Bir zorlukla karşılaştığınızda bunu yenmek için ne kadar uğraşırsınız? İmkanlarınızı ne kadar zorlarsınız?1
Wilma, ABD’nin Tennessee eyaletinde, dünya tarihinin en vahşet dolu savaşlarından biri büyürken, 22 çocuklu bir ailenin 20. çocuğu olarak, 1940 yılında doğdu. Erkek değildi, siyahtı, ailesi fakirdi. 4 yaşında da çocuk felcine yakalandı. Yaşadığı bölgede siyahlara bakan sadece bir doktor vardı ama tek sorun bu değildi. O zamanlar çocuk felcine yakalananlar ya kısa sürede ölüyor ya da sakat kalıyordu. Doktoruna göre yaşasa da tekrar yürümesi imkansızdı. Annesi böyle düşünmedi, onu her hafta kilometrelerce uzaktaki, tedavi etmeyi kabul eden tek doktora götürdü. İnanmıştı, kızı iyileşecekti. Sonrasında belki de bir mucize oldu ve 12 yaşında Wilma kendi başına yürümeye başladı. Yardımsız attığı bu ilk adımlar onu dünyanın en önemli, en ilham veren sporcularından biri yapacak yürüyüşün de başlangıcıydı.
Normal çocuklar gibi yürümeye, koşmaya başlayınca basketbola başlangıç yaptı, sonra atletizme geçti. Wilma doğuştan bir atletti, çok iyi bir koşucuydu. Henüz 16 yaşındayken 1956 Melbourne Olimpiyat Oyunlarında 4×100 bayrak yarışında bronz madalya aldı. Çocukluğunu, yaşadığı zamanın zorluklarını düşününce bu bronz madalya bile yıllarca hatırlanması için yeterliydi ama onu dünya spor tarihine geçirecek olay 1960 Roma Olimpiyatlarında gerçekleşti. 100 metre, 200 metre ve 4×100 bayrak yarışlarında 3 altın madalya kazanan Wilma bunu başarabilen ilk ABD’li kadın atlet olmuştu ve artık dünyanın en hızlı kadını olarak anılıyordu. Roma sonrası doğduğu yerde onun adına bir heykel yapıldı, adı bir caddeye verildi. Berlin’de bir okulun ismi onunkiyle değiştirildi, Denzel Washington’ın ilk rolü olarak bilinen Wilma (The Story of Wilma Rudolph) adında hayatını anlatan bir belgesel çekildi.
20 yaşındayken ABD başkanıyla, papayla, dünya liderleriyle verilen davetlere katılan ünlü birisi olmuştu. Ama o, kendi sözleriyle, akıl sağlığını koruyabilmek için 22 yaşındayken atletizmi bıraktı. Ona göre bu yaşta bu kadar başarılı olabilmesinin tek getirisi 3 tane altın madalya olamazdı, bu mucize bir sebepten dolayı ona denk gelmişti. Bu nedenle hayatının geri kalanında bir aktivist olarak yaşadı. Özellikle ırkçılığa, ayrımcılığa karşı çalışmalara katıldı. Zor şartlar altında yaşayan çocuklara öğretmenlik yaptı, ülke çapında kız çocuklarının spora kazandırılması için yapılan programlara katıldı. Kendi sözleriyle “Güneş doğmaya devam ettiği sürece her şeyi yapabilirim, hiçbir dağ çok yüksek değil, hiçbir sıkıntı aşılmaz zorlukta değil” düşüncesiyle yaşadı.
Wilma hayatını örnek alınacak biri olmak için geçirmediğini, zaten buna diğer insanların karar vermesi gerektiğini söylemişti. Onu kim örnek aldı ve onun gibi olmak istedi bilmek imkansız ama 1960’da Roma’da 3 altın madalya alıp dünya ve olimpiyat rekorları kırdığı yıl, belki Wilma’nın cesaretinden ilham alarak İsveç’te bir spor dalının yaşayan tarihi haline gelecek bir kız çocuğu dünyaya gelmişti.
Bu gerçek dışı. Futbol oynamamın istenmediği küçük bir İsveç kasabasından geliyorum. İstenmiyordu çünkü o zamanlar kadınlar futbol oynamıyordu. Şu anda burada, büyük bir kalabalık benim ismimi söylerken önlerinde duruyorum. Bu bir rüya, kendi rüyamı yaşıyorum.
Pia Sundhage ABD kadın futbol takımıyla 2008 ve 2012’de altın madalya kazanmıştı. Bunun dışında 3 Algarve Kupası şampiyonluğu ve bir Dünya Kupası ikinciliği elde etmişti. Ama 2012 yılının sonlarına yaklaşırken artık veda vakti gelmişti. Ondan İsveç milli takımının başına geçmesi ve ev sahibi olacakları 2013 Avrupa Kupası’nda takımı yönetmesi istenmişti. Pia için en büyük rüya buydu ve bu nedenle bu teklifi geri çeviremedi. Pia bu teklif yapıldığı sıralarda ABD milli takımının başında, alınan olimpiyat altınını kutlamak için ülke içinde 10 farklı şehirde oynanacak dostluk maçlarını içeren bir turdaydı. Bu tur Amerikalılar için artık Pia’ya veda turnesine dönüşecekti. Pia son maç öncesi tüm takımı orta sahaya topladı ve onlardan gözlerini kapatıp, sırt üstü uzanmalarını istedi. Oyuncularının bir hafta önce Los Angeles’ta ona hediye ettikleri gitarı çıkararak, tıpkı onlarla ilk tanıştığı günde yaptığı gibi “The Times They Are A-Changin’” ile başlayıp birkaç şarkı daha söyledi ve “Leaving on a Jet Plane”le bitirdi. Maç sonunda ondan bir şarkı daha söylemesi istense de şarkı yarım kaldı, Pia ağlamaya başladı. Bu sefer tüm stat onun adını bağırmaya başladı ve onunla birlikte ağladı.
Pia’nın İsveç’e geri dönüşü, Maradona’nın Arjantin’e teknik direktör olmasına benzetiliyordu. Çünkü İsveç’te kadın futbolunun kısa geçmişinde hep onun adı geçiyordu. 1973’te 13 yaşındayken İsveç’te kadınlar ilk milli maçına çıkarken belki Pia kadroda yoktu. Ama o evinde aynanın önünde uzun çoraplarını çekmiş, ben futbolcu olmak istiyorum diye ailesiyle kavga ediyordu. Her ne kadar ülkenin adı İsveç de olsa o zamanlarda durum farklıydı. Kadınlardan beklenen anne olmaları, evine çocuğuna bakmalarıydı. Futbol oynamalarını, çalışmalarını isteyen yoktu. Çok istiyorlarsa stadyumlardaki geçit törenlerinde kısa şortlarla gözlere hitap edebilirlerdi. Böyle bir ortamda, 2 sene sonra daha 15 yaşında, Pia ilk milli maçına çıkacaktı. Bundan sonra da futboldan ayrılmayacak, sadece İsveç’in değil tüm dünyanın futbol tarihinde adı geçen birisi olacaktı.
1984 yılında düzenlenen ilk Avrupa Kupası’nın finali İngiltere-İsveç arasında, İngiltere’de oynandı. Kazananı penaltı atışlarının belirlediği maçta İsveç adına topun başına gelen Pia vuruşunu golle sonuçlandırıp, İsveç’i Avrupa Şampiyonu yaptığında bütün ülke onunla birlikte seviniyor, kadınların da futbol oynayabileceğini kabul etmeye başlıyordu.2 Çok değil, 11 sene önce gülüp geçtikleri hatta aşağıladıkları bu kadınlar bir anda gurur kaynağı oluyordu. Pia’nın İngiltere’nin başının belası olması bununla da sınırlı kalmadı. 1989’da İngiltere karşısında Wembley’de 2-0 kazandıkları maçta attığı gol onu bu statta gol atan ilk kadın yaptı. Pia milli takımla 146 maça çıktı, 71 gol attı.3 4 lig şampiyonluğu yaşadı ve FIFA tarafından yüzyılın en iyi futbolcuları listesinde 6. sırada kendine yer buldu.
İsveç milli takımında teknik direktörlük görevine başlamadan önce 2012 FIFA yılın teknik direktörü ödülünü alan Pia, 2013 Avrupa Kupası’nda, 1984’te kendi attığı golle gelen şampiyonluktan beri beklenen kupayı alamadı ama hala görevinin başında ve bunu gerçekleştirmek için şansı devam ediyor. Beklentiler çok yüksek ve omuzlarında ağır bir yük var. Ama o “Baskıya çocukluğumdan beri alışığım, ülkemde kadın futbolunun yeniden statları doldurduğunu görmek bile bana güç vermeye yetiyor” diyor.
2010’un ilk aylarıydı. Mersin’de, sabahları herkesten önce kalkıp çalışmaya başlıyor, gün ortasında dinleniyor, uyanıp tekrar koşmaya başlıyor, masajı, yemeği, banyosu derken, gününü bitiriyordu. Bir erkek arkadaşı vardı, hiç görüşememeleri canına tak etti, “Spor mu ben mi?” diye rest çekti. Nevin Yanıt sporu seçti. Kadına biçilen temel misyonun aile kurmak olduğu bir ülkede kolay olanı seçip sporu bir gençlik heyecanı olarak bırakabilirdi. Nevin kendisi olmayı seçti. Zafer cesaret edebilenlerindir: Aynı yılın yaz aylarında, bir başka Akdeniz şehrinde, Barcelona’da Avrupa Şampiyonu oldu. İki sene sonra Helsinki’de unvanını korudu. Daha büyüğü Londra’da geldi. 100 metre finaline yükseldi, ulusal rekoru kırdı, 4. ile aynı dereceyi yaparak 5. oldu. Pek çoğumuzun gözünde şampiyon olmuş kadar değerliydi. Çıktı, yapabileceğinin en iyisini yaptı, indi, keşke demedi. Her başarılı sporcuda sağlıklı bir dozda olması gereken hava (swagger) vardı onda. Sally Pearson, Dawn Harper çizgide ne kadar rahatsa, o da o kadar rahattı. Tüm Türk sporcuların ağlama duvarına döndüğü bir Ağustos ayında onun başı dikti. Sadece pistte değil, dışarıda da farklıydı. “Üzerimde baskı var diyen arkadaşlar var. Ben buraya Avrupa Şampiyonu olarak geldim. Baskı olsa ben hissederdim” diyordu. Röportajlarında kısmetten, tevekkülden, şanstan bahseden diğer kırmızı-beyazlı atletlerin aksine, çalışmaktan bahsediyordu, derecelerinden, kaça inebileceğinden, çıkışı daha iyi yapabileceğinden. Hala bir hayali daha vardı: 2013 yılında Akdeniz Oyunları kente geldiğinde, kendi adı verilen salonda koşup madalya almak.
2013 Şubat ayında şok haber geldi: Düsseldorf’ta bir yarış sonrasında Nevin Yanıt’tan alınan örneklerde yasaklı madde bulunmuştu. Net bir deyişle doping yapmıştı, sonucu iki yıl ceza olacaktı. Tek tük açıklamalarından birinde hocası Cüneyt Yüksel’in hatasının kurbanı olduğunu söyledi, “Ben doğum kontrol hapı bile kullanmıyorum” dedi. Mersin’de yarışamadı, kendi adının verildiği salonda başka bir şampiyon aldı Nevin’in madalyasını.
Nevin, bu ülke tarihinin en büyük atletizm süperstarı olabilirdi, dünyanın her tarafında saygı gören bir Türkiye markası haline gelebilirdi. Ama Türkiye bunu istedi mi, daha ötesi hak etti mi, orası tartışılır. Yıllarca Mersin’de yağmurda çamurda, doğru düzgün bir pisti bile olmadan (hocası Yüksel dışında) yanında kimse yoktu. Bir beslenme uzmanı, bir doktoru yoktu. El yordamıyla, saf yetenek ve adanmış çalışmayla geldiği yere kadar geldi. Nevin Yanıt personasına bakarak, onun şu anda bile 2015’teki geri dönüşünün planını yaptığına eminim. Lakin spor yargısı buna izin verecek mi, orası hala meçhul.
Süreyya Ayhan’ı izleyip “O yapabilirse ben de yapabilirim” deyip başladığı sporda, Ayhan’ın hiç gelemediği yere gelmişti. Sonunda ikisi bir noktada buluştular; bu ülke sporcularının çoğu zaman geldiği o yerde.
Hepimiz seviyorduk o cümleleri, ama Stanislas Wawrinka’nın kolunda gördüğümüzde daha bir yakıştırdık: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun, gene dene gene yenil. Daha iyi yenil.” Stan, teniste eğer adınız Novak, Roger veya Rafael değilse her hafta mutlaka kaybetmeye mahkum olduğunuzu söylemişti. Atletizmde işler biraz daha farklı. O, size her hafta yeniden başlama şansını, bir sefer çuvallarsanız hatanızı haftaya telafi etme fırsatını pek sunmuyor. Lolo Jones’a sorabilirsiniz. 2008’te Pekin’de 100 metre engellide altın madalyanın en büyük favorisiydi. Bunu ona söylediklerinde “Favori değilim, engelli yarışında her şey olabilir” diye cevap veriyordu. Gerçekten de Lolo koşarken bir şey oldu. Yarışı önde götürürken sondan bir önceki engele takıldı, yarışı kaybetti. En başarılı olduğu yerde, Dünya Salon Atletizm Şampiyonasında altın alması pek çok kişinin gözündeki imajını değiştirmedi. 2012’de Londra’da (milimetre farkıyla Nevin Yanıt’ın önünde) dördüncü olduğunda binlerce kişi akıllı telefonlarına sarılıp #choke diye tweet’ler atmaya başlamıştı bile. Bazı sporcuların tek işlevinin kendileriyle dalga geçebilmemiz olduğunu düşündüğümüz zamanlardaydık. Bazı sporcular en büyük sahnede başarılı olamazdı, bu da bize yeterince komik gelirdi.
Bir şey daha vardı: Lolo Jones güzel bir kadındı. Güzel bir kadın başarılı olduğunda bunu güzel olduğu için değil, gerçekten hak ederek yaptığını ispatlamak zorunda bırakılır. Lolo Jones da, doğru veya yanlış, sürekli bu eleştirileri yanıtlamak zorunda kaldı. Kendisinin Olimpiyat finallerine paraşütle inmediğini, ulusal rekorlar kırdığını, altın madalyaları olduğunu söylemek zorunda bırakıldı. Evet kendisinin de bu imaja katkı veren demeçleri olmadı değil, ama bunu burada bırakacağım. Zira çok fakir bir çocukluktan gelmiş, kardeşlerine destek olmak için iki işte birden çalışıp bir yandan koşmaya devam eden bir sporcu kamera önündeki vaktini istediği şeyleri söyleyerek geçebilir, itirazım yok.
2012 sonbaharında, Londra’daki hayal kırıklığının ardından Lolo Jones’un bir daha yazın bir madalya alma şansı kalmamış gibi görünüyordu. Ama bunun bir de kışı vardı. Kilo aldı ve kızak yarışlarına başladı. “Ben kızağı itiyorum ama kızak da beni düşlerimden vazgeçmemeye itiyor” dedi. Kendisinden kariyerli birkaç ismin önünde yer alması tartışılsa da Sochi biletini aldı ve bobsled’de Amerika Birleşik Devletleri’ni temsil etti. 11. oldu. Elbette bunun için de Twitter’a onun nasıl bir kaybeden olduğuna dair alaycı mesajlar yazanlar olmuştur. Ama bunun bir önemi yok. Lolo denedi ve daha iyi yenildi. Çünkü denedi. Çünkü ilk hatasında kendisini ölü sporcular derneğine postalayan bir sistemde değil, her zaman bir kez daha deneme şansı veren bir düzende yarışıyordu.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane