Bir mektubu hiçbir zaman adresine göndermeyeceğini bilerek yazmak cezbedicidir. Göze alınan pek az şey vardır, tam anlamıyla bir riskten söz edilemez. Üstelik işler öngörülemeyen bir şekilde değiştiği takdirde o kağıt parçasına uzanıp, başından beri isteyip de cesaret edemediğini yapabilirsin.
Şimdi bir de aksinde duran senaryoyu düşünün. Zarfın üzerine adresi yazmışsındır, mazrufta her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna kendini ikna etmişsindir. Telefon çalar, bir Facebook iletisi görürsün ya da başka bir şey. Mektup artık hiçbir anlam taşımıyordur. Cebinde yüzükle aylardır doğru zamanı bekleyen bir aşık gibisindir. Bir farkla: Doğru zaman. Yoktur.
“To heal, Austin would have to lie down on his stomach for most of the day.”
2014 NBA Draft için gün sayıyorduk, dört gün kalmıştı. Yazıhane’de birkaç sene önce bayağı iyi kotardığımız profil işlerine giremeyeceğimiz belli olmuştu. Elimde bekleyen bir Isaiah Austin, çeyrek Marcus Smart yazısı vardı. Austin hakkında olan, oyunculuğu hakkında pek fazla şey söylemiyordu. Zira Ocak ayından bu yana Austin’e baktığımızda farklı bir öykü görüyorduk.
Austin beşinci sınıfa giderken şansını denediği sporlardan biri de beyzboldur. Boyuna aldanıp onu kendisinden büyük çocuklarla bir maça alırlar ve yine sadece uzun boyu nedeniyle ‘first base’ pozisyonuna yerleştirirler. Atıcı birkaç feykten sonra topu gönderdiğinde, pozisyonunun gerekliliklerinden bihaber Austin eldivenini kaldırmakta yarım saniye gecikir ve takip eden yarım saniye içinde gözüne yerleşen topun acısını duyumsar. Maçtan sonra gözü şişince, ailesiyle birlikte doktorun yolunu tutarlar. Teşhis retina gevşemesidir, doktorlara göre bir ameliyata gerek yoktur.
Üç sene sonra ortaokuldaki son maçı öncesinde Austin ısınmak için sahaya çıkar. Maç bir formaliteden ibarettir. Koçundan izin almıştır, liglerindeki kural gereği iki teknik faul ve diskalifiyeyle sonuçlanacağını bildiği bir harekete nihayet gönül rahatlığıyla kalkışacaktır. Havada yükselir, çembere doğru süzülür ve smacı vurur. Sınıf arkadaşları çıldırmıştır. Hakemler ise teknik faul düdükleri için sabırsızdır. Austin mutlu görünmeye çalışıyordur. Fakat her şey tozpembe değildir. Bu öforik tozpembe içinde rengi bulandıran, yalnızca Austin’in gördüğü bir kırmızı vardır. Sağ gözünü kaplayan ve acil servisin yolunu tuttuğunda artık vasat bir pratisyenin de koyabileceği kadar açık ‘retina dekolmanı’ teşhisini doğuran kırmızı.
Ocak ayından beri işte bu öyküyü görüyorduk, bakışlarımızı Austin’in gözlerini koruyan gözlüğün az ötesine çevirdiğimizde. Haberi ortaya çıkaranın ESPN’in Outside the Lines programı olması şaşırtıcı değildi. Austin burada haberi sadece takım arkadaşları ve koçuyla paylaştığını söylüyor, Waco’da geçirdiği günler boyunca kendini güvende hissettiren bu ortam için programdaki herkese minnetlerini bağışlıyordu. Kimi kaynaklara göre akrilik, kimi kaynaklara göre camdan –belki her ikisinden– yapılma protez bir gözle çıkıyordu maçlara. Sağ gözü görme yetisini büyük oranda kaybetmişti. Tevekkeli değil, orta mesafeden soktuğu şutlardan sonra Scott Drew ve savunmaya koşan takım arkadaşlarının yüzlerindeki gülümsemenin farkını sezebiliyordunuz. Derinlik algısı olmayan 2.15’lik bir genç adam nasıl olur da hücumunu dış şutu üzerine kurabilirdi? Tüm yaşadıklarından sonra gözünü içgüdüsel olarak koruduğunu düşünebilir, fiziksel temastan kaçınmasının arkasındaki sır perdesini yırtıp attığınızı söyleyebilirdiniz. Bu çıkarım için psikoloji doktorası yapmış olmanız da gerekmezdi. Austin’de gördüklerinizi artık daha büyük bir şükranla karşılıyordunuz, neredeyse doğa üstü bir şeye tanıklık ettiğiniz duygusuna kapılıyordunuz. Bu sırada Austin’in çevresindeki kişisel konfor alanı ise gitgide daralıyor, saha üzerinde belki çoğu zaman bir sirk hayvanı gibi hissediyordu. ESPN hikayesi patlak verdikten sonra çıktığı ilk maçta Kansas potasına 4/8 ile yolladığı üçlükler bir eğilim başlatacak, o günden itibaren neredeyse her maça yayın gerisinden bir isabet sıkıştıracaktı. “Bunları yeniden doğal karşılamaya alışın,” diyordu sanki, “daha bu gözlerle yapacak çok işimiz var.”
“İnsanlar görünün tazeliğinden, bir şeyi ilk defa görmenin yoğunluğundan dem vururlar; ama ben, bir şeyi son defa görmenin daha yoğun olduğuna inanıyorum.”
Harun Erdenay hayatıma hangi maçla girmişti, tam olarak çıkaramıyorum. Ülkerspor’un bir Euroleague maçıydı sanki. Yalnızca bir görüntüsüne bakıyordum. Yine de yoğundu. Çünkü sadece şöhretini önceden duyduğum şutu değil, saha üzerinde yaptığı her şey daha önce karşılaşmadığım göz alıcı bir zarafetin timsaliydi. Aradan ekran kalktığında ve onu çıplak gözle karşımda bulduğumda işin boyutu fazla değişmiş olamazdı. En nihayetinde bunun da hangi maça denk geldiğini seçemiyordum. Öyle çarpıcı bir karşılaşma değildi demek. Babam biraz daha şanslıydı. Marmara Ereğlisi’nde Tekel toptancılığı yaptığı günlerdi, haftada iki gün Yeniçiftlik sapağına kadar olan sahil şeridine dağıtıma çıkıyordu. O şeride kabus gibi çöken sitelerin en havalılarından birinde –ismi Kaptan ile başlayanlarından birinde– onunla karşılaşmıştı. İlk görüşte tanıdığını söylüyordu, ama önce bir kaleciye benzetmiş ve bir gaf yapmaktan korkup, çaktırmadan, marketin sahibine hangi takımda oynadığını sormuştu. “Milli basketçi Harun Erdenay” dediğinde bir aydınlanma yaşamıştı anlaşılan. Harun’u sahada üç kere görmüş ya da görmemişti, sözünü ettiğim zarafeti takdir edecek son kişiydi. Onunla karşılaşmayı hak edecek ne yapmıştı? Artık her “Benimle servise çıkmak ister misin?” sorusuna karşılık, o markete uğrayıp uğramayacağını soruyordum. İlk seferde marketin sahibinden oraya sık gelip gelmediğini öğrenmeye çalışmıştık. “Her yaz iki üç kere tenis oynamaya gelirler,” demişti, “bazen buradan alışveriş yapar.” Küçük bir ihtimali kovalayacağım belli olmuştu, yine de tatil boyunca denedim. Çocukluğumun en büyük hayal kırıklığı değildi, zaten Efes Pilsen’de bile oynamıyordu. Ama sadece bir hafta gecikmiştim ve biliyordum ki babam bu hikayeyi her anlattığında yeni bir şeyler katacak ve moralim daha fazla bozulacaktı.
Üniversiteye geldiğimde bu kez sıra yakın arkadaşlarımdan birindeydi. Benim küçük meteorlar düşmüş gibi duran zemini nedeniyle birkaç denemeden sonra yüzüne bakmayı bıraktığım Gümüşsuyu’ndaki salonda görmüştü Harun’u söylediğine göre. Durum tamamen değişmiş, büyüsünü kaybetmişti tabii. Birkaç arkadaşımdan rica etmem yeterdi, kolaylıkla yapay bir karşılaşma yaratabilirdik. Yine de sahadaki son gününde orada olmak benim elimdeydi. Geçmiş, gelecek bütün zamanlar içinde biricik o anı yakalayabilir; bir daha hiç görülmeyecek olanı, bir kez olmuş ve bir daha hiç olmayacak olanı deneyimleyebilirdim. Ne var ki, İTÜ sezon kapanışında daima play-off final grubu için şehir dışına çıkıyordu ve önümdeki final sınavlarını boşverip takımla deplasmana çıksam bile hiçbir zaman o anın biricikliğinden emin olamayacaktım. Bir sene daha oynaması istendiğinde, İTÜ’ye hayır diyemeyecekti. Yine. O yüzden vazgeçtim. 2007-08 sezonundaki Çanakkale Belediye maçıyla bu bahsi kapatacaktım.
Bu hastalıklı ilişkinin son oyunbazlığı da şuydu: O son karşılaşma sırasında İbrahim Kutluay da takım arkadaşları arasında yer alacaktı. Kariyeri boyunca saha üzerinde birçok şeyi kusursuza yakın yapan bir yıldızdı hiç şüphesiz. Ancak her anıyla, çocukluğumda Harun-İbrahim arasında yaptığım tercihin sağlaması gibi bir maç oldu. İlk yarının bitimine doğru tribünün hemen yakınında Harun’a sert bir faul yapıldı, anlık sessizliği öğrencilerden biri bozdu: “Oğlum o Harun Erdenay, nasıl faul yaparsın?” İbrahim ise bu işi öğrencilere bırakmıyor, aldığı her faulden sonra hışımla hakeme yönelip aynı soruyu birinci şahıs üzerinden tekrarlıyordu. İbrahim’in kibir saçan 28 sayısıyla, Harun’un nazik 10 sayısını teraziye koymanın manası yoktu.
“Karşımda kimi bulduğumun hiç önemi yok, sert oynamaya devam edeceğim. Her pozisyonu son maçımı oynuyormuş gibi oynuyorum. İşin tadını çıkarmaya çalışıyorum dostum! Bugün uzun süreden sonra ilk kez yaptığım şeyden bu kadar keyif alıyorum, gerçekten.”
Austin’in draft öncesi kombine idmanlarda kendisine uzatılan mikrofon için ayırdığı bu dört cümle, birkaç hafta sonra kulağa çok daha dramatik gelecekti. O gün gerçekten son maçını oynamış olabilirdi. Ne diyorduk, dört gün kalmıştı. Twitter karşıma yeni bir Austin haberi çıkarmıştı ve her defasında olduğu gibi tıklamaya çekinmiştim. Kaçış yoktu. Basketbol kariyeri sona erdi, diyordu haber. İlk görüşte tanıdık gelmeyen bir sendromdan söz ediyordu sebep olarak: Marfan. Birkaç haber daha bulmaya çalışırken, yan sekmedeki Google’a Marfan sendromunu soruyordum. Bradford Cox’ın hastalığıydı demek. Sahnede öyle çok da kötü görünmüyordu. Her şeyin tamamen sona erdiğinden emin miydik? İşte başka bir haber.
Doktorlar retinaya odaklanırken, küçüğünü besleyen büyük illeti gözden kaçırmışlardı. Jason Collier’ın ani ölümü sonrası tıbbi testlere getirilen yeni standart, tarih itibarıyla en büyük başarısını elde etmişti. EKG testlerinde aort damarında tespit edilen anomali sonrası, Austin ve ailesine Marfan sendromu ihtimalinden bahsedildiğinde genç adam pek aldırmayacaktı. Duydukları, herkesin başına gelebilecek şeylerdi. Fakat kötü kader konusunda sırasını savdığına inanmak istiyordu.
Büyük günden önceki son Cuma gecesi, annesi onu teyzesinin evine çağırdığında, bir şeylerin ters gittiğini fark etmişti. Kapının önünde park etmiş arabaları görünce, bunun bir parti olabileceğini düşündü. İçeri girdiğindeyse onu karşılayan konfetiler değil, tarihin en yanlış gitmiş moral gecesi fikriydi. Annesi haberleri verince kendisini içerideki odaya kilitledi. Salonda küçük kardeşleri de vardı, küçük hayatlarındaki tek ilham verici figürü o halde görmelerini istemedi.
“Kokoschka’nın canlı modelle çalışılan bir sınıfta ders verişini anlatan bir öykü vardır. Öğrencilerine bir türlü ilham gelmiyormuş. O zaman Kokoschka modelle konuşup yere yıkılma numarası yapmasını istemiş. Model yere düşünce başına koşmuş, kalbini dinlemiş ve şaşkınlık içindeki öğrencilere modelin öldüğünü bildirmiş. Kısa bir süre sonra model ayağa kalkıp pozunu almış. ‘Şimdi çizin onu,’ demiş Kokoschka, ‘ölü değil de canlı olduğunun farkındaymışsınız gibi çizin!’”
Görünüşe bakılırsa hafızamda Austin’e dair kalan son basketbol izleri, Sweet 16’deki o Baylor-Wisconsin maçından olacaktı. 2012 sınıfının 3 numarası, sophomore sezonunda Waco kampüsünde çok sık rastlanmayan türden1 bir erken olgunluğa bürünmüş ve hücumdaki bazı rollerinden feragat edip, bir çember koruyucusu olarak uzmanlaşmak için büyük mesai harcamıştı. Big 12 turnuvasında finale giden yol Austin’in üç maçtaki 17 bloğundan geçmiş, Büyük Dans’ta da aynı hızla devam etmişti. Creighton’ı 55 sayıda tutan savunmanın çapasının kim olduğu açıktı. Fakat 27 Mart gecesinde Wisconsin bu riskli alan savunmasını manşetleri süslemeye birkaç hafta daha devam edecek Frank Kaminsky sayesinde tuzla buz ediyor, Drew’un ilkel hücum paternleri de bekleneceği gibi takımı çıkmaza sürüklüyordu. İlk yarıda 16 sayı bulabilen Baylor oyuncularının, soyunma odasından çıktıklarında sonucu belli bir maçı oynama yükümlülüğü taşıdıklarının farkında olduklarına aymıştım. Kanalı değiştirdim. Biricik o anı yakalama şansını yine çarçur etmiştim.
“Gerçek bir ölünün resmini yapmak büyük bir aciliyet duygusu içerir.”
Son haberleri duyduğum gece Yazıhane için hazırladığım yazı taslağını açtım. Öyküyü acı verici bir gerçeklik pornosuna dönüştürmeden vermek için ona ihtimamla yaklaşmıştım. Ocak ayında o meşum Outside the Lines bölümünün –apaçık ‘retina dekolmanı’ bağlantısının da yardımıyla– çağrıştırdığı ilk şey olan bir film bunu çok iyi becermişti. Gözümün Nuru üzerine Çağdaş Günerbüyük’ün yazdığı incelemenin başlığını ödünç alacaktım.2 Austin’in yaptığı da tam olarak buydu. Basketbolu yüzüstü bırakmamak. İlişkili olduğu metni bizzat yazma kudretindeki başlıklardandı. Ne var ki ortaya çıkan ortalama bir metindi. John Berger’ın taşı gediğine oturttuğu bir diğer lafı şunu der: “Öykü, nisyana karşı kazanılan bir zaferdir.” Sadece bu özel durum için, taşın gediğine oturduğundan emin değildim. Öyküyü geri dönüşüm kutusuna sürükledim.
Adam Silver’ın o büyük gecede bir jest yapacağı neredeyse kesindi. Yine de 15. seçim hakkı geldiğinde yaptığı Isaiah Austin anonsu, beni hazırlıksız yakaladı. Öyle ki, fenalık getiren yayın odasında gecenin sonuna kadar o sözleri bekledim. Silver geri dönüşüm kutusundaki ortalama metinle çıkagelecek ve yanında dikilen Austin’i işaret edip şöyle seslenecekti bana: “Şimdi yaz onu, ölü değil de canlı olduğunun farkındaymışsın gibi yaz.”
Bu, bugüne kadar gerçekleşmedi. Austin şimdilerde menajerinin yaptığı ustaca anlaşma sayesinde 1 milyon dolara sahip bir ölü. Öte yandan –o ortalama metnin de özetle anlatmaya çalıştığı gibi– onu biraz olsun tanıdıysanız, basketbolu yüzüstü bırakacak son kişi olduğunu biliyorsunuzdur. Bir gün ayağa kalkıp, tekrar, pozunu alacak.3
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane