Skip to content

Kendi Hikâyesinin Kötü Adamı

Ben, Mike Hawthorn, bir Formula 1 Dünya Şampiyonu olarak ölüyorum.

Benim adım John Michael Hawthorn. İnsanlar bana Mike diyor. Almanlardan nefret ediyorum.

Sapsarı renkli saçlarım ve renkli gözlerimle o kahrolası Aryan ırka benzemekten hiç hoşnut değilim. Onlardan öylesine nefret ediyorum ki, hiçbir zaman onların ürettiği bir otomobili kullanmayacağım. Zaten fazla seçeneğim de yok, zira birkaç saniye sonra öleceğim.

En az nefret ettiğim kadar nefret edildim. Bir Formula 1 Dünya Şampiyonu olarak ölürken kimse hikâyelerimi anlatmayacak. John, Michael ya da Mike adındaki hiçbir çocuk adını benden almayacak. Biliyorum, umursamıyorum. Her hikâyenin bir kötü adamı vardır, bu hikâyeninki benim.

Hayatımı yarışarak geçirdim. İlkin bir Riley Ulster Imp ile başladım yarışmaya. İsminde İblis geçen bir otomobille başlayan bir kariyeriniz varsa hayatınızın gidişatını tahmin etmek için lanet bir falcı olmanıza gerek yok. Ama ben Almanları yenmek, onları mahvetmek istiyordum. Tıpkı daha erken doğmuş olsam savaşta yapacağım gibi. Lakin savaşta değildik, elimdeki en iyi şans yarışmaktı.

Formula 1 kariyerime ise 1952’de başladım. Kendi ülkemde, Kraliçe’nin bayrağı dalgalanırken ilk kez podyuma çıktım. Kullandığım Cooper, bir İngiliz otomobiliydi. Harika bir histi.

Sonraları o Nazi artıklarını mağlup edebilmek için bir Ferrari kullanmam gerektiğine karar verdim. Onlar geri dönmeden önceki son sezon olan 1953’te, 24 yaşındayken ilk Grand Prix’mi kazandım. Kutlamalar sırasında soylu bir Fransız kızını hamile bırakarak orta şiddette bir aile krizine sebep oldum. Eh, hayatın tadını çıkarmadan yaşanmaz.

1954’te, sonunda Mercedes’leri çiğ çiğ yeme hayalime kavuşacaktım.

Hiç beklediğim gibi olmadı oysa. Koca yılda yalnızca bir kez, İspanya’da, kazanabildim. Almanya ve İtalya Grand Prix’leri tam bir fiyaskoydu. Fangio, Mercedes’iyle iki yarışı da benim önümde kazandı. Sinirden deliye dönmüştüm, o yarışlardaki öfkemin yakıcı hissini hâlâ şakaklarımda hissedebiliyorum.

Bir yıl sonra, sıradışı bir olayın başlangıcında yer aldım. Le Mans’da. Pek çoğunuz o yılı bir trajedi olarak hatırlar. Bense 1955 Le Mans 24 Saat yarışını, Mercedes’e diz çöktürdüğümüz ve Almanların motorsporlarından defolup gidişinin başlangıcı olarak anımsarım.

Safkan bir İngiliz, göz kamaştırıcı “Britanya yarış yeşiline” boyanmış bir Jaguar’ın direksiyonundaydım. Mercedes’in cazibesine kapılan İngiliz Stirling Moss’un bıraktığı kokpite büyük bir memnuniyetle oturdum. Üç saat boyunca Fangio ile mücadele ederken pist rekorunu kırdım. Pite girerken başlattığım zincirleme kaza sonrası, Mercedes’lerden biri alevler içinde uçarak seyircilerin arasına girdi. Sevindiğimi söyleyemem, yine de yarışı izlemeye gelenlerin bunu göze aldığını düşünüyorum. Diğer iki Mercedes sekizinci saate kadar yarışa devam edip, iki tur önümüzdeyken yarıştan çekildiler. Bir de utanmadan, onlara katılmamızı istediler. Rüyalarında görürler.

Yarışı kazandığımızda can dostum Peter Collins de Aston Martin’iyle ikinciydi. İki İngiliz markası, ilk iki sırada. Mutlak bir zafer hissiyle doluydum. Şampanyalarımızla bu büyük zaferi kutlarken Fransız gazeteciler garip garip bakıyorlardı bize. Eh, Almanları yendikleri görülmemiş bir milletten anlamalarını bekleyemezdim.

Aynı yıl, doktorlar kalan tek böbreğimin de iflâs ettiğini söyleyip bana üç yıl ömür biçtiler. Kısa yaşamımın tadını çıkarmayı hiç ihmal etmedim. İçki, sigara, kadınlar ve Almanları pistlerde mahvetmeye adanmış yaşamım normal şartlarda da pek uzun sürmezdi zaten.

1955 sezonu sonunda Mercedes’ler Formula 1’den çekildiler. Le Mans faciası sonrası sporda kalmamaya karar verdiler. Korkaklar. Halbuki onların karşısında şampiyon olmayı öyle çok isterdim ki. Karşıma çıkacak cesaretleri yoktu, ne acı.

Mercedes’ler gittikten sonra dahi iki sezon boyunca şampiyon olamadım. Almanlar gitmişti gitmesine ama Fangio hâlâ yarışıyordu. Onu hiçbir zaman yenemedim.

hawthorn-collins

1958, 29 yıllık ömrümün özeti gibiydi. Kaybettiğim arkadaşlarım, buruk sevinçler, nefret ettiklerimin sonunu hazırlamak… Yarıştığım Ferrari’de, takıma zarar gelmediği sürece pilotların birbirine düşman olmasını engelleyen hiçbir görüş yoktu. Yakın dostum Peter Collins’le kim kazanırsa kazansın galibiyet parasını bölüşeceğimize dair bir anlaşma yapmıştık. O sıralar mafyaya borcu olan İtalyan Musso, yılın pahada en ağır yarışı olan Fransa Grand Prix’sinde beni kovalarken yaptığı kazada öldü. Yeteneğinden çok borcu varmış, ne yapalım. Yarış sonrasında Peter ile gülüp eğleniyor, kazancımızı kutluyorduk. Bir yarış sonra kendi topraklarımızda Peter birinci, bense ikinciydim. Bu, paylaştığımız son podyumdu.

Kahrolası Alman topraklarında bir sonraki yarışta, gözlerimin önünde yaptığı kazada en yakın arkadaşımı kaybettim. Peter, ölmek için bula bula hayatım boyunca nefret ettiğim ülkeyi bulmuştu. Kararımı verdim, ne olursa olsun sezon sonunda emekli olacaktım.

Oldum da. Şampiyonadaki rakibim, Jaguar’ı Mercedes için satan Moss beni savunduğu için Portekiz’deki puanlarımı geri almadılar. Sezon bittiğinde bu fark 1958 Formula 1 Dünya Şampiyonu yaptı beni. Peter ile kutlamadığım bir şampiyonluğu istemediğimi o gün fark ettim. Hem Mercedes’lerin yenilmediği bir şampiyonluğun ne önemi vardı ki? Adi herifler, şampiyonluğumun tadını çıkarmamı bile engellediler. Onlardan nefret etmeme şaşmamalı.

Ve işte buradayız. Yağmurlu bir İngiltere gününde, Surrey yakınlarında yol kenarındaki bir ağaçtan milisaniyeler uzakta. Mercedesyiyen adını verdiğim diğer tüm otomobillerim gibi, aynı isme sahip bu heybetli Jaguar’ımla bir Mercedes’e haddini bildirdikten sonra kontrolü kaybettim. Böbrek yetmezliğinden dolayı sık sık gözüm kararıyordu zaten.

Ben, Mike Hawthorn, bir Formula 1 Dünya Şampiyonu olarak ölüyorum. Nefret ve öfke dolu, kısacık bir yaşam sürdüm. Formula 1 tarihinin anlatılmayan, gözardı edilen hikâyelerinden biri benimki. Her hikâyenin bir kötü adamı vardır. Ben kendi hikâyemin kötü adamıyım.