Benim için artık klasik hale gelmiş yurtdışına gidince maç izleme ritüelinin son durağı Sofya oldu. Daha önce de milli maç haftasında bir yerlere gitmiş ancak maç denk getirememiştim, ancak Bulgaristan’a gitmeden önce fikstüre baktım ve Sofya’da olduğum 31 Ağustos’ta İsveç’le bir maç olduğunu gördüm.
O sıra çok üzerinde durmadım maçın kimler arasında olduğunun, kritik bir grup maçı olması dışında bir değer atfetmedim. İsveç 2018 Dünya Kupası elemeleri A Grubu’nda liderdi, Bulgaristan da 6 maçta 9 puanla dördüncüydü. Ancak son iç saha maçında Hollanda’yı 2-0 yenmiş Bulgarlar, kendi sahasında tehlikeli bir takım görüntüsü veriyordu.
Ama bundan daha fazlası elbette vardı. Benim aklımın erdiği ilk dünya kupası olan 1994 ABD’nin iki yıldızıydı İsveç ve Bulgaristan. Velet halimle ilk 11’ini ezbere saydığım Stoiçkov’lu, Leçkov’lu, Yankov ve Kostadinov gibi sonradan Türkiye’de de oynamış oyuncularıyla Bulgaristan ve niyeyse benim hep suratsız kaleci amca Thomas Ravelli’yle hatırladığım İsveç üçüncülük maçını oynamış, İsveç maçı çok net bir şekilde 4-0 kazanmıştı. Aslında daha sonra araştırdığımda gördüm ki İsveç’in çok bariz bir üstünlüğü varmış zaten. 15 resmi maçta 10 kez İsveç kazanmış, Bulgaristan en son 1968’de kazanmış, son 5 maçı İsveç gol yemeden, 3 ve üzeri gol atarak kazanmış vs. Bilimsel çalışan İddaa’cı kafasını bir yana bırakırsak bile, Fransa ve Hollanda’nın olduğu grupta lider giden İsveç’in bu maçta biraz daha fazla şansı olduğu düşünülebilirdi.
Tabii maça gitmeden önce bilet konusunu da araştırmak gerekiyordu. Bulgaristan’ın iç sahada yaptığı son maçında, Hollanda maçında bile sadece 10 bin seyircinin geldiğini öğrenince daha fazla araştırmadım, kaynaklarda 42 bin kapasiteli görünen, ama benim niyeyse o kadar büyük olduğuna bir türlü inanamadığım Vasil Levski Stadı’nda muhakkak yer bulurdum.
Sofya’ya gittiğimde maça bir gün vardı, mekanlarda, sağda solda İsveçliler görünmeye başlamıştı. Maç günü ise Sofya’nın İstiklal’i diyebileceğimiz Vitoşa Caddesi adeta İsveçli kaynıyordu, her yanda sarı formalı, gürbüz tipler vardı ve itiraf edeyim ki insan gibi eğlenmekle hanzoluk arasındaki ince çizgiyi bu kadar şaşırmış tipleri hiç bir arada görmemiştim. Daha önce İsveç’e gittim, orada maç da izledim ama böyle şeylerle karşılaşmamıştım. Herhalde deplasman kafası insanda biraz kendini gösterme içgüdüsü oluşturuyor. Bulgarlar mı? Onların tek umursadığı İsveç Kronu getiren ‘turist’ misafirleri ve ‘gerçek’ Avrupalılar gibi kabul görmek…
Vasil Levski Stadı son derece merkezi bir yerde bulunuyor, o söylediğim Vitoşa’dan örneğin, yürüyerek 15-20 dakikada rahatlıkla ulaşılıyor. Tahmin ettiğim gibi gişede kolayca bilet de buldum, 12 Bulgar Levası’na (yaklaşık 25 TL) biletimi aldım. Kapıda iki tane kontrolden geçtikten sonra tribüne çıktım. Yanımdaki su şişesini ilk kontrolde kapaksız şekilde geçmesi kaydıyla içeri sokmama izin verdi oradaki polisler, ancak ikinci kontrolü yapan güvenlik görevlileri ona da izin vermediler. Tabii ben saatleri şaşırdığımdan bir buçuk saat erken gelmişim, ortalıkta taraftardan çok güvenlikçi vardı. Tribünde sigara içen taraftarlar da gördüm, ama Gürcistan gibi de değildi. Karşı tribünlerdeki koca koca aslan desenleri dikkatimi çekti, malum Levski adı, ‘aslan gibi’ şeklinde bir anlama sahip ve Bulgarların en büyük ulusal kahramanlarından olan Vasil Levski’nin ‘Levski’si soyadı değil, lakabı. Bu da öyle bir detay meraklısına…
Gayet güzel bir hava ve zemin maçın keyifli olmasına büyük katkıda bulundu bence. Maçı resmi raporlara göre 9500 kişi izlemiş, benim de tahminim o civarda, belki 12 bin gibiydi. Bunların 1000’e yakını İsveçli taraftarlardı. Maça yaklaşık 45 dakika kala kendilerine ayrılan yerde toplanmaya başladılar ve tribünün o kısmı sapsarı oldu. Bulgar taraftarlarda ise forma görmedim, sadece bazılarında atkı ve bayrak vardı. Koltuklarımıza önceden bırakılmış bayraklar elbette yoktu. Maç saati yaklaştıkça etrafım doldu, bayağı sıcak bir atmosfer oluştu. İki kale arkası taraftara açılmamıştı, onun dışında stadın gerisinde büyük boşluklar kalmadı. UEFA’nın standart ırkçılık karşıtı kliplerini izleyip, iki takımın formasını giymiş küçük oyuncuları da alkışladıktan sonra oyuncular geldi. Milli marşlar söylendikten sonra maç başladı.
Maçta net bir üstünlük kuran takım yok diye düşünürken Bulgaristan 12. dakikada Manolev’in golüyle öne geçti. Bizim tribün de dahil olmak üzere tüm Bulgarlar bayağı çıldırdı diyebilirim. Birkaç dakika sonra hakem Paolo Tagliavento, Bulgar ceza sahasındaki itişmeye hakikaten ilginç bir penaltı çaldı ama Forsberg’in penaltısını Plamen İliev kurtardı. 10 dakika sonra kornerden gelen topa bomboş kafayı vuran Lustig 1-1 yaptı. Bütün kafa toplarını da İsveç alıyor derken Georgi Kostadinov serbest vuruştan gelen topu, kafayla atılmış 2. Bulgaristan golü olarak ağlara gönderdi. Ama ilk yarı bitmeden yine kafayla Markus Berg 2-2 yaptı. Dört golün hepsi kafayla atılmıştı yani.
Gerçekten hiç beklemediğim şekilde pozisyonlu, heyecanlı bir ilk yarı geçmişti. Tribünler de gayet canlıydı ama tepkiler çok alışık olduğum şekilde değildi. Bir pozisyon olduğunda bas bir uğultu duymaya alışkın olan kulaklarım, etrafımda sayısı hiç az olmayan kadın ve çocukların çığlıklarını bir müddet yadırgadı. Yine de çok güzel bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Çok büyük baskı kuran bir seyirci profili yoktu doğal olarak, zaman zaman stadın öbür tarafındaki İsveç taraftarlarının “Sverige” tezahüratlarını rahatça duyabildim. Böyle anlarda Bulgarlar, ‘milli tezahüratları’ olan “Balgari, yunatsi” (Българи юнаци) nidalarıyla İsveçlileri bastırdı.
İkinci yarı büyük oranda İsveç üstünlüğüyle geçti, topa sahip olup özellikle duran toplarla pozisyon bulmaya çalıştılar ama Astra Giurgiu’nun kalecisi İliev iyi bir günündeydi. Golü atan da Bulgarlar oldu. İsveç kendi sahasından çıkarken saçma bir top kaptırdı ve İvaylo Çoçev’in ceza sahası dışından vurduğu top gol oldu. Kalan zamanda hem sahadaki oyuncular hem de etrafımdaki taraftarlar gergin bir şekilde son düdüğü bekledi ve maç bittiğinde herkes mutlu bir şekilde stattan ayrıldı. Maçın hakkı en kötü beraberlikti İsveç açısından, ama bu kadar yaratıcı oyuncu sıkıntısı çeken bir takımın nasıl grup lideri olduğunu da pek anlayamadım. Jimmy Durmaz ayağında topu en rahat tutan adam görüntüsündeydi, öyle düşünün. Bulgaristan ise bulduğu fırsatları değerlendirmeyi becererek, mücadele ederek güzel bir galibiyet aldı ama iyi bir jenerasyonla yeniden yükselecekleri düşüncesini bende oluşturamadı açıkçası.
Evet, Allianz Arena gibi göz kamaştırıcı olamasa da dışı beyaz, yeşil ve kırmızı ışıklarla bezenmiş Vasil Levski Stadı’ndan çıkan herkes mutluydu bence ya da en azından kimse üzgün değildi. AB üyesi olsalar da halen büyük oranda 3. Dünya ülkesi seviyesinde bir hayat süren Bulgarlar 50 yıl sonra gelen galibiyetten ötürü elbette sevinçliydi, onlar afyonlarını almışlardı. İsveçliler de birkaç gün sonra refah içinde yüzdükleri memleketlerine geri döneceklerdi nasıl olsa. Stattaki tahminen en alakasız kişi olan bendeniz ise nadir olarak denk getirebildiğim heyecanlı bir maçı, hem de bir ulusal maçı yerinde izleme şansı bulabildiğim için halimden memnun şekilde ayrıldım oradan.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane