Liverpool’un son yıllarında teknik direktörleriyle vedalaşması hep aynı şekilde gelişti. Kötü sonuçlar alınır, yönetimle menajerin çekişmesi sürdürülemez noktaya gelir, tablo geleceğe dair umut vermez. Sonuç, bir sıkışmışlık halidir. İster çok sevilen bir menajer olsun (Rafael Benitez, Kenny Dalglish), ister sevilmeyen (Roy Hodgson), isterse de ikisinin ortası (Brendan Rodgers, Gerard Houllier), karar alındığında ve yollar ayrıldığında hiçbir taraftar “bunu hiç beklemiyordum” demez. Belki üzülür, belki sevinir, ama o teknik direktörün gidişinin “kaçınılmaz” olduğunun bilincindedir.
Ama yeni gelenlerle durum hep farklı oldu: Çoğunun gelişi umut yaratırken, bir kısmına şüpheyle yaklaşıldı, bazılarının gelişine alenen karşı çıkıldı (Hodgson). Jürgen Klopp, hepsinden farklı olarak büyük heyecan yarattı Anfield Road ahalisinde. Öyle ki, Alman teknik direktörün gelişiyle yaşanan sevinci anlatırken abartmanın imkanı yok: 2013-14 sezonunun en yoğun günlerinde yaşanan mutluluğa benzer bir sevinç yarattı bu imza.
Temel sebep şu: Klopp’un Dortmund’da yazdığı senaryonun Liverpool’a da uyarlanabileceği hissi. Almanya’nın uykudaki devlerinden birisini ayağa kaldırması, ülkenin yıkılmaz görünen Bayern hegemonyasını darmadağın etmesi, kulübü Şampiyonlar Ligi’nin gediklisi haline getirmesi ve bir sezon finale kadar ilerlemesi, heyecan verici bir futbol oynatması ve bütün bunları görece daha düşük bütçeyle, sürdürülebilir bir futbol ekonomisiyle yapması.
Ama bunları zaten biliyorsunuz. Biz Liverpool’un son üç sezonuna bakalım; Rodgers yıllarına. Rodgers’ın günlerinin sayılı olduğu hissediliyordu zaten, o sıkışmışlık hissi camiaya sinmişti. Ama bunun, 1-1 biten Everton maçı sonucunda gelmesini kaç kişi bekliyordu derseniz, kalkan parmakların büyük çoğunluğu inecektir. Rodgers başarılı mıydı? Evet, kulübün Premier Lig tarihindeki en başarılı (en çok gol attığı ve en çok maç kazandığı) sezonu yaşattı. Hayır, bunu Avrupa’da oynamadıkları, Luis Suarez’in uçtuğu ve rakiplerin topalladığı bir sezonda yaptı. Evet, Suarez’in, Philippe Coutinho’nun, Daniel Sturridge’in, Jordan Henderson’ın kariyerlerinin en iyi futbolunu oynamasını sağladı, Raheem Sterling, Joe Flanagan, Jordon Ibe’ı takıma kazandırdı. Hayır, transferde sonradan kullanmayacağı bir dolu adam aldı. Ama o transferlerde tek yetkili değildi, transfer komitesi ile ortak çalışıyordu. Doğru ama kendi yönettiği transferlerde de doğru kararlar veremedi.
Görüldüğü gibi bitmeyecek, tükenmeyecek bir tartışma. Hepsinin ortasında bir gerçek: 2013-14 sezonu, Liverpool için çok özel bir sezondu. Bir daha asla değişmeyecek gibi görünen yeni Premier Lig monarşisinde bir gedik açan, hep aranan o kutsal kadehin sadece bir galibiyet yakınına kadar gelinen o sezon. Sizi temin ederim, ben hala her gün, her gün, 27 Nisan’daki o anı tekrar yaşıyorum. Bir tanesinde Mamadou Sakho, Steven Gerrard’a dönmeyip uzun oynuyor ve topu Tomas Kalas karşılıyor, devre golsüz bitiyor. Bir tanesinde Gerrard olağan şekilde topu kontrol ediyor ve uzun başlatıyor. Birinde Gerrard yine topu ayağının altından kaçırıyor ama Demba Ba topu sürerken Mignolet kalesini erken terk edip savunmasına yetişmek için zaman kazandırıyor. Birinde de Migs doğrudan Ba’yı indiriyor, kırmızı kartla takımını 10 kişi bırakıyor ama kalanlar savaşıp gereken puanı alıyor. Bunlardan bir tanesi olsaydı hayat çok başka olabilirdi. Bugün Luis, Steven ve Raheem hala kırmızı formayı giyiyor olabilirdi, belki yanlarında bir başka süperstarla birlikte. Brendan’ın hala kenarda olacağı gibi. Liverpool o gün Chelsea’nin “park ettiği iki otobüsü” aşamadı, tıpkı o sezonun travmasını aşamadığı gibi.
Liverpool o gün, o sezon kazanamadı; sonraki sezon ondan da kötü bitti. Ama Rodgers yıllarının, en azından harikulade o sezonun hakkını vermek gerekiyor. 27 Nisan travmasının ötesine geçebilen bir yazıda Neil Atkinson’ın dediği gibi: “13-14 sezonunun nasıl olduğunu unutmamak önemli. (…) Pek çokları için meselenin ‘gerçekler’ kısmı hep baskın çıkacaktır. Futbol tarihinde asıl önemli olan hikayeler, kolektif deneyim, günler, geceler, teknik direktörler ve atmosferdir. Gerçekte olan 3-3’lük beraberliği, sizin takımın üç gollü üstünlüğünü yitirdiğini değil, onların aslında 10 gol atmaya çalışıyor olduğunu hatırlayın. Onların imkansız olanı denediğini hatırlayın. Onların ne kadar yaklaştığıyla gurur duyduğunuzu hatırlayın.”
O gururu daha önce kaleme almıştım.1 Bir daha hiçbir zaman olmayacağını düşündüğüm bir hayalin gerçek olabileceğini hissettirmişti o takım ve o takım Rodgers’ın takımıydı. Bu gerçeğin ta kendisi. Her üç sezonunda da Aralık ve Ocak aylarından itibaren inanılmaz galibiyet serileri yakaladığı da gerçek (demek ki bir şeyleri doğru yapıyor). Ama tek kupa kazanamadığı, üç yıl boyunca savunma olayını hiç çözemediği, ikinci sezonundaki göz alıcı futbolun kırıntılarını bile 2014-15’te sergileyemediği, 2015-16’ya hiç ışık vermeyen performanslar ve bir çuval dolusu 1-1’le girdiği de. Günümüz futbolunda üç buçuk senenin bir teknik direktörün kendini kanıtlaması için çok çok çok uzun bir süre olduğu da…
Şimdi başa dönüyoruz: Pek çok taraftar Rodgers’a saygısızlık etmeyecek olmakla birlikte, onun misyonunu tamamladığından ve veda kararının haklılığından emin. Çünkü bazı şeylerin adını koymak gerekiyor: 1- Liverpool’un kadrosu kesinlikle abartıldığı kadar kötü değil (takım revire dönmüş olsa bile). 2- İngiliz kamuoyunda sanki Magna Carta’da yazıyormuş gibi kabul görmesine karşın en zengin dört kulüp ilk dört sırayı ipoteklemiş değil. Liverpool’un sahibi olan FSG de sezon hala gençken fırsatı gördü. Futboldaki en ilgi çekici teknik direktör hala boştaydı ve en azından mavi renkli ve Londra’da ikamet eden bir Premier Lig kulübü hocasını kovmadan harekete geçmek isabetli olabilirdi. İşlem beklenenden kısa sürede tamamlandı, futboldaki en enteresan adam artık Liverpool’daydı. Bunun şöyle bir önemi vardı. Liverpool ilk defa hoca konusunda büyük oynuyordu. Benitez La Liga ve UEFA Kupası’nı kazanıp gelmişti, Houllier Fransa’da bir projenin adamıydı ve Rodgers da Swansea performansıyla gelecek vaadediyordu, tamam. Ama hiçbiri (bunlara hiçbir zaman hayır denemeyecek Kenny Dalglish ve yorumsuz geçeceğim Hodgson’ı da ekleyin) Klopp değildi. Klopp hamlesi, Liverpool için başka bir şeyi temsil ediyor. Güvenli, sıkıcı metodu değil, heyecanı, riski, tutkuyu seçmeyi. En iyi olma iddiasının kaybedilmediğini. Bu adam sadece 2000’ler futbolundaki en heyecan verici projelerden birisini yaratmadı; ortaya koyduğu şey de sadece futbol değil. Klopp bir duruşu temsil ediyor. Çekici, esprili, tutkulu, duygusal, karizmatik bir adam. Sahada “tam gaz” oynanan, “heavy metal” tarzı bir futbol görmek istiyor. Saha dışında da kamuoyunu ve medyayı kendisine çekebilecek cazibeye sahip. İngiltere’de medyayı tarafınıza çekmek önemlidir. Benitez bunu hiç beceremedi. 2009’da Alex Ferguson’la medya önünde dalaşmaya çalıştı ve delirmiş bir adam olarak lanse edildi. Arsene Wenger hala Mourinho ile kavga ettiğinde, medya tarafından aslında rakibi kadar başarılı olamamanın kompleksinden kaynaklandığı imasıyla veriliyor. Brendan’la ilk günden itibaren David Brent denerek dalga geçildi. Jürgen ise ilk günden medyayı avucuna aldı. Bunu da Alex veya Jose gibi otoritesini karşısındakinin kafasına vurarak değil, sakince konuşup gülerek, kendisinin “normal” olduğunu belirterek ve sesini yükseltmeden iddiasını ortaya koyarak yaptı. Klopp’un ilk basın toplantısı, hiç şüphesiz İngiliz futbolunda Mourinho’nunkinden bu yana en etkili açılış seremonisiydi. Aynı konuşmada Liverpool taraftarlarını “şüpheciliği bırakıp inanmaya” çağırdı, oyuncularını beğendiğini söyledi, dört yıl içinde bir kez ligi kazanacağını iddia etti, paranın önemli olduğunu ama asıl önemli olanın rakibe diş geçirebilecek oyunu oynamak olduğunu belirtti. Kulübün tarihine vurgu yaptı ama bunu bir yük gibi sırtında taşıyamayacaklarını, şimdide yaşamak gerektiğini söyledi. Kulüpteki sıkışma havasını daha tek bir maça çıkmadan dağıtmayı başardı. Dahası, son yıllarda İngiliz futbolunun en dalga geçilen, geçmişte yaşadığı için eleştirilen takımı haline gelmiş bir kurumu yeniden kaydadeğer hale getirme sinyalleri verdi.
Klopp ne yapacak? Şunu söyleyeyim, Liverpool için sezon hala erken; tüm sakatlıklara ve hoca değişimine karşın “adaptasyon” adı altında sezona havlu atılmayacak. İlk dört şu an mümkün görünmeyebilir, ancak ligin genel düzeyi (lider de dahil olmak üzere) kesinlikle ikna edici değil ve Liverpool’un o seviyenin üzerine çıkması pekala mümkün. Klopp’un hedefi oraya koyduğuna eminim. Dahası, hatta belki de daha önemlisi: Kupalar. Houllier döneminde rakiplerin “Mickey Mouse treble” dediği, Benitez zamanında lig kazanılmadığı için hor görülen metal parçaları. Brendan Rodgers’ın ilk dört uğruna es geçtiği, ama aslında önemi hiç de az olmayan turnuvalar. FA Cup, League Cup veya Avrupa Ligi’nden en az bir tanesini sonuna kadar kovalamasını bekliyorum Klopp’un. Liverpool gibi “big four”dan düşmüş, “ilk altı” realitesine alışmaya çalışan bir kulüp için “kazanmayı” hatırlamak moral ve özgüven açısından önemli. Rodgers’ın es geçtiği bu gerçeği Klopp’un önemseyeceğinden eminim.
Liverpool, Premier Lig çağında United’ın, Arsenal’in ve sonrasında Chelsea ile City’nin potunu nadiren gördü, ancak hiç artırmadı: Klopp’u getirene kadar. Bu, rakiplere “restine rest”; camiaya da “Toparlanın, gitmiyoruz” mesajı.
Bu, Liverpool’un yakın geçmişindeki en önemli adım. Futbol hipster’ları, gegenpressing hastası geek’ler, romantikler, futbolda retroyu arayanlar, Bundesliga aşıkları, Premier Lig sevdalıları, yaklaşın bakalım. Bir şey deneyeceğiz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane