2016 berbat bir yıldı. Böyle bir ülkede yaşayıp delirmemenin yollarından biri güzel kaçış yolları bulabilmek. Sinema bu anlamda, bu inanılmaz korkunç yılda, biz sinemaseverler için hayat kurtarıcı oldu. Şahsen çok verimli bir yıl olmasa da özellikle sene sonunda festivaller vesilesiyle gelen filmlerle kalitenin birkaç tık yukarı çıktığını düşünüyorum. “En iyi” listeleri yapmanın hep bir klişe olduğunu düşünsem de, eğlenceli olduğunu da inkar edemem. Ve bu felaket zamanlarda eğlenceli bir sinema aktivitesiyle uğraşmak benim için de güzel bir tecrübe oldu.
Bu listeyi hazırlarken sadece 2016’da çekilen filmleri dikkate aldım. 2015 yılında çekilmesine rağmen ülkemizde 2016’da gösterime giren Carol, Saul’ün Oğlu vb filmleri o yüzden listeye almadım. Bununla beraber, Moonlight ya da La La Land gibi adından sıkça söz ettiren ama henüz ülkemize uğramayan filmleri izleyemediğim için doğal olarak dikkate almadım. Son olarak bunun kişisel bir liste olduğunu ve tamamen şahsi zevk ve beğenilerle oluşturulduğunu hatırlatayım.
İyi okumalar!
10- Julieta (Yön: Pedro Almodovar)
Pedro Almodovar’ın “güçlü kadınları terk ettiği film” olarak adından uzun bir süre bahsettiren Julieta, bir aile trajedisini Almodovar’ın güçlü renkleri ve estetiğiyle görselleştiriyordu. Filmin çok zamanlı yapısı, geniş sayılabilecek karakter skalası ancak Almodovar gibi rüştünü ispat etmiş bir yönetmenin elinde sırıtmazdı zaten. Yönetmenin uzun süren kötü filmler döneminden sonra derin bir nefes almamızı sağlayan Julieta’yı daha uzun bir şekilde de yazmıştım.
9- Olli Maki’nin En Mutlu Günü (Yön: Juho Kuosmanen)
Bu seneki Filmekimi’nin hakkında pek konuşulmayan ama izleyen hemen herkesi kendine hayran bırakan filmlerindendi Olli Maki… Bir boksörün hayatının en önemli maçından önce maç dışında her şey ile ilgilenmesi, aşık olması ve olup bitenlere epey nihilist yaklaşması filmin absürd-romantik dramatik yapısını oluşturuyordu. Spordan pek de hazzetmeyen bir spor filmi diyebileceğimiz Olli Maki, siyah beyaz görüntüleriyle bir Yeni Dalga havası da yaratıyordu. Yönetmen Juho Kuosmanen ise bu filmle birlikte hepimize “Finlandiya’da sadece Kaurismaki kardeşler yok” demiş oldu.
8- Frantz (Yön: François Ozon)
François Ozon’un son filmi yönetmenin bugüne kadar alışık olduğumuz neredeyse hiçbir temasını içinde barındırmadığı için ilk bakışta iddialı görünüyordu. Başka bir dilde, başka bir suda ve başka bir estetikte (siyah-beyaz) hem de 50 yaşında yepyeni bir sayfa açan Ozon’un bu cesareti takdir edilesiydi. Üstelik ortaya çıkan film de bu cesaretin ödülünü verecek nitelikte iyi bir anti-militarist yapım oldu. Aslında Frantz sadece François Ozon’un ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu tekrar fark etmek için bile izlenebilir.
7- The Neon Demon (Yön: Nicolas Winding Refn)
Danimarka’dan çıkan tek deli Lars Von Trier değil elbette. Sıra dışı kişiliği ve saplantılı stilize yönetmenliğiyle Nicolas Winding Refn sinema dünyasının yeni deli-dahi çizgisindeki Kuzey Avrupalısı oldu bile. Peki, The Neon Demon ne anlatıyordu? “Tehlikeli güzelliğin dünyayı ele geçirmesi” gibi bir şeyden bahseden Refn’in son tahlilde içerik ile ilgili her şeyi bahane ettiğini iddia edebiliriz. O da tıpkı diğer formalist yönetmenler gibi içerikten ziyade biçime düşkün, hatta saplantılı bir adam. Her bir karesi olağanüstü stilize olan The Neon Demon özellikle sonuyla birçok sinemaseverin nefretini kazandı. Ama yine aynı sebeple birçok sinemaseveri de mest etti. Ben ise Refn gibi yeteneği yüksek, aşırı takıntılı insanlara bayıldığım için filmi de epey sevdim. Stanley Kubrick’e en azından biçimsel anlamda bir veliaht aranıyorsa Christopher Nolan ya da Tom Ford’a uğramanıza gerek yok. Bu Danimarkalı gereken bütün mükemmeliyetçi manyaklığı bünyesinde barındırıyor.
6- Nocturnal Animals (Yön: Tom Ford)
Tom Ford’a ilk filmi A Single Man nedeniyle mesafeliydim. Daha doğrusu filmin fazla abartıldığını düşündüğüm ve kendisinin de bu abartıda bir payı olduğunu hissettiğim için özenli bir film olması dışında A Single Man’de pek bir özellik görememiştim. Bu sene 7 yıl aradan sonra geri döndüğü Nocturnal Animals ise taraflı tarafsız herkese iyi bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu kanıtladı. Üç farklı zamanda, üç farklı dünyada ve üç farklı düzlemde geçen filmin tek bir noktasında bile aksama olmazken, özellikle kurgu bölümündeki “aileye musallat olan serseriler” temalı uzun sekans neredeyse Brian de Palma ya da Alfred Hitchcock’un elinden çıkmış kadar usta işiydi. Hem gerilim yaratma hem de belirli karakterler etrafında sağlam bir drama yaratma konusunda hünerini gösteren Tom Ford senenin en iyi filmlerinden birine imza attı.
5- Elle (Yön: Paul Verhoeven)
Herhalde sinema tarihinin en az hakkı verilen ya da en çok yanlış anlaşılan yönetmenlerinden biridir Paul Verhoeven. Hem Total Recall gibi şahane bir bilim kurgu filmi hem de Flesh+Blood gibi kült bir macera filminin hakkını verebilen Verhoeven, Basic Instinct lanetiyle kariyerini bambaşka noktalara taşımak zorunda kalmıştı. 2016 yılında bu kez psikolojik gerilim diyebileceğimiz Elle ile geri dönen Verhoeven ortaya muhteşem bir film bırakıp yeniden tartışmaların orta yerinde olmayı başardı. Olağanüstü Isabelle Huppert’in performansıyla birkaç gömlek daha iyi bir film haline gelen Elle, bir tecavüzün trajediden ziyade sıra dışı bir intikam ve psikolojik savaşa dönüşmesini anlatıyordu. Fransa’da çekilen film Huppert’e sonuna kadar hak ettiği ilk Oscar’ını kazandırabilir. Zaten kazandıramazsa bu Huppert’den ziyade Verhoeven’in laneti yüzünden olacaktır.
4- Hell or High Water (Yön: David Mackenzie)
Sıra geldi yılın en “cool” filmine. İskoç yönetmen David Mackenzie’nin Amerika kariyeri kalburüstü filmlerden mürekkep olsa da herhalde hiç kimse Amerikan kırsalında, kovboylar çağına saygıda bulunan şahane bir film çekeceğini düşünmemişti. Suça bulaşan ve sonuna kadar birbirine sadık iki kardeşin önlerine çıkan bankaları soyarak giriştiği maceraya kan bulaşınca insanın aklına ister istemez Badlands ya da Bonnie and Clyde gibi türün başyapıtları geliyordu. Mackenzie bir yol filminin tüm nüanslarını ince detaylarla filmine yerleştirirken, taviz vermeyen dramatik yapısıyla da çok ümit vermeyen kariyerine bir başyapıt ekleyerek 2016’yı en iyi geçiren yönetmenlerden biri oldu.
3- Manchester by the Sea (Yön: Kenneth Lonergan)
İyi bir senarist olarak sivrildiği Hollywood’da şimdilerde üçüncü uzun metraj filmiyle iyi bir yönetmen olarak da anılan Kenneth Lonergan, Manchester by the Sea ile yılın en kalp kırıcı, depresif ama gerçekçi filmine imza attı. Bir trajediyi atlatamamak üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olan Manchester by the Sea “kendini affetmemek” ve bilinçli kişisel yıkım üzerine gayet dürüst bir film. Casey Affleck’in film boyunca cömertçe sergilediği abisinden birkaç gömlek üstün yeteneği Oscar gecesi merdivenleri çıkmasını sağlayabilir.
2- Toni Erdmann (Yön: Maren Ade)
Cannes’daki ilk prömiyerinde hatta tam olarak o gösterimin ardından duymuştuk daha sonra defalarca kez duyacağımız şu cümleyi: Senenin en iyi filmi! Gösterildiği neredeyse her yerde ayakta alkışlanan, övgülere boğulan ve Maren Ade’ye kucak dolusu ödül kazandıran Toni Erdmann bir baba-kız ilişkisini bugüne kadar hiç görülmemiş düzeyde absürd ama bir o kadar da duygusal bir çerçevede ele alıyordu. Alle Anderen ya da The Forest for the Trees gibi “soğuk” filmlerin ardından biraz daha sıcak sulara geçen Maren Ade’nin filmografisine ileride hangi halkalar eklenecek gerçekten merak ediyorum.
1- American Honey (Yön: Andrea Arnold)
Ne denilebilir ki? Daha önce uzun uzun üstüne yazmıştım. O yüzden burada da ayrıca uzatmama gerek yok. Ama ek olarak şunu söyleyebilirim: Bu sene çekilen diğer birkaç filmin “sinemasal” bağlamda daha iyi olduğunun farkındayım. Ama American Honey bir damarı yakalayan, o damarın savruk, spontane ve gelişigüzel kafasını bir ritme dönüştürebilen, bir anlamda sinema için yeni bir kapı aralayan bir film. Herhangi bir mesele için “böyle de anlatılabilirdi” deriz ya, American Honey işte onun örneği. Şimdinin ruh halinin fotoğrafını çeken ve gelecekte sırf bu yüzden bugünün “kafasını” en iyi gösteren filmlerden biri olarak anılacak diye düşünüyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane