Best Coast – The Only Place
2011’i bitirirken şarkım “Hurts Like Heaven”dı. Kasım ayının sonuna doğru bir akşam Londra’da kulağımda Coldplay’in “Mylo Xyloto”suyla metrodan çıktığım anda Oxford Street’in Noel ışıklarıyla çarpılmıştım. Şarkının başlarındaki Noel zilleri, şehrin ışıklarıyla birleşince kendimi bir masalın içinde bulmuştum. Bir ay kadar sonra o masal gerçek olacak gibi oldu, 2012 benim için hayallerimin şehrine taşındığım yıl olacak gibi oldu. Neden sonra, bir Umut Sarıkaya öyküsünde dendiği gibi, “olacak zannedildi ama olmadı.” Tüm 2012 benim için doğup büyüdüğüm ülkede hapsedilmişlik, kapana kısılmışlık hissiyle geçti. Yazın ortasında bir şarkı çıktı sonra: Best Coast”un ikinci albümü “The Only Place”in ilk şarkısı, albümle aynı adı taşıyan şarkı. Batı Yakası’nın güneş arsızlığını, California sahillerini, yaz mevsiminin tatlı aylaklığını anlatıyordu Cosentino. Ne California’ya gitmişliğim var, ne Amerika”ya. Ama benim için yaşadığın yere sığabilmenin, olduğun yeri sevmenin, kaçmayı düşünmemenin, sadece orada olmakla mutlu olabilmenin en güzel ifadesiydi “The Only Place.” 30 yaşımda en çok boğuştuğum problem bir yanda, tüm hikayesini 3 dakikada anlatabilen bir şarkı bir yanda. Bu yıl bu şarkıyı o kadar çok dinledim ki, mutsuzken, mutluyken, yorgunken, sıkılırken, eğlenmeye hazırlanırken. Kendi sınırlarının dışına çıktı, bir dost oldu bana. Bazen aşırı mutlu olduğu için moralimi bozduğu bile oldu, ama vazgeçemedim. “The Only Place” bu yüzden benim için 2012’nin en güzel şarkısı değil sadece, kendi 2012’min üç dakikalık bir özeti. – Çetin Cem Yılmaz
Atoms For Peace – What The Eyeballs Did
Yılın albümü/şarkısı seçimi yaparken albüm konusunda pek ikilemde kaldığım söylenemez. Sonuçta bir bütünü seçmek çok daha kolay. Fakat vasat albümlerden enfes parçalar çıkabildiği gerçeği de düşünüldüğünde yılın şarkısını seçme konusunda epey zorlandım. Heartless Bastards’ın Only for You’su, Jack White’ın Weep Themselves to Sleep’i, Spiritualized’ın Hey Jane’i, Sweet Sweet Lies’ın The Day I Change’i arasında epey gidip geldiğimi kabul etmeliyim. Fakat tam da yılın sonlarına doğru uzun süredir albümünü sabırsızlıkla beklediğim Atoms For Peace’in (AFP) Default single’ı piyasaya çıktı. Default gayet başarılı bir şarkı olsa da single’ın B-Side’ı What The Eyeballs Did daha ilk dinleyişimde bana “Oha lan, olay budur!” dedirtmeyi başardı.
Gezegenin müzik konusunda (ve kimilerine göre daha birçok konuda) kanaat önderi sayılan Thom Yorke, RHCP’nin Messi’si basçı Flea ve Radiohead’in altıncı elemanı olarak kabul edilen, Beck, R.E.M., Travis, The Divine Comedy, Air, U2 ve Paul McCartney’nin prodüktörlüğünü de yapan Nigel Godrich’in beraber kurdukları Los Galacticos’vari müzik grubu Atoms for Peace beklenenin çok dışında bir sound yaratmış. Açıkçası bu ekibin yaklaşık bir senedir beraber sergiledikleri canlı performanslarına bakarak çok daha analog bir müzik bekliyordum. Thom’un Radiohead’in TKOL albümü ile saptıkları yoldan sıkıldığını, Flea ve Godrich’in katılımıyla biraz daha In Rainbows’a kayan bir sound çıkartacağını beklerken Atoms For Peace beni tam anlamıyla kontrpiyede bıraktı. What The Eyeballs Did Thom’un her zamanki mırıldanmaları, Flea’nın anormal bas performansı ve AFP’nin Jonny Greenwood’luğuna soyunan Godrich’in acayip elektronik katkılarıyla, 2020’lerden günümüze ışınlanan son derece yenilikçi ve muhteşem bir parça… Şubatın gelmesini ve albümün tamamını dinlemeyi sabırsızlıkla, ağzım sulanarak bekliyorum… – Meriç Funda
Bahamas – Lost In The Light
Müzik konusunda muhafazakar bir insanım. 2-3 yıl yeni albüm dinlememişliğim mevcuttur. Eskiler, sevdiklerim yetiyor. Radyolarda çalıp kulaklarıma takılanlar hariç, arşive bir şey ekleyeceksem illaki bir müzik sitesi, bir müzik organizasyonu falan gerekiyor. Misal böyle bir liste.
Uzun süre “bir insan niye bir Youtube kanalına üye olur ki” sorusunu sorduktan sonra dayanamayıp üyesi olduğum Mahogany Sessions’taki her şeyi çok sevdim, yalan yok. Lakin Bahamas’ın 2012’de çıkardığı bu Lost In The Light, bilemiyorum belki de tam zamanına denk geldi ama 2012’min şarkısı oldu. Huzur bulmak istediğimde açıyorum. Daha hiç ıskalamadan dinlendirdi beni.
Hepimiz için yılın şarkısı, aslında yılımızı anlatan, yıl içinde neye ihtiyaç duyduysak onu gideren şarkı. Ben biraz fazlaca yoruldum 2012’de. Huzur aradım, dinlenmek istedim, Lost In The Light yetişti. – Ozan Can Sülüm
Godspeed You! Black Emperor – Mladic
All Tomorrow’s Parties ve bir ABD turnesi için yeniden bir araya geldiğini açıklayan Godspeed You! Black Emperor’ın, henüz bu haberi sindiremeden, yeni bir albüm üzerine çalıştığı konuşulmaya başlamıştı bile. Onlar bu oyunu ‘kurallarına göre’ oynamaya yanaşacak son tiplerdi belki. Gelin görün ki, Simon Reynolds’ın son kitabını okuyordum ve endüstrinin bu yeniden birleşme teranesini nasıl her koldan beslediğiyle ilgili fena dolduruluyordum. Şüpheye düştüm. GY!BE albümü ilk kez sıradan bir konser gecesi sonrasında kurulan sıradan bir satış masasında görüldü. Grubun kuruluş aşamasındaki “liderlerle, şarkıcılarla, röportajlarla ve basın fotoğraflarıyla işi olmayan bir grup” manifestosuna uygun düşecek bir şekilde, öncesinde hiçbir tanıtım yapılmadan.
Albümü döndürdükçe bunun Reynolds’ın dil uzattığı yeniden birleşmelerin soyundan gelmediği, daha ziyade bir anabasis olduğu açıkça ortaya çıkacaktı. Alain Badiou sözcüğün “kaynağa doğru bir yükseliş, yeniliğin sertçe inşası, başlangıçtan sürgün edilmiş bir deneyim” gibi olası anlamları üzerinde dolanıp duruyor. Sonunda Yunan tarihinde sözcüğün izini sürmeye başladığımızda, başlangıçta hiçbir yönelime denk düşmeyen başıboş bir gezintinin bir şekilde eve, hikayenin başladığı yer olan kendi evine, götüren bir geri dönüş yolu çizmesi ile bağdaşıyor. Öngörülememiş bir geri dönüş.
Boşlukları doldurma üzerine kurulu bir insanlık tarihinde, o boşlukları daha da boşaltmaya adanmış bir çaba yeni GY!BE albümü. Bu kimilerine göre şiir için önerilebilecek bir tanım aynı zamanda. Albümü dinlerken bu paralelde bazı sorgulamalara girişiyorum. Şiirin ‘tanınabilir’ olup olmadığı sorusuna yanıt arayan bir yazıyı hatırlıyorum ve insanların şiirin olmazsa olmazı olarak -başlangıçta belki gönülsüzce- kabul ettiği birtakım unsurlardan olabildiğince uzak gözüken bu yaratının şiir olup olamayacağını soruyorum kendime Mladic 15. dakikasının sonuna doğru uzanırken. Belki daha derine daldıkça kendi manifestolarından öyle çok da uzak görünmeyen bir başkasıyla anlatmak lazım bu albümü. Bu kolektifi oluşturan acayip tipler de bir bakıma Ahmet Güntan’ın salık verdiği gibi şiiri yaratmıyor, yavaşça arıyorlar.
Yüzyılın en iyi şairi yazdıklarını ya yeraltı dergilere gönderiyordu, ya da hiç kimseyle paylaşmamak için özel bir ihtimam gösteriyordu. Fakat yüzyılın şairi Paul Celan’dı ve yüzyılın imleyeni anabasis altında yazıyordu. Badiou o meşhur söz üzerine, Auschwitz’den sonra şiir yazmanın imkansız hale geldiğini söylemenin en ufak bir anlamı olmadığını düşünmüştü. Auschwitz’i özellikle yoğun bir sorun, bir tür siyah ışık, hem evrensel hem de kasvetli mahremlikte bir gönderge olarak gören Celan’ın, otuzlu ve kırklı yıllarda insanların başına geleni ölçebilen bir şiir yaratmaya devam etmesinde hiçbir paradoks yoktu. Dahası Celan’ın bu sırada Alman dilini, katillerin dilini, bu yaratıya mecbur kılması esaslı bir meydan okumaydı.1 GY!BE manifestolarını hafifçe delerek verdikleri nadir bir röportajda birisi tüm bu yaptıklarının ne anlama geldiğini sorduğunda, cevaplarının “Git ve denklemi kendi başına çöz, tüm ipuçları orada” olduğunu söylüyor. Önceleri Albanian adıyla çaldıkları bu şarkıya Mladic adını vermek, en az Celan’ın Auschwitz şiirlerini Alman dilinde yazması kadar büyük bir meydan okuma. – Cem Pekdoğru
Blur – Under the Westway
“Bir gün yolda yürüyordum, bir şarkı duydum, kalbim acıdı.”
Umay Umay, Kazım Koyuncu ile birlikte söylediği “Gyuli Ckimi”nin sonunda böyle diyordu. Ben de geride kalan yılı, daha çok canımı yakan şarkılarla hatırlayacağım galiba. “Mutluluk” yönünden çorak bir yıl olduğunu söyleyebilirim, hasat bir hayli zayıf. On günlük Lale Devri”ni çıkarsam; kalanı Fetret Devri, kalanı duraklama gerileme dönemi. Ama iyi yani, o da lazım, sanırım. Sırtımı karma felsefesine dayasam, “Everything happens for a reason” hatta. Yersen…
Blur iyidir, güzeldir, saygım sonsuz ama asla gerçek bir hayranları olmadım. Oasis damarım daha geniş, bugüne kadar daha çok kan aktı oradan. Ama “Under the Westway”i duyduğum ilk anda, tıpkı Umay Umay gibi kalbim acıdı. Acı da değil aslında; sanki bazı şarkılar bire bir, yüz yüze, size söyleniyormuş gibi gelir ya, öyle. Ve o günden bu yana, her dinleyişimde aynı hissi yaşıyorum. Biraz eskiye özlem, biraz bugüne sitem, belki biraz umut, ihtimaller falan, her neyse… Aynı işte.
Buraya Father John Misty’den “Nancy From Now On” koymak isterdim. Grizzly Bear’den “Yet Again” de olurdu ya da Tame Impala’dan “Feels Like We Only Go Backwards”, Antony & the Johnsons’dan “Cut the World” falan. Hatta sırf videosunun hatrına Nosaj Thing’den “Eclipse/Blue” mesela. Ve hakkını yediğim birçok şarkı daha. Ama gerek yok.
Damon Albarn, “Under The Westway”de -özellikle de Hyde Park konseri kaydında- geçen yılı üç aşağı beş yukarı, tane tane anlatıyor. Sadece geçen yılı anlatmakla da kalmıyor; mantar bir panoya raptiyeyle tutturur gibi genel bir “sıkıntı listesi” asıyor göğsünün ortasına. Belki her şeyin toplamıdır bugünün derdi tasası, biraz da o noktaya itiyor seni; paranın her şeyin önüne geçtiği, siren seslerinin hakim olduğu bir dünyayı, reklam alınmış rüyaları anlatıyor. Ve son bölümde biraz daha derine iniyor:
“Paradise’s not lost, it’s in you
On a permanent basis I apologise
But I am going to sing
Hallelujah
Sing it out loud and sing it to you
Am I lost out at sea
’Til a tide wash me up off the Westway”
Yetenekli Bay Albarn’ı ayakta tutan ne varsa, biraz da gelgitlerle yıkanmayı beklediği satırlarda saklı. Beni de.
Ve görünen o ki; ikimiz de bildiğimiz tek şeyi yapıp, şarkılarımızı söylemeye devam edeceğiz. – Onur Erdem
Cloud Nothings – No Sentiment
Cloud Nothings’i ilk duyduğumda 90’lar tınılı gitar ve çığlıklar aklımı çeldi. Gün gibi ortada olan grunge esinlenmesine, hatta “yeni grunge” olarak tanımlanabilmelerine rağmen albümlerine Attack on Memory adını verip hafızaya/anılara savaş ilan etmeleri düşündürmüştü. Albümün ortalarındaki No Sentiment, nostalji ve hastalıklı geçmişe özlem duygusuna saldırıyor ve insanı devam etmeye, olup biteni aşmaya, unutmaya zorluyor. Biraz distorsiyon, biraz pis davul ve bağırışlarla unutmak mümkün olsa çok iyi olurdu gerçekten. Mesela bir sabah evinde cansız bulduğumuz dedem rüyama girmeyi bırakabilirdi. Çocukluğumun geçtiği evin bomboş ve “anı” peşindeki tanıdıklarca yağmalanmış hali aklımdan çıkabilirdi. Nereden geldiği belirsiz, saçma sapan yağlı boya ve yaşlı adam parfümü kokuları burnuma değmeyebilirdi. Neyse ki yıl boyunca No Sentiment vardı. Birini bir daha hiç görmeyecek olmanın tuhaf bilinciyle boğulduğumda kökledim sesi, kendi kendime tekrarladım “We don’t care what we lose”. İnanmış sayılmam ama yine de… – Artemis Günebakanlı
Sharon Van Etten – Serpents
70’lerde CBGB ve 80’lerde Madchester, müzik tarihindeki diğer dönemlerden keskin bir biçimde ayrılabilir. Ancak, ne kurulan grupların kalitesi, ne de üretilen başyapıt albümlerin sayısı önem arz ediyor bu ayrım için. Evet, o dönemlerde inanılmaz işler çıkartıldı ancak bu sadece bir sonuç. Asıl farkı yaratan ve bugün o tarihleri hatırlamamızı sağlayan, kabul ve hoşgörüden ibaret. Eğer 80’lerde Manchester’da yaşayan bir genç olsaydınız, bir grup kurardınız ve arkadaşlarınız yaptığınız müzikle dalga geçmezdi. Aynı şekilde CBGB’ye yakın bir yerde oturuyorsanız, bir şekilde kendinizi müziğe veya şiire adayabilirdiniz. Kimse sizi yadırgamazdı, kimse size “sen anlamazsın” demezdi. Sadece aralarına kabul ederlerdi.
“Brooklyn ve 2000’li yıllar” müzik tarihinde kendine özel bir yer edinebilecek mi, tahmin etmesi mümkün değil. Yeasayer, Twin Shadow ve VHS romantizmi pek çok kişiye sıcak gelmiyor olabilir. Ama kabul etmeliyiz ki Manchester ve CBGB nasıl kollarını açtıysa, Brooklyn de aynısını yaptı. Herkesin müzik yapmasına izin verdi ve kimseye karışmadı. New York Mag üç sene önce “Şu anda Brookyln’de oturan 25-30 yaş gençleri arasında müzik yapmayan birini bulmak zor” diyerek bu durumu duyurmuştu. O gençlerden Ed Droste bunalımlı bir anında, daha gitar çalmayı ve kayıt yapmayı sökemeden, yatak odasında Grizzly Bear’ı kurdu ve kabul gördü. Paul Banks, gitarist geldiği grupta eğitimsiz sesiyle şarkı söylemeye başladı ve kabul gördü. Sharon Van Etten, büyük bir ayrılık sonrası aile evinin bodrum katında yazdığı şarkıları birilerine duyurmak için Brooklyn’e geldi ve kabul gördü.
Sharon Van Etten’ın müthiş bir müzik bilgisi yoktu. Kısacık saçları, simsiyah dövmeleri, sessiz bir klasik gitarı ve çekingen ama inanılmaz bir sesi vardı. Şarkılarıyla Brooklyn’e geldi. Sessiz sakin bir albüm çıkardı, beğenildi. Saçlarını uzatmaya ve daha gürültülü şarkılar yazmaya başladı. Bir albüm daha çıkardı, o da beğenildi. Makyaj yapabilirdi artık ve hatta sırtı daha dik çalabilirdi gitarını. Üçüncü albümün tanıtımı için Jimmy Fallon’a çıktı. Biz daha geçirdiği değişime inanamadan, sadece üç akorla yazdığı Serpents ile yumruğunu masaya vurdu. Üç yıl önceki halinden eser bile yoktu. Gürültü çıkarmaktan, bağırmaktan çekinmiyordu. Tamamen yeni biri gibiydi. Para veya ün değildi onu değiştiren. Sadece gördüğü destek ve birazcık özgüvendi. Serpents ile en dibe battığınızda bile tekrar yükselebileceğinizi ve ihtiyacınızın sadece size destek olan insanlardan ibaret olduğunu gösterdi. – Cem Ünalan
Bruno Mars – Locked Out of Heaven
2012’deyiz ve her şey çok hızlı olup bitiyor. Bir sürü teknolojik gelişme, onlarca yeni müzik türü eski ve basit şeylerin ne kadar güzel olduğunu unutmamıza sebep olabiliyor.
Üniversite sınavına çalışırken “Bilgin arttıkça hata yapma oranın da o kadar artar” demişti bana Coğrafya hocam. Biraz o hesap bizimkisi. Yeni şeyleri duydukça onun daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Uzun süre dubstep’in ne kadar harika bir müzik olduğunu konuştuk mesela. Öyle bir hale geldik ki, günümüz dünyasında “eskiye özlem” bile popüler kültürün kullandığı kalemlerden biri halinde. Örneğin hayattayken sorsan kimse Michael Jackson’ı dinlemez, ancak vefatından sonra tüm sosyal medya MJ şarkıları paylaşır. “Popüler olan havalı değildir” algısı var. Halbuki popüler olan da güzel olabilir.
Kanıtı Bruno Mars’ta. Kasım ayının sonunda çıkmış olması ve az dinleyebilmiş olmamıza rağmen bence yılın şarkısını Locked Out of Heaven ile Bruno Mars yaptı. Onun gibi popüler kültürün göbeğindeki bir adamdan beklenmeyecek derecede riskli bir hamleyle, her şeyi basitleştirdi. Bol bol rock-reggae havası esen şarkıda basit, funky bir gitar riffi, taklit edilmesi imkansıza yakın bir ses (evde aynı notadan söylemeye çalışmayın!) ve bol bol dans ettirecek bir ritm. Çok basit. Ve basit olan güzeldir…
Mars bu şarkıyla şimdiden Michael Jackson, The Police ve Billy Joel gibilerle karşılaştırılıyor. Açıkçası hepsinden biraz barındırdığı gerçek. Dünya dönmeye devam ettikçe yenilikler çıkacak ve insanlar yeni şeyler denemeye devam ettikçe eskiye özlem artacak. İleride eskiye özlem duymak yerine şimdiden dinleyebilirsiniz. Tavsiye edilir. – İsmail Şenol
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane