Geçen hafta Beşiktaş-Braga maçına gittim. Bu sezon gittiğim ilk maçtı. Doğrusunu söylemek gerekirse birçokları gibi ben de Türkiye’de oynanan futbola biraz daha mesafeli bakar bir durumdayım şu sıralar. Olan bitenin saçmalığı, bir türlü çözümlenememesi, ve genel olarak kalite eksikliği beni geçmişe göre daha fazla irite ediyor sanırım. Neyse ki EPL var!
Ancak geçen hafta beni bir sürü durum ve kişi Beşiktaş-Braga maçına çekti. Öncelikle maçın oynandığı Perşembe günü doğum günümdü. Kendime bir ödül vermek için İnönü Stadı’nın her zaman etkileyici bulduğum atmosferi doğru yer olabilirdi. Ayrıca birçok arkadaşım da bu maça gitmek için benimle bağlantıya geçmişti. Tüm bunlara rağmen kararsızdım.
Ancak sonunda geri çeviremeyeceğim bir teklif geldi. Geçen hafta eğitimimin bir bölümünü tamamladığım Penn State Üniversitesi’nden iki arkadaşım İstanbul’a gelmeyi planlıyordu. Aslında onların Beşiktaş-Braga maçıyla bir ilgisi olabileceğini tahmin etmiyordum. Maçtan bir gün önce “Maç için bilet arıyoruz” diye benimle bağlantıya geçtiklerinde artık bu maça gitmek şart oldu diye düşündüm. Yeni Açık biletleri bittiği için Eski Açık biletlerimizi aldım.
Misafirlerim Alli ve Brad birçok turist gibi Sultanahmet’te kaldılar. Perşembe akşamı 6 gibi onları Sultanahmet’ten aldım, İnönü’ye doğru yola koyuldum. Fındıklı yakınlarında bir yere kadar arabayla gittik. Sonra da inip Beşiktaş İnönü deneyimi yaşamak üzere yürümeye koyulduk.
Fındıklı’daki benzin istasyonunu geçtiğimizde karşı taraftan gelen taraftarları taşıyan bir motor gördük. Tezahüratlarla inen yüzlerce insan birden Alli ve Brad’ı korkuttular. Ben bir taraftan tek taraflı bir maça gittiğimizi ve durumun tehlikesiz olduğunu anlatmaya çalışırken, diğer taraftan da ilk defa gördükleri Boğaz’ı da kaçırmamaları gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. İnsanların tutumu karşısında ne yapacaklarını şaşırdıklarını görmek çok ilginçti. İnönü Stadı’na Anadolu yakasından vapur veya motorla gelen insanların her hafta ortaya koydukları bu sahne onlar için inanılmaz bir manzaraydı.
İlerlemeye devam ettik. Tarih veya mimari dersi olmasa da yol üstündeki camileri, ışıkları ile bir başka parlayan saat kulesini ve de en sonunda Dolmabahçe Sarayı’nı tek tek işledik. Maçın başlamasına bir buçuk saatlik bir zaman vardı. Normal şartlarda içeri girmemiz gerektiğini anlatmaya çalıştım. Birçok insanın oyuncular ısınırken tribünde olmayı tercih ettiğini söyledim. Ancak bizim o akşam için planlarımız farklıydı.
Dolmabahçe’de ilerlemeye devam ettik. Gerçekten çok kalabalıktı. Sanırım İnönü’de bu sezonun seyirci rekoru kırılmıştır. Dolmabahçe’nin meşhur askerli kapısının önünde kalabalık birden kendini yola attı. Yolu kesip çömeldiler. Trafiğin akışı durdu. Arabalara kafa tutan insanlar Alli ve Brad’ı hayrete düşürdüler. Herkesin ellerinde bira şişeleri vardı. Orada üçlüler çekildi, tezahüratlar yapıldı. Hem Galatasaray hem de Fenerbahçe’ye beslenen duygular dışa vuruldu. Alli ve Brad ise bol bol video ve fotoğraf çekerken hayretlerini gizleyemediler.
Daha sonra Akaretler yokuşunu geçtik ve Beşiktaş Pazarı’na doğru yol aldık. Bu kadar kalabalık beklemiyorlardı. Sokaklardaki enerji onları gerçekten çok etkiledi. Meyhanelerde maçı bekleyen insanlar, sokaklarda içilen içkiler onlar için gerçekten çok farklıydı.
Fazla zamanımız olmadığı için birer dürüm ve ayran ile maça kendimizi hazırladık. Dürümün içindeki patates kızartması Pittsburgh’daki Primonti Sandwich’lerini hatırlattı. Tabii ki ayran çok beğenilmedi. Bir Amerikalı’nın yoğurt sevmesi çok düşük bir ihtimaldir. Ayranı neden sevsinler?
Hızla stada geri döndük. Pazarlık yaparak aldığımız iki kaşkolla birlikte maça tamamen hazırdık. İtiş kakış maça girdik. Dolmabahçe’de yürürken ortalığın pisliği ve buna rağmen hiç çöp tenekesi bulunmaması yine Amerikalılara ilginç geldi.
Maç başlamadan dakikalar önce Eski Açık tribününde yerimizi aldık. 20 kadar Portekizliye ayrılan tribünün hemen yanındaydık. Ben biraz da koruma içgüdüsüyle etrafımızdaki insanları inceledim. Başa çıkamayacağım bir durum yok gibiydi. Ne de olsa insanlar kendilerini bana emanet etmişlerdi. Önümüzde sevgi dolu görünen bir adam ve kız arkadaşı yanımızda ise efendi görünüşlü bir adamcağız vardı. Bana yanlış görünen bir durum yoktu.
Europa League seremonisinden sonra maç başladı. Beşiktaş’ın forvetsiz oyunu çok keyifsizdi. Çalışmadı, işlemedi. Portekizliler “Bunlarda korkulacak birşey yok, biz birşeyler yapalım belki bir mucize çıkartırız” inancıyla saldırdılar. 30 dakika dolmadan golü de buldular. Sonra Carvalhal Almeida’yı oyuna aldı ve dengeli bir maç oynanmaya başlandı. Her iki taraf da kendini fazla sıkmadı. Maçın son 60 dakikası genel olarak rölantide gitti.
Ancak skorun tehlikeli oluşu zaman zaman insanları tetikledi. Bir ara maçtan uzaklaştım. Önümüzdeki sevgi dolu çifte baktım. Az önceki aşk çocuğundan eser kalmamıştı (Cem Yılmaz). Adam etrafa cinsel tehditler savururken yanındaki kadın da utancından nereye yok olsam diye aramaya başlamıştı. Yer yarılsa da içine girsem meğersem bu anlama geliyormuş. Sağımızdaki adam ise kaçan bir golden sonra tepinme ihtiyacı hissetti. Beş sıra kadar öne doğru uçarak tepindi. Bu uçuş sonrası biraz endişelendim. Neredeyse Alli ile yer değiştiriyordum.
Tabii burada tezahüratların karşılıklı seyri, her tezahürat sırasında öne doğru uzanan sağ kollar izlemeye değer güzelliklerdi. Özellikle Alli olayların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu. Her defasında açıklamalarımı sürdürdüm. Sağ kol kalkmadan bağırılmayacağını, tezahüratların Yeni Açık ve Kapalı arasında bir diyalog olduğunu anlattım.
Arkadaşlarımdan Brad, Amerikan sporlarının tutkunu. Tabii onlardaki istatistiksel bakış açısı nedeniyle Europa League’deki maç takvimi ve yenilgiye rağmen tur atlatan Aggregate Sistemi çok mantıklı değil. Belli ki Beşiktaş’ı kazanırken ya da en azından kazanmaya çalışırken izlemek istemişti. Soğuk havada iki saat beklerken maçı kaybediyor olmak çok keyif verici bir deneyim değil.
Ben normalde maçları biraz erken terk ederim. Ancak bu maçta uzatma ihtimali vardı. O yüzden son düdüğe kadar bekledik. Hatta maç bittikten sonra biraz stadda oyalandık. Yine de izdihama yakalanmaktan kurtulamadık. Çıkış kısmı biraz zorlu oldu. Amerikalıların maç çıkışına uyum sağlamasını beklemek çok gerçekçi olamaz. Maç çıkışında açıkçası biraz utandım, pişman oldum.
Maç sonrası İstanbul keyiflerini sürdürdük. Taksim’e gidip Türk lezzetlerine daldık. Benim için her maçın bir parçası olan kokoreç-midye dolması-rakı üçlemesini misafirlerime de tanıttım. Her şeyi tek tek tatmaları, adapte olmaya çalışmaları gerçekten ilginçti. Benim için de komik ve eğlenceli bir geceydi.
Misafirlerimin verdiği reaksiyonlar dışında beni eğlendiren birşey olmadı desem yeridir. Beşiktaş’ın oyunu ikna edici değil. Portekiz’deki maçtan sonra stada davet ettiği seyirciye yenilen bir Beşiktaş izletmek Carvalhal için eksi bir puan. Beşiktaş kadrosunun doğru rotasyonla oynadığını kesinlikle düşünmüyorum. Kaldı ki açıkça görünüyor ki ne sahada ne de kulübede bir takım gibi hareket eden Beşiktaş görünmüyor. Daha etkili liderler gerekli gibi görünüyor.
Misafirlerimle ilgilenirken bir yandan da Filip Holosko’nun yaşadıklarını dikkatle izledim. Zaman zaman kadroya bile alınmayan Holosko adeta üvey evlat olmuş. Sanırım 60 dakika ısındı. Takımın kontraya çıkabileceği, sahada inanılmaz geniş alanlar bulunan anlarda bile düşünülmedi. 2-3 kere kulübeye çağrılmasına rağmen son dakikada yerine Alves oyuna dahil edildi. Gördüğüm kadarıyla mental olarak gerçekten çok güçlü. Hiçbir şeyi sorun etmeden işini yapmaya çalışıyor. Ama ona verilen mesajların çok da pozitif olduğunu söylemek çok zor. Zaten taraftar da kendisinden vazgeçmiş. Oyuna dahil olacağını düşündüğümüz anlarda son derece negatif tepkiler geldi. Bu durum beni her zaman fazlasıyla rahatsız eder. 24 kişilik kadroda bir oyuncu grubun dışında kalıyorsa ve bu oyuncu Holosko gibi grup için elinden geleni yapan bir oyuncu ise bu takımın bir kaybıdır.
Fotoğraflar: Allison Harvey
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane