Madem !f İstanbul geldi çattı, film festivalleri ne işe yarar bir dalalım…
Film festivallerine bayılırım. Ne doğumgünüm, ne yılbaşımı öyle beklerim hatta. İki hafta boyunca bulabildiğim her boşlukta o karanlık salonlara kapanıp hayatı pause’a almakta ayinsel bir yan bulurum. Öyle bir ayindir ki o büyülü fenere bakmak, sanki “sinemaya gitme” eylemi amaç olur, izlenen film araç kalır.
Dedim ya, güzel bir moladır festivaller. Film yenir, film içilir, film solunur o iki haftada. Dışarıdaki dünya pek de etkilemez insanı. Üst üste izlenen filmler birer anı olur, kimi zaman birbirine karışır ve öyle bir şekilde hazmedilir ki, izlediklerinizi siz mi yaşadınız, rüyanızda mı gördünüz karıştırır olursunuz.
Bu yüzden severim festivalleri ve bu yüzden, artık her filme ulaşma imkanımızın olduğu zamanlarda bile üzerlerine titrerim. Belki bundan 6-7 sene öncesine göre film seçkilerim değişmiştir, “Bunu sonra da izlerim”ler ağırdan kızağa çekilirken “gizli cevher” arayışı (ve kaçınılmaz olarak hazineyi ararken karşılaşılan bolca toprak kurdu) ön plana çıkmıştır ama aldığım keyfin değiştiğini görmedim.
Sinema aşkının pompalanışıdır aynı zamanda festivaller. Sadece izlemenin ötesinde ilham kaynağıdır. Bir akşam seansında izlediğim “Les Amants Reguliers”in, ki çok da sevdiğim bir film olmasa bile, gözlerimin arkasına, beynime kazıdığı görüntüler sırasında “Bir film çekmeliyim, evet, bunu yazıp böyle çekmeliyim” ilhamını verdiğini bugün gibi hatırlarım. Yedi yıl olmuş.
Elbette “ayin” boyutunun ötesinde, keşiftir, sinematektir festivaller. Mesela Pekdoğru’nun da bahsettiği, İtalyan filmi “Dört Defa”yı izlediniz mi? Geçen yıl izlediğim en güzel filmlerdendi ve bir !f keşfiydi. Ya da Inarritu’lar, Reygadas’lar, Moodysson’lar, July’lar, Kar-Wai’ler, Akın’lar o festival kitapçıklarındaki küçücük fontlar arasında çarpmıştır gözümüze, pelikülden yüreklerimize süzülmeden önce.
Endüstrinin gözyaşlarına bakmayın, internet müziği öldürmediği gibi sinemayı da öldürmedi, dolayısıyla festivalleri de. Evet, belki hangi filmi tercih edeceğimizi şekillendirdi, ama festivaller artık “bilinmeyeni sunma” işlevinin bir adım ötesinde büyük bir çorbadan en lezzetli, yemeye değer taneleri kepçeyle önümüze koyma anlamını taşıyorlar.
Eğer festivaller sizin için ayinsel bir anlam taşımıyorlarsa bile bu yüzden takibe değerler.
Film festivallerinden korkarım. Hayır, korkumun kaynağı 178 dakikalık siyah-beyaz bir Fransız filminde uyuyakalmak ya da oflaya puflaya izlediğim bir Uzakdoğu filminden çıktığımda “postmodern bir sinema başyapıtı” diye yere göğe konamazken filmi neden beğenmediğimi “Anlamamış” etiketinden korunarak tartışmaya çalışmak da değil.
Yıllardır her festivalde en az birkaç kere karşıma çıkan bir adam var. On yıldır, istisnasız. Memleketin ilk hipster’larından birisi sanırım kendisi (Hipsterzade Tankut Efendi). Arada bir konserlerde, söyleşilerde de aynı saflarda yer aldığımızı görüyorum ama asıl olayımız festivallerde buluşmak. Yanlış anlamayın, birbirimizle tanışmıyoruz. Aksine, adama ciddi ciddi gıcığım. Belli ki benzer bir sanatsal anlayışı paylaşıyoruz ama İstanbul entelijansiyasına dair sevmediğim her şeyi temsil ediyor adeta! Öyle ki, herifin benim Tyler Durden misali bir alt-benliğim olduğuna inanmaya başlamıştım bir ara. Ve, aramızda kalsın, bununla ilgili bir kısa film senaryosu bile düşünmüştüm. Daha sonra ikimizi de tanıyan bir insan sayesinde en azından Tyler Durden kısmının gerçek olmadığını öğrendim.
Şöyle bir adamdı kendisi: Filmlerin öncesinde fuayede arkadaşlarıyla bundan sonra izleyeceği filmleri –yönetmenleri sadece soyadıyla anarak- tartışır, filmlerin sonrasındaki soru-cevap bölümlerinde çevirmeni es geçerek yönetmene abartılı ve çakma aksanlı İngilizcesiyle soru sorar, sorusu sırasında mutlaka yönetmenin eski işlerine veya başka bir sanat eserine gönderme yapar ve “Ben bu kalabalıktaki herhangi bir insan değilim, bilen kişiyim” havası verir. Adeta bir sahnedir o festival, o adam da film kadar, yönetmen kadar öne çıkar!
Sadece o da değildir öne çıkan, “entelektüel kahkaha” da vardır festivallerde. Ne kadar ağır, ne kadar dramatik de olsa bir festival filminde mutlaka gülünür. Neden? “Göndermeleri yakaladım, yönetmenin niyetini çözdüm” gülüşüdür o. Resmi olmayan istatistiklere göre, bir sanat filmi festivalde izlendiğinde vizyondakine oranla 3,4 kat daha fazla sayıda kahkaha ile izlenmektedir.
Festivalde boy göstermek kadar, festival sonrası performanslar da önemlidir elbette. Muhabbet açıldığında “Son Solondz’u izledin mi?” diye göndermelere dalabilecek, henüz keşfedilmemiş filmlerden bahsedip “Aa, ben onu festivalde izledim” diye caka satabilecek altyapıyı da o sağlar.
Çok mu cynique oldu? Olsun. Pembe veya kara gözlüklerden hangisinden bakarsanız bakın. İki gıdım film büyüsü karışıyorsa insanın kanına, sebep ne olursa olsun. Entelektüel kahkahaya bile katlanır insan.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane