Lanetli bir meslektir gazetecilik. Durması, molası yoktur. Haberinize nokta koyduğunuz an onu bitirmiş sayılmazsınız, zira her an güncellenebilir, yalanlanabilir, haber niteliğini kaybedebilir. Bitirip yayınladıktan sonraki süreç daha acımasızdır. Zira yaptığınız işin raf ömrü bir günden fazla değildir. Her gün yeniden üretmek zorunda olduğunuz bir başka sektör var mıdır bilemiyorum ama gazeteciyseniz yaptığınız şeyin üzerine üç gün yatamazsınız. Gazeteciyseniz dikkatiniz, algılarınız sürekli açıktır. Haber hiç durmaz, her an, her yerden gelebilir. Tatiliniz azdır zira her tatil gününün, her hafta sonunun, her bayramın ardından birilerinin masasına konacak bir gazete yapılmalıdır. Politika muhabiriyseniz takım elbiseli insanları kovalamaya, ekonomide çalışıyorsanız rakamların iniş çıkışlarıyla dalgalanmaya, spor servisindeyseniz herkes maç izlerken yazı yazmaya, kültür sanattaysanız kalabalık festivalde içip eğlenirken arka tarafta 5 dakikalık bir röportaj için bir saat ayakta beklemeye mecbursunuzdur.
Çoğu zaman kimsenin fark etmeyeceği bir hata yaptığınızda içiniz içinizi yer ama iyi bir iş yaptığınızda takdir beklerken gelen sağır edici sessizlikten daha çok koymaz hiçbir şey. Çünkü derinlerde, bir gazetecinin en çok peşinde koştuğu şey budur. Etki yaratmak. Yurtdışına çıktığınızda gazetecilerin sözlerinin hala kıymet-i harbiyesinin olduğunu görüp imrenirsiniz mesela, zira siz gazetecilerin genel olarak nefret edildiği, yalancı veya sahtekarlıkla suçlandığı (kimi zaman daha fazlasına maruz kaldığı) bir ülkedesinizdir. Ama devam edersiniz. Hayatınızdaki en büyük rahatlama okunmaktan bile çok, yazmaktır. Hayatında ortaokulda sınıfın panosuna kompozisyon bile yazmamış birisinin anlaması zordur belki, ama yazmaktır en büyük tatmin. Sonra yazdıklarınızın birisinin hayatına dokunduğunu görmek ise ondan bile ötedir. Sinema yönetmenlerinin tanrı kompleksi varsa, gazetecilerinkine “mesih kompleksi” diyebiliriz belki. “Gerçek” her ne ise onu insanlara iletmek. Hayatlarında olumlu bir değişim sağlamak. İşin içinde hayalperestlik vardır tabii, zaten romantizm ve idealizm olmadan yapılacak meslek de değildir gazetecilik.
Aaron Sorkin’in de benzer bir kompleksi olduğunu söyleyebiliriz. O da insanlara hakikati anlatmak istiyor, kendi hakikatini. Ve “düzeltmek” istiyor. “The West Wing”de 1999 ve 2003 arasındaki dört yıl boyunca (evet, bir Amerikan devlet başkanlığı süresince) Beyaz Saray’da liberal bir başkanın hikayesini anlatmıştı. O güne kadar “ya Makyavelist, ya da aptal olarak resmedilen” hükümet mensuplarını iş bitiren zeki adamlar olarak anlatan Sorkin’in dizisi, yedi yılda 27 Emmy ödülü kazanmıştı. Aynı Sorkin, “A Few Good Men”de Amerikan ordusunun, “The Social Network”te yükselen bir siber-imparatorluğun, “Moneyball”da ise spor dünyasının “iç yüzünü” anlatmaya soyunmuştu. Şimdi “The Newsroom”da sıra kameranın arkasına geliyor. Ama Sorkin’in tek derdi haberciliğin doğasını anlatmak değil. Medyaya, dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’ne çeki düzen vermek. Özellikle Amerika’da medyanın nasıl bir konumda olduğu 2000 yılında başkanlık seçimlerini alenen manipüle etmesiyle hatırlanabilir. Bu anlamda “The Newsroom” HBO’nun ve Sorkin’in Amerika’nın seçim yılındaki hamlesi olarak okunabilir. Hollywood’un kanaatkar ve gayretkeş güzel adamı Jeff Daniels’ın canlandırdığı baş karakter Will McAvoy’un Obama’nın hakkını teslim eden “iyi” bir cumhuriyetçi olması da bunu destekliyor. Dizinin ilk bölümünde Amerika’nın neden dünyadaki en iyi ülke olmadığını anlatmak “zorunda bırakılıyor” ve o güne kadar haber kanallarının Jay Leno’su olarak görülen adam dramatik bir değişim sergiliyor. McAvoy’un haberlerinde yaptığı şey “münazara” aslında, sorularıyla karşısındakini ve izleyicisini ikna etmek. Ve elbette bu, Sorkin’in yapmaya çalıştığı şey. Özellikle sağ kanadın yalanlarını ortaya sermek, medyaya düzgün habercilik yapabileceğini göstermek için kullanıyor diziyi.
Dizinin üzerine kurulu olduğu amaç, şüphesiz 2012 dünyası için fazla iyimser kalabilir. İnsanların kendilerine bir şey öğretilmesinden hoşlanmadıkları bir zamanda yaşıyoruz. Didaktizme kimsenin tahammülü yok. Ters taraftan gelen görüşlere de. Twitter’da sevmediğiniz görüşlerin sahiplerini unfollow’layıp kendinize sadece duymak istediğiniz bir “medya” oluşturmanızda olduğu gibi. Sorkin ise 1970’lerin medyasını hayal ediyor. “The Newsroom”u “Network”teki gibi idealize ediyor. Dahası, o da internetin kakofonisinden rahatsız. İnternetin de kendisini çok sevdiği söylenemez. Bir röportajda “Hey internet girl” diye başladığı tirad sonrasında adına tumblr sayfalarının açılması ve yeni bir internet meme’inin başlangıcı olması buna örnek.12
Ama bu, Sorkin’in umrunda değil. McAvoy’un umrunda olmadığı gibi. Onun da blog’unu Hint asıllı Amerikalı bir çocuk yazıyor, zira Will’in internetle kaybedecek pek vakti yok. Dikkatli baktığınızda Sorkin hep “adamlar”ın dünyasını anlatıyor. Kimi zaman iş bitiren, kimi zaman suç işleyen, kimi zaman ihanet eden, kimi zaman devrim yapan, kimi zaman devrim uğruna çok şeyi feda eden adamlar. Will de biraz fazla idealize edilmiş bir karakter. Hataları, sakarlıkları var, ama neticede o bir kahraman. Sorkin bunun farkında. “Pelerinsiz kahramanlarla ilgili yazmayı seviyorum. İzlerken ‘Bu gerçek dünyaya benziyor, peki neden gerçek dünya böyle olmasın ki?'” Tanrı kompleksi mi demiştiniz?3
Sorkin’in “The Newsroom”la ilgili aldığı en büyük eleştirilerden birisi kadın karakterleriydi. Dizideki kadınların güçsüz, beceriksiz veya kötü resmedilmesi4 konusunda Amerikan medyası açtı ağzını yumdu gözünü. Bu, benim için bir sorun değil. Bir dizide kadınların beceriksiz veya kötü resmedilmesi o yazarı kadın düşmanı yapmaz. Benzer bir sorunu son derece başarılı bir ilk sezon geçiren “Girls” de yaşamıştı. Lena Dunham dizisinde hiç siyah karaktere yer vermediği için eleştirilmişti. Ne yazık ki Amerika’da politik doğruculuğun geldiği nokta fazlaca şekilci. Sorkin’in kendini savunması ise baş kadın karakterlerden bir tanesinin Will’i dönüştüren kişi, ikincisinin çalışkan bir kız, diğerinin ise başka yerlerde çok daha fazlasını kazanabilecekken gazetecilikte kalan idealist birisi olduğuydu. Kısmen haklı, zira dizideki erkek karakterlerden Will pantolonunu kendi başına giyinmekten aciz, Neal kocaayakların gerçek olduğuna inanıyor. Jim’in beceriksizliği ve Don’ın sinsiliğini ilk bölümden gördüğünüz için spoiler saymamak gerek. Neticede Sorkin her karakterini artıları ve eksileriyle çizmeye çalışıyor. Yine de kanımca dizinin başarısız olduğu noktalardan birisi bu: Ortalama üçer-dörder kelimeyle yazdığım bu özelliklerin gerisinde fazla da anlatılabilecek bir şey yok onlara dair. Birkaçı dışında hiçbirisi gerçekten derinleşemiyor. İkinci sezon için Sorkin’in aşması gereken engellerden birisi bu olacak.
Karakterlerden bir tanesine özel bir paragraf açmamız gerekecek. Emily Mortimer’ın oynadığı Mackenzie dizinin belkemiği. “The Newsroom”da izlediğiniz her şey onun sayesinde oluyor. Medyada işlerin nasıl yürüdüğünü bilenler için gerçekçi bir durum: Kamera arkasındaki birkaç kişi aslında bir programı öyle bir yönetir ki, mikrofonun başındaki kişinin o kadar da önemli olmadığını hissedersiniz. Mackenzie de Will’in arkasındaki hem ahlaki, hem teknik, hem de “duygusal” olarak en büyük güç. Ne var ki, Emily Mortimer’ın mükemmel enerjisiyle tüm gel-gitlerini inandırıcı kılmayı başarmasına karşın Mackenzie sorunlu bir karakter. Dünyadaki en iyi gazetecilerden birisinin BlackBerry kullanmayı bilmemesini anlayabiliriz belki ama ekonomiye dair hiçbir şeyden çakmamasına inanmak güç. Dizideki pek çok gelişmenin onun beceriksizlikleri üzerinden gerçekleşmesi de böyle bir karakter için haksızlık.
Peki, niyeti en baştan izleyicisini eğitmek, dünyayı düzeltmek olan didaktik bir şovu, vasat çizilmiş karakterlerine rağmen neden izliyoruz? Çünkü “The Newsroom” en başta anlattığım o lanetli mesleğe dair gerçekçi bir içeriden bakış sunuyor. Ajanstan bir haber düşer ve bir anda ofis karışır. Bunu gazeteciliğimin ilk haftalarında Hrant Dink’in vurulduğu o meşum Cuma öğleden sonrasında yaşamıştım. Genel yayın yönetmeninin sekreterinin bile telefonla görüş almaya çalıştığı, pek çok meslektaşımın gözyaşlarını bastırmaya çalışıp bilgi aradığı, delice bir gündü. O delice günlerden 10 tanesini sunuyor “The Newsroom.” Herhangi birini anlatmak spoiler sayılmaz aslında, zira Sorkin hiçbir zaman gerçek olmayan bir olayı konu etmeyeceğini söylüyor, ama yine de izlememişler için tat kaçırmayalım. Sadece bir iki haklı eleştirinin altını çizmek gerek: 1- Gazetecilerin tamamı ofis içerisinde, gerçekten habere giden sadece bir muhabir görüyoruz 10 bölüm boyunca. 2- Çoğu zaman haber kaynağınız lisedeki yakın arkadaşınız ya da ablanız olmaz. “The Newsroom”da armut bizim haber masasının ağzına biraz fazla kolay düşüyor. Yine de o dünyayı yaşayanlar veya merak edenler için “The Newsroom” muazzam bir kaynak sunuyor. Sezonun dördüncü bölümündeki “Fix You” eşliğindeki yedi dakikalık bölüm, gerçekten bir haberci pornosu. Amerikan dizi tarihinin de en güzel sekanslarından biri.56
Ve neden izlediğimizin en son yanıtı yine Sorkin elbette. Pinpon diyaloglarıyla Amerikan sinema ve televizyonunun son 15 yıldaki en önemli yazarı sayabiliriz kendisini. En azından bir sahnesini izlediğiniz anda “Bu onun kaleminden çıkmış” diyebiliyorsanız, bu o adamın imzasının kuvvetini gösterir. “The Social Network” ve “Moneyball”da 2000’lerden klasik Amerikan sineması geleneğine uzanan iki mükemmel filmi kaleme almıştı. “The Newsroom” onun başyapıtı olmayabilir. Ama tüm sezonu izlediğinizde anlayacağınız üzere 10 bölümü son derece sıkı şekilde örmüş ve ulaşmak istediği noktanın ne olduğunu çok iyi biliyor. Senaryosuyla yapmak istedikleri kimi zaman fazla matematiksel kaçacak kadar teknik ama neticede kusursuz. Seyircisini nasıl güldüreceğini, nasıl şaşırtacağını veya duygulandıracağını biliyor. Ve bu yüzden “The Newsroom”u izleyip keyif almak için haberci olmaya gerek yok. Amerikan hikaye anlatıcılığı sanatı ve Hollywood’un kendine özgü “gerçek kahramanlarına” ilgi duymak yeterli.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane