasyonu Tel Aviv’de yaşadığını itiraf etmişti. Kültür, farklı bir lig, sistem değişikliği gibi konular da değildi onu asıl zorlayan. Barcelona gibi takımın ayrı seyahat ettiği, kendi kuralları, kendi sırları olan bir kulüpten, ülkenin gayriresmi milli takımı konumundaki, gazetecilerden taraftarlara, takımın herkesle iç içe olduğu bir yere gelmişti. Uçakta uyumaya çalışırken üstünde patlayan flaşlardan çok da memnun sayılmazdı. Moskova’da Euroleague gala yemeğine gitmemek için Mori Fanan’a4 bahaneler uydururken, Scola ve Macijauskas’ın idmanlarını bitirip gelmesi için bekleyeceği saatlerden başlayıp orada ne yiyeceğinin belli olmamasına kadar zorladı şartları. Finalden bir gece önce milletin elini sıkıp fotoğraf çektirmeye gitmek istemiyordu. Alacağı ödül pek de umurunda değildi.
“Basketbolcu olmasam ne olurdum, gerçekten hiçbir fikrim yok” diyen bir adam olarak, 37 yaşında çocukluk hayali olan Zalgiris’te her antrenman öncesinde hâlâ aynı motivasyona sahip olduğunu söylüyordu. Oyunu gerçekten sevmek ve bunu herkese hissettirebilmek başka bir şey. Altı yaşında o topu eline aldığında nasıl keyif alıyorsa, oyundan hep o keyfi almaya çalıştı. Oynamadığında en çok bu yüzden mutsuz oldu. Son yıllarda kenardayken her canı sıkıldığında bir köşede topu alıp dripling yapar hâle gelmişti. Oynarken keyif de almak istediği için kalıplara hiçbir zaman uymadı. Risk alan biriydi, hâliyle hata da yapan. Kontrollü bir oyun oynatmak isteyen Svetislav Pesic, Avrupa şampiyonluğuna rağmen onu ertesi sezon Barça’da istememişti. Ertesi sezon, Pesic’in Barça’daki son sezonuydu.
David Blatt, Tel Aviv’de asistan koç olduğu günlerde Saras’a şöyle der: “Anthony Parker harika bir oyuncu ama çok sessiz biri. Benim saha içinde daha çok konuşan bir lidere ihtiyacım var. Bazen takım arkadaşlarını uyaran, bazen onları pohpohlayan, bağırıp çağıran, duygularını gösterecek birine ihtiyacım var.”
Artık saha içi koçluğundan resmî bir göreve terfi etmiş biri olarak, aynı şeyleri takım elbiseyle de yapmaya devam ediyor Saras. Daha olgun biri olabilir ama içindeki yaptığı işten keyif almak isteyen o çocukta değişen hiçbir şey yok. En büyük farkı da bu herhâlde. O zamanlar Shimon Mizrahi taklidi yapan, soyunma odası goygoylarında başı çeken adam bugün de takım elbiseyle resmî fotoğraf çekimlerinde photobombing yapmaya devam ediyor.5 Galiba onun en çok bu yönünü seviyor insanlar, içindeki çocuğu hâlâ korumayı başarmasını.
David Blatt’i ne kadar sevsem de, Theodoros Papaloukas’ı oynatmadığı için bir yanım ona hâlâ çok kızgın. Dirk Nowitzki’ye şampiyonluk yüzüğünü taktırmış olmasına rağmen Rick Carlisle’a da öyle. Saras NBA’deki zor zamanlarında dibe vuran moralini yükseltmek için, oynadığı Maccabi Tel Aviv maçlarının videolarını izlediğini itiraf etmişti. İtiraf etmeliyim ki ben hâlâ izlemeye devam ediyorum, kendimi daha iyi hissetmemi sağlayan pek az şey var.6
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane