Novak Djokovic ne yapsa yaranamıyor. 11 Grand Slam şampiyonluğuna ulaştı ve Roger Federer’in rekor 17’sini geçebilir. Tarihin en iyilerinden ama tüm başardıkları sessiz, biraz zoraki bir takdirden fazlasını görmüyor. Kazanıyor; kazanmasının ötesinde, ufak çekinceler dışında kazanacağını çoğu kez en başından biliyoruz. Melbourne’de Federer karşısında baştan bunu sağladı, Andy Murray finalinde ‘acaba’ kelimesi bir an olsun akla uğramadı. Bir krallığın içindeyiz. Biliyoruz, kazanacak. Bunun gölgesinde, farklı duygularla, heyecanla bir çekişme, belki de yenileceği ihtimaliyle televizyonun karşısındayız. Maç başlıyor, ancak Djokovic spor izlemenin birincil dürtüsüne, heyecana izin vermiyor.
Her mutlak üstünlük bir süre sonra sıkıntı yaratır. Barcelona’nın tiki-takası, Floyd Mayweather’ın yenilmezliği, Dream Team’in egemenlik yılları… Avustralya Açık’ta Gilles Simon ne demişti? “Soyunma odasında herkes onu yenmemi istiyor.” İlk zamanlar keyif vermiş olsa da, izleyici artık tekrara dayalı bu durumun değişmesini istiyor. Yeni bir heyecana, bir duyguya yer açılmasını. Djokovic büyük sahnede ilk belirdiğinde çok ilgi görmemiş, seyirci üzerinde olumlu bir etki, bir coşku yaratmamıştı. Federer-Nadal rekabetinin karşı konulamaz aurasının ortasına düşmesinin talihsizliği dışında, maçları yarıda bırakması, aldığı sağlık molaları, oyunu yavaşlatması hemen herkesin tepkisini çekmişti. Gluten alerjisini bulmasına denk gelen dönemde sadece sonuçlar değil, tüm hayatı değişti. O Djokovic’in üzerinden 6-7 yıl geçti. Artık yeni bir Djokovic var. Eskinin bıraktığı olumsuz izin, bugünü değerlendirirken o kadar itibarı olmasa gerek.
Djokovic, tenisin bugünkü seviyesini belirleyen Federer ve Nadal ile kıyaslanmaktan kurtulamıyor. Djokovic ne her puanı zor gösteren Nadal’ın savaşçı bedenine, ne de Federer estetiğinin yüceliğine sahip. Bununla beraber yılın başında, toplam galibiyet sayısında ikisine de üstün konuma geçti. Buna rağmen onların yarattığı etkiyi yaratamıyor. Kort dışına çıkalım. Djokovic kadar eğlenceli bir başka tenisçi bulmak zor. YouTube’a Djokovic yazınca eğlenceli videolara dalıyorsunuz. Zaten hakkı en çok bu esprili tarzında teslim ediliyor. Oyununun geldiği noktaysa aslında bunun çok ötesinde.
Djokovic, oyunun her yönünde iyi ve istatistik olarak da pek çok alanda Tur’un zirvesinde. Melbourne’de Federer’e karşı ilk iki set top kaçırmadı. Finalde de istisnai puanlar aldı. Kurduğu istikrar ve seviyeyle, istisnaları normale çeviriyor. Neredeyse hata yapınca şaşırdığımız bir noktaya geldi. En dengesiz pozisyonlarda bile kontrolü yitirmiyor. Fiziksel ve mental olarak öyle bir seviyede ki, korta ve her şeye hakim. Hayatı da bu hakimiyetin alanında. Adeta bir sağlıklı yaşam kılavuzu olan otobiyografisi Serve to Win’de zamanını nasıl planladığını yazıyor. Bedenine uyguladığı her şeyin referans noktası tenis. Hızı ve esnekliği neredeyse herkesin ötesinde, korta tam uyum sağlamış bir bedenden bahsediyoruz.
Onu elit oyunculara karşı oynarken, özellikle son dönemde, çok az sinirli görüyoruz. Federer ve Nadal’a karşı yaptığı maçlarda hemen tüm stat karşısında olmasına rağmen, bu durum onu etkilemiyor. Bu sinir bozucu olması gereken bir durum; dünya 1 numarasısınız, o kadar çok kazanıyorsunuz ve hala gereken takdiri alamıyorsunuz. Djokovic, maç sonraları bu sorulara da çok sakin cevap veriyor, Federer ve Nadal’ı övüyor. Kortun dışında da soğukkanlılığını koruyor. Sinirleri alınmış gibi, aklı berrak ve sürekli kontrollü. Tanıyabildiğimiz kadarıyla, kendisine zarar veren hiçbir şeyi hayatına sokmuyor. Kortta kendine rahatsızlık verecek tehditlere önlemini ya önceden ya da anlık bulabiliyor. Oyunun dinamiklerine hakim ve nedenleri kendinde topluyor. Akıl burada en büyük lütuf, öte yandan izleyici düzeyinde o beklenen ilgiyi yaratamaması açısından da bir lanet gibi.
David Foster Wallace, Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer makalesinde Federer’in oyununu güzelle ilişkisi üzerinden kurar. Ulaştıkları nokta benzer de olsa, üstünlüğe ulaşsalar da, Djokovic’in oyununda mantık ön plana çıkıyor. Akıl ikisinde de öncül ama kortta belirme şekli farklı. Bir nevi sanat ve bilim gibi. Biri arzuya dönüşüyor, diğeri kesinliğe. Djokovic’e son dönemde takılan lakaplardan birinin Makine olması da boşuna değil. İstikrarlı, net ve şaşmaz bir şekilde işliyor. Bedeni öyle bir intizamda ki, kayarak ve esneyerek yaptığı en zor puanlar bile yalın bir mekanizmadan çıkma, oyununun olağan bir parçası gibi. Tenisin hızı içerisinde vuruşlar anlık tepkiler gibi gözükse de, her zaman bir nedensellik söz konusu. Bu bağları en iyi kuran da şu dönemde Djokovic, böylece kontrolü yitirmiyor. Ve bu kurulumun son bir yıldır çok az aksadığını gördük.
Akıl tarih boyunca duyguların, tutkuların karşısına kondu. Birbirinden bağımsız kavramlar değiller, zihninizi bulandıran hislerin nedenlerini anladığınızda, sonuca varıp onları eleyebiliyorsunuz. Djokovic, kortta bile olsa bu nedenleri en fazla haiz olan oyuncu. Bildikçe de kendine ve oyununa güveni artıyor. Sorun yaşasa da rakibi o güveni görüyor ve daha fazla zorlayıp hata yapıyor. Murray’nin finalde başına gelenler gibi. Aslında Murray’e yaptığını biz izleyenlere farklı bir şekilde hissettiriyor. Kendimizi heyecana, duygulara kaptırmak yerine, biz de aklımıza başvuruyoruz. ‘O günlerden biri daha’ deyip geçiyoruz. Djokovic akılla kurduğu kontrol sayesinde, maçtaki iniş çıkış ihtimaline, çekişmenin heyecanına izin vermiyor.
Son dönemde üç setlik maçlarda yenilgiler alsa da, Djokovic’in kort içindeki bu kapsayıcı oyununu bir tek Stan Wawrinka bozabildi. Ancak bu öyle zor bir şey ki, o gün her şeyin yolunda gitmesi gerek, o seviyeyi korumak güç. Wawrinka’nın, Roland Garros’taki o zaferini istikrara çevirememesinde de bunu görüyoruz. Djokovic ise, oynadığı son 16 turnuvada final gördü ve bunların 12’sini kazandı. Burada rakiplerini de suçlayabiliriz. Onlar da boş durmuyor tabii. Melbourne’de Simon onu zorladı, Murray basit hatalarının kurbanı olsa da, doğru oyunun örneklerini gösterdi. Ancak öyle görünüyor ki, bu dönemde akıldan en fazla payı alan Djokovic. Aklı yüceltsek de, kapsayıcı bir tarafı var ve duyguların devinimine sekte vurabiliyor. Bu da amacı keyif almak, eğlenmek olan izleyiciyi kenarda bırakabiliyor.
Hayata dair melankoliye, nostaljiye kaçmadan filmler dizen Paolo Sorrentino’nun Youth’unda Fred Ballinger karakteri “Duygular fazla abartılıyor olabilir” der. Bu halde izlesek, belki de bir fenomene tanıklık ettiğimizin farkına varıp, Djokovic’e hakkını daha fazla vereceğiz. Bununla beraber belki de insanın duyguları birincil nedeni ve o bir şekilde bitecek üstünlüğün sonunu beklemeliyiz. Ballinger’ın arkadaşı Mick Boyle’un gecikmeli yanıtı gibi: “Söylediğin saçmalık. Duygular sahip olduğumuz tek şey.”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane