Bir gün bir film geldi ve bir anda sinema tarihine geçti. Büyük ihtimalle hiç kimse, hem de 2016 yılında kitleleri harekete geçirecek ve bir anlamda kırılma noktası yaratacak bir Alman filmi beklemiyordu. Ama oldu. Toni Erdmann, Cannes’dan başlayarak çoşkun bir sel gibi durdurulamayacak şekilde ilerledi. İşin tuhafı I, Daniel Blake Altın Palmiye aldığında bile kimse Ken Loach’tan bahsedecek durumda değildi. Toni Erdmann palmiyesiz, şusuz busuz büyüyü başlatmıştı.
Peki, bugüne kadar görmediğimiz ne vardı Toni Erdmann’da? Kağıt üstünde hiçbir şey. Hatta konusunu okuduğunuzda klişe diyebileceğiniz bir hikayeye bile sahipti. Ama işte asıl mesele de zaten 160 dakika boyunca görünürde klişe olan bir hikayeden harikulade orijinal bir film çıkmasıydı.
Maren Ade ilk uzun metraj filmi Der Wald vor lauter Bäumen ile uluslararası alanda çok ismini duyuramasa da, ikinci filmi Alle Anderen ile hem ülkesinde hem de özellikle Güney Amerika’da çeşitli festivallerden ödülle dönmüş ve yetenekli bir yönetmen ile karşı karşıya olduğumuzu göstermişti. Fakat, yine de hiç kimse bu kadının daha ilk gösteriminde sinema tarihinin en iyi filmleri arasına sokulacak bir film çekeceğini düşünmemişti şüphesiz. Toni Erdmann’ın Cannes’daki ilk gösteriminde “yılın en iyi filmi” ilan edilmesi, akabinde BBC’nin 21. yüzyılın en iyi filmleri anketine anında girmesi, gösterildiği neredeyse tüm ülkelerde eleştirmenlerin listesinin başında olması, olayların büyümesi, şiddetli yağışın sinemayı olumlu etkilemesi biraz beklenmedikti.
Peki, Toni Erdmann neden bu kadar sevildi? Herhalde bu soruya filmi bağrına basan herkesin kendince bir cevabı vardır. Benim cevabım; filmin depresif derecede komik ve kahkahalara boğacak kadar hüzünlü olması. Biraz karışık, farkındayım ama tam olarak böyle. Toni Erdmann’ı izlerken attığım kahkaha da, hissettiğim hüzün de uzun zamandır hiçbir filmde hissedemediğim kadar coşkulu ve derindi. Filmin büyüsü dediğim şey belki de bu.
Toni Erdmann’da bir ilişki memnuniyetsizliği ile yola çıkıyoruz. Bir baba kız vardır ve her ikisi de farklı sebeplerden aralarındaki ilişkiden pek memnun değildir. Baba (Winfried) kızının robotik hayatından duyduğu memnuniyetsizliği başta kibar bir şekilde gösterse de, kızının umursamaz tavırlarının ardından ipleri salar. Kızı (Ines) ise babasının özellikle Bükreş’e, yanına geldikten sonra uluorta yaptığı “yersiz” ve dengesiz davranışlardan dolayı bir nevi utanç duymaktadır. Filmin kırılma noktası diyebileceğimiz Winfried’in Toni Erdmann’a dönüştüğü andan itibaren ise baba-kız arasında oyunlu bir ilişki start alır.
Maren Ade, verdiği röportajlarda filmin mizahının büyük bir umutsuzluktan kaynaklandığını söylüyor. Toni Erdmann’da kendi babasıyla kurduğu ilişkinin de büyük bir rol oynadığından ve babasının tıpkı Winfried gibi iyi bir mizah anlayışına sahip olduğundan bahsediyor. Hatta artık filmle özdeşleşen takma dişlerin de gönüllü olarak çalıştığı Austin Powers prömiyerinden yadigar kaldığını, sonra alıp babasına verdiğini ve babasının da sıklıkla bu dişleri kullanıp onunla iletişim kurduğunu ekliyor. Hayli otobiyografik ögeler barındıran filmde Maren Ade’nin bir diğer ilham kaynağı ise Andy Kaufman ve onun sanki gerçekmiş gibi hayatının bir parçası haline getirdiği hayali karakterler olmuş.
Bütün bunlarla beraber, Toni Erdmann’ı eşsiz kılan durum da bu noktada başlıyor; çünkü film bu otobiyografik ögeler ve Andy Kaufman dışında, bugüne kadar izlediğimiz hiçbir filme benzemiyor. Toni Erdmann’dan bahsederken referans verebileceğimiz bir başka film yok. Uzak akrabalıklar yakalanabilir belki ama kesinlikle benzeri, yola çıktığı bir şey yok. Belki bundan sonra yapılan filmler için “Toni Erdmann’a benziyor” diyeceğiz. Sinemada hala yeni kapıların aralanmasının ve özgün yapıların oluşmasının mümkün olduğunu gösterdiği için de mühim bir film Toni Erdmann.
Filmin kapitalizmin ilişkilerimizi nasıl etkilediğine dair bir alt metni olduğunu da belirtiyor Ade, ki bu bence işin en can alıcı kısmı. Filmde Winfried, Toni Erdmann’a dönüşerek bir anlamda dönen çarka bir çomak sokuyor. Ve normal şartlarda ne iş ne de aile ilişkilerinde uygun sayılmayacak davranışlarla, bir nevi düzeni bozuyor. İşleyişi bozmak, çomağı sokmak için Ade’nin önerdiği yöntem ise absürtlük.
“Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” argümanıyla güçlendirebileceğimiz bu önerme, filmde Winfried’in Toni Erdmann olmaya karar vermesi, kızının hayatına yeniden ama bir baba gibi değil de bir yabancıymış gibi kendi kimliğinden de sıyrılarak girmesi ve ona olup bitenin, işte bu “ciddi” ilişkilerin, kariyer hedeflerinin ne kadar da berbat bir şey olduğunu göstermeye çalışması filmin absürtlük dozunun arttığı anların da başlamasını sağlıyor. Günlük hayat ve ilişkilerin tüm kabuklarından “soyunarak” arınmak da ya da takma bir diş ile ciddi bir sohbetin ortasına dalmak da bu “çomak sokmak” diyebileceğimiz eyleme dönük absürt hamleler.
Toni Erdmann’ın beklenmedik gelişi ile bir bakıma baba-kız arasındaki ilişki de mevcut olandan özgürleşiyor. Absürtlüğün gücünden de destek alarak yarattıkları kaçış çizgileri yeni bir ilişki modeli için de ortak bir zemin oluşturuyor. Sonunda ise aralarında –geçici de olsa- mevcut ilişki modelleri gibi kaygan bir zeminde durmayan, hatta onlara hiç benzemeyen, ayakları yere sağlam basan yeni bir baba-kız ilişkisi yaratmayı başarıyorlar
Maren Ade bir bakıma hepimize ‘bu işin içinden gülmeden, saçmalamadan ya da düzeni bozmadan çıkamayız’ mesajı veriyor. Bunun için de en temel düzeyde, bireyler arası ilişkilerdeki iletişim modellerini kırmayı öneriyor. Kendi hayatımızda bunu uygulamak nasıl sonuçlar doğurur, tahmin edemiyorum ama Toni Erdmann diğer tüm güzelliklerinin yanında, sadece verdiği bu ilhamla bile başyapıt olarak anılmayı hak eden bir film.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane