Skip to content

Ölümsüzler

Rio 2016, tarihin en önemli sporcularından ikisinin son Olimpiyatı oldu. Onları neden çok sevdik?

“Şunu açıkça söyleyeyim ki, Ryan Lochte ne söylediğini bilmiyor.” Sözler Michael Phelps’e aitti ve Michael haklıydı. Ama konu bir benzin istasyonunda olanlar değil (skandalın patlamasına daha bir hafta var), Ryan’ın Tokyo 2020 ile ilgili “Ben orada olacağım. Bence Michael da orada olacak” yorumuydu. Phelps, 100 metre kelebekte Joseph Schooling’in arkasından ikinci olmuş ve kariyerinin 27. madalyasını kazanmıştı. Bir tane daha altın alacak ve perdeyi çekecekti.

Olimpiyatlarda geleneksel olarak ikinci hafta atletizm sahneye çıktığında, benzer bir efsanenin daha son perdesini izleyecektik. Usain Bolt, 100 ve 200 metrede tarihin en hızlı adamı, bu ikisinin yanında 4×100’de üç altını alacak, dahası bunu 2008 ve 2012’den sonra üçüncü defa gerçekleştirecekti. O da her röportajında “bu son” dedi.

Aslında Bolt söz konusuysa sayıların önemi azalıyor. Belki onu Michael Phelps’ten ayıran şey bu. Sprint yarışları, Olimpiyatların er meydanı. İlgili ilgisiz herkesin oturup yakaladığı tek şey. Evet, çoğu sporsever, Bolt’un 100 ve 200’deki rekorlarını dereceleriyle söyleyebilir. Ama Bolt’un bunu nasıl yaptığı, 9.58’in ve 19.19’un bile ötesinde. Pistte diğerleri arasından kolayca ayırt edebileceğiniz devasa fiziği, her 100 metrede yavaş çıkışına karşın arayı kapatması, son metrelerde yavaşlaması, kimi zaman kollarını açması, kimi zaman kenara bakıp gülmesi… 100 metre gibi robotik ve en ufak bir çizgi dışı hareketin bile düşünülmediği bir branşa getirdiği renk, imza…

Ama o dereceler birini hala ilgilendiriyor. Usain Bolt’un kendisini. Wayde Van Niekerk’in 400 metresi sonrasında Usain Bolt’un 200 metrede rekorunu geliştirerek pistteki otoritesini sağlamlaştıracağını düşünüyordum. Haklı çıkamadım. Ama Bolt da bunu denemedi değil: “Köşeyi döndüğümde bacaklarım bana ‘Bak, bundan hızlı gidemiyoruz’ dedi. Daha hızlı koşmayı gerçekten istedim, ama bacaklarım öyle olmayacağına karar verdi.”

Bolt, pistte eğlenmeye önem veren bir adam imajı çizmiş olabilir, ama onun için kazandığı madalyalar, bıraktığı mirasın kusursuzluğu çok daha önemli. 2008’den bu yana Usain Bolt’u hiç ikinci görmediniz, çünkü buna izin vermedi. Şimdi bırakmak istiyor, çünkü onu ikinci görmenizi istemiyor. 200 metre yarı finalinde Andre De Grasse temposunu düşük görüp atak yapmaya başladığında Bolt buna izin vermedi. Ona güldü, parmağını salladı ve yarış sonunda verdiği röportajlarda da geri adım atmadı: “Yaptığı şey hoş değildi. Ama çok genç ve öğrenecek. Genç çocukların beni geçmesine izin vermem. Asla bu şansa sahip olmayacaklar.”

Bolt’un Rio’nun son yarışı olmasını vurgulamasının sebeplerinden birisi bu işte. Onun Rio’daki dereceleri, aslında “normal insan” derecelerine yakındı: 100 metrede 9.81, 200 metrede 19.78. 2004 yılında Justin Gatlin 100 metrede altın madalyayı 9.85’le, Shawn Crawford 200’de 19.79’la kazanmıştı. Usain Bolt sonsuza kadar koşsun, her seferinde rekorları kırsın istesek de, onun bırakmak istediği kusursuz miras buna izin vermeyebilir. Seneye Londra’da son kez koşup veda etmek istemesi bundan.

phelps

Phelps, madalya koleksiyonu açısından Bolt’tan çok daha zengin olmasına karşın kariyerinde bazı pürüzleri bundan dört yıl önce yaşamıştı bile. Önce 400 karışıkta dördüncü olmuş, sonra da 200 kelebekte Chad Le Clos’a geçilip gümüş madalyada kalmıştı. Londra’da bireysel yarışlarda “sadece” iki altın madalya almış olması, takım madalyalarıyla birlikte onun gelmiş geçmiş en fazla Olimpiyat madalyalı sporcusu olmasına yetmişti evet, ama bu Phelps standartlarında başarısızlık kabul edilebilirdi. Ama bunu ancak bugünden bakarak anlayabiliyoruz.

Phelps’in kırdığı rekorlara, çoğu zaman bunu zorlanmadan yapıyormuş gibi görünmesine ve hislerini pek belli etmemesine bakıp ona bir makine diyoruz. Kazanmaya programlanmış bir makine. Ama o kadar da basit değil. Phelps’in Londra’ya nasıl hazırlandığına dair hikayeleri okuyunca karşımızda bir insan olduğunu hatırlıyoruz. Alkol problemleri bir yana (çoğu zaman havuza akşamdan kalma giriyordu), Cuma günleri kaytarıp hafta sonunu uzatmayı sevdiği sır değildi. Koçu Bob Bowman, çareyi her Cuma Phelps’in başka bir (yüzücü olmayan) arkadaşını havuza çağırmakta bulmuştu. Evet, Londra’da kendisini tarihin en fazla altın madalyalı Olimpik sporcusu yapacak kadar yarış kazandı, ama derinlerde bir yerde Phelps yasak savıyordu aslında. Yüzmekten keyif aldığını hatırlaması için biraz uzak kalması gerekti.

2012 yazında, Londra’nın hemen öncesinde İstanbul’a Boğaz yüzme yarışlarının konuğu olarak gelen Mark Spitz’le söyleşmiştim. Aynen şunları söylemişti: “Phelps 27 yaşında ve suya her girdiğinde ondan altın bekleniyor. 31 yaşında yüzebilir mi? Kesinlikle. Bunu istiyor mu? Herkese ‘Hayır’ diyor. Fikrini değiştirebilir mi? Muhtemelen.”

Phelps, 2013 yazında fikrini değiştirdi. Ailesiyle bir tatildeyken yüzme havuzuna girdiğinde. O gece Bob Bowman’ı aradı ve “Belki bir kez daha yapabilirim” dedi (Bowman’ın ilk cevabı “Hayır” olmuştu). Yine de, onu 2016 yazında gördüğümüz adam haline getiren şey, rehabilitasyon oldu. İkinci defa alkollü araç kullandığı için tutuklandığında Arizona’da çölün ortasındaki Meadows’a kapanmayı kabul etti. 2014’ten bu yana hayatındaki her şeyi teker teker düzene koydu: Alkolü bıraktı, babasıyla arasını düzeltti, Nicole Johnson’a evlenme teklif etti ve baba oldu.

Bir gün menajeri Peter Carlisle’a şöyle diyecekti: “Peter, çok ilginç olacak. Daha önce hiç elimden gelenin en iyisini vermemiştim.” Olimpiyatlara kadar ağzına tek bir damla alkol koymadı. Tek bir antrenman bile kaçırmadı. “Performanslarım iyileşti çünkü çalıştım, uyudum ve kendime her zamankinden daha iyi baktım.” Hocası Eddie Reese, ta bir buçuk yıl önce Phelps’in Rio’da bu kadar iyi olacağını müjdelemişti: “Onu her zamankinden daha hızlı göreceğiz. Mayo döneminden bile daha hızlı. Onu geçmek çok çok zor olacak.”

Phelps, Rio’da neredeyse kusursuzdu: Beş altın ve sadece bir gümüş. Bayrak yarışlarında 2008’deki gibi fark yaratan adamdı, bireysellerde ise biri dışında geçilmek şöyle dursun, diğerlerinden bambaşka bir düzeydeydi. 4×100 serbestte kendi turunda podyuma her çıktığında güldü, ağladı, duygulandı. Oğlu Boomer’ın yanına koştu. Katie Ledecky’yle verdiği pozda da, Schooling’e kaybettiği andaki tavırlarıyla zarifti. Daha önceki üç Olimpiyat’ta madalya canavarı olarak görünen adam, her zamankinden daha insan, daha rahattı. Her anının tadını çıkarttı. Kendi deyimiyle, “Her şeyin mümkün olduğunu düşünen o küçük çocuk olmaya” geri dönmüştü.

Rio’da Usain Bolt’a basın toplantısında bir soru geldi. “Londra 2012’de ‘efsane’ olmak istediğini söylemiştin. Şimdi sana ne diyebiliriz?” Bolt biraz düşündü ve şöyle cevapladı: “Geçen yıl bir gazeteci bu üç madalyayı da kazanırsam ‘ölümsüz’ olacağımı söylemişti. Bu hoşuma gitti, ben de kullanacağım: Ölümsüz.”

Bolt ve Phelps, elimizdeki en güzel iki ölümsüzdü. İlk altınlarını, rekorlarını, zirvelerini, hatalarını birlikte gördük. Bu iki adama süper kahramanlık atfettik. Rio 2016, onların son Olimpiyatı oldu, elbette onları bir kez daha izlemeyi isterdik. Çünkü içinde bulunduğumuz bu zor ve acımasız zamanlarda kahramanların varlığına, onların gerçekleştireceği mucizelere ihtiyacımız var. Bu çağ sadece çocukların mülteci botlarında öldüğü, bayram kutlayan, ya da düğünde eğlenen insanların katledildiği anlamsız vahşetlerden ibaret olmasın; bir adamın kendisiyle, güvensizliği, inişleri, çıkışları, zaafları ve egosuyla verdiği “daha hızlı” olma mücadelesi bize de ilham vermeye devam etsin istiyoruz. “Romantik” gelmiş olabilir ama hepimiz insanız ve zor günlerde bize ilham verecek kahramanlara ihtiyacımız var. Gün geldi Hitler bile öldü, ama Jesse Owens ölümsüz kaldı. Biz de, on yıllar sonra bugüne bakıldığında sadece kan ve vahşet görülmesin, yarına umut verici bir şey de kalsın istiyoruz. Bu iki süper kahramanın üzerine titrememiz, herhangi bir eleme turunu bile hayranlıkla izlememiz, zaferlerine kendimizinmiş gibi sevinmemiz de bundan.