Camera Obscura (Karanlık Oda) ilkelerinin mazisi Antik Yunan felsefecilerine kadar dayanır. Platon için imajın zaman-mekânı yoktu. Tanrısal bir ideanın yansımasından ibaretti.
İlk karanlık oda ise 11. yüzyılda Araplar tarafından yapılmıştı. Peki fotoğrafın icadı, neden 1831’e kadar gecikti? Rivayete göre, Nicéphore Niepce, kendisi gibi bir ressam olan oğlunun çizdiği manzara resimlerine yardımcı olması için fotoğrafı icat etmiş. Ne büyük bir gecikme değil mi?
John Berger, Görme Biçimleri’nde görmenin konuşmadan önce geldiğini söyler: “Çocuk, konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.”1 Hatta sözcüklerden de önce gelir der: “Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız, ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Gördüklerimiz ile bildiklerimiz arasındaki ilişki asla durulmaz. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama, gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler.”
Peki görmek eylemi, insanlık tarihinde bu kadar eski ve önemli bir yer ediniyorsa, gördüklerimizin fotoğrafını çekerek kaydetmeye neden bu kadar geç başlamışız ki? Nasıl olmuş da kaydetme aracı olarak binyıllar boyunca sadece yazıyı kullanmışız? Oysa Ulus Baker’in de dediği gibi, insan daha az okur, daha fazla seyreder.
19. yüzyılın ortalarından itibaren ise insanlık, seyrettiklerini kaydetmeye karar verdi. Işık ve imajın birbiriyle dans ettiği, yüz yıldan fazladır gördüğümüz her şeyi kaydettik ve belgeledik. Ve ilk kayıttan itibaren aramızdaki bazı gözler, diğerlerinden ayrıldı.
Ara Güler, işte o gözlerden biriydi. Bir yerde kayıt başlamışsa, aynı zamanda tasnif de vardır. Ara Güler de en başta İstanbul’u cadde cadde, sokak sokak, mahalle mahalle, insan insan tasnif etti. Anlatmanın Bir Başka Biçimi‘nde, “Fotoğrafın ilham perisi, hafızanın bizzat kendisidir,” der John Berger. Ara Güler de İstanbul’un hafızasıydı.
Bir imaj, bir düşünceyi nasıl harekete geçirir? Ara Güler, hep bu sorunun peşinde oldu. Onun fotoğraf makinesi yine Baker’in deyimiyle bir “düşünce aygıtı”ydı aynı zamanda. “Seni alıp da bir fotoğraf bir yere götürüyor mu? Sana bir düşünce açıyor mu? Sana ufukta bir yere bakmayı öğretiyor mu? İşte o fotoğraftır,” diyordu.
Sirkeci’deki bir çocuk, Bebek’te ağ toplayan balıkçılar, Suriçi’ndeki yemenici çocuk, Şehzadebaşı’ndaki kemerin altından geçen at arabası, gece vakti Galata Köprüsü’nde salep satan adam… Evet, hepsinin bir zaman-mekânı vardı, ama her biri aynı zamanda Platon’un sözünü ettiği o tanrısal ideanın birer yansımalarıydı sanki. Ara Güler’in fotoğrafları da gücünü bu ideadan alıyordu.
Artık herkesin cebinde bir “fotoğraf makinesi” var. Jean-Luc Godard’ın deyimiyle, bu yüzden artık herkes bir auteur. Ama ya idea? Göz, ışık, renkler… Onlara ne oldu?
Katarakt‘tan son bir John Berger alıntısı daha verelim: “Hayatı ve görünürlüğü mümkün kılan ışık… Işık hangi nesneyi aydınlatırsa, gerçekte milyon yıllık bir dağ ya da deniz de olsa, ona hiç değişmemiş gibi bir ilklik niteliği kazandırır.”
Gerçekten öyle midir? Işık var oldukça, imajlar hiç değişmez mi? Peki ya ışık bile değiştiyse?
Ara Güler, verdiği son röportajların birinde, “Güneşin yeri değişti. Işık başka yerden geliyor şimdi. Siz farkında değilsiniz. Gölgeler yeteri kadar uzun olmuyor artık. Renkler bile bulanık oldu, oğlum. Nerede İstanbul?”2 diyordu.
Bu şehri en güzel gören gözler, onun gözleriydi. Şimdi ışığı söndü. Ne o gözler kaldı ne de o İstanbul. Neyse ki fotoğraflar var. Onlar da olmasa…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane