Ben tarihim, beni dinleyin.
Anılarını anlattığı zamanlarda bazen onu dinlemeyip televizyona daldığımızı fark eden babaannem kızarak böyle derdi. Şu an bu yazıya bakan sizlere bunu diyemediğim için üzgünüm. Maalesef tarih falan değilim. Sadece bir saatin hikâyesini anlatmak için buradayım. Bazen her gün onu görüyorsunuz, duyuyorsunuz. Fakat tanımıyorsunuz.
Basketbol tarihini değiştiren 24 saniye şut saatinin hikâyesi bu. Kısa sayılır, çok kısa değil ama en azından babaannemin 1920’lerin başında köydeki çeşmeden içtiği sulara giden anılarından biraz daha kısası. Belki biraz daha yeni. Sadece 1950’lere gidiyor:
24- NBA nasıl kurtuldu? Klâsik hikâyeyi duymuşsunuzdur. Lig, bir zamanlar fena hâlde sıkıcıydı. Doğuşundan itibaren Amerikan futbolunun ve beysbolun gölgesine girmişti. Kolej sporlarının popülaritesinin bile yanına yaklaşamıyordu. Çekişmeli olmadığı gibi eğlenceli de değildi. Birilerinin NBA’i pezevenklerin elinden kurtarması gerekiyordu.
23- Hep anlatılan senaryo nedir? Larry Bird ile Magic Johnson’ın lige gelişi her şeyi değiştirdi. Televizyon, pazarlayacak yüzler arıyordu ve bu ikilinin kolejden lige sıçrayan kapışması o boşluğu doldurmuştu. Akabinde Michael Jordan çağı başladı. Patron katına çıkan David Stern’in akıllı hamleleriyle lig altın çağına girmişti. Sadece Yeni Kıta değil, uluslararası arenada da ayak sesleri hissediliyordu.
22- Bu kurtuluş hikâyesi doğru olduğu ölçüde basit bir ezber hâlini de aldı. Evet, bir zamanlar finalleri bile banttan yayınlanan ligi 80’lerdeki atılım apayrı bir noktaya getirdi. Fakat yıldızların, ünlü yüzlerin gerisinde bazı isimler var ki kahramanlık destanlarının gürültüsü arasında bazen unutulup gidiyor. O yüzleri tanımak için geriye gitmemiz lâzım. Süre azalıyor.
21- 1950’lerdeki NBA büyük ölçüde bu sınıfa giriyor. Yıldızlarını tanımıyoruz. Sıkı takipçileri bile o yıllardan sadece George Mikan’ın gözlüklü fotoğraflarını biliyor, NBA tarihinin ilk yıldızının nasıl olup da okulda selam vermediği ön sıra ineklerine benzediğini düşünüp geri kalan her şeyi unutuyor.
20- Korkmayın, ahkâm kesmeyeceğim. “Gerçek basketbol 50’lerde oynanıyordu” falan gibi saçmalıklara girmeyeceğim. Zaten bize kalanlara bakılırsa bayağı sıkıcı yıllarmış. Kanıt ister misiniz? NBA tarihinin en düşük skorlu maçı o yıllarda oynanmıştı. 22 Kasım 1950’de Fort Wayne Pistons rakibi Minneapolis Lakers’ı yenmeyi başarırken, tabelada 19-18 yazıyordu. Evet, maç 19-18 sona ermişti. Mikan, Lakers’ın 18 sayısından 15’ine imza atarken galip takımda 5’ten fazla sayısı olan isim yoktu. Pics or it didn’t happen:
19- Sadece tek maç da değil, 50’lerde NBA kesat zamanlarını yaşıyordu. Şaka gibi bir kazanma yolu vardı. Başta öne geçerdiniz, sonra top dolaştırmaya, oyunu soğutmaya çalışırdınız. Rakip top kapmaya çalışır, başaramazsa sert faullerle yolunuzu kesmeye uğraşırdı. Serbest atışları sokarsanız kazanıyordunuz. Sadece buydu yani. Yazarken içim bayıldı.
18- Belki de üçüncü çeyreklerin laneti o zamanlar başlamıştı. Üstünlüğü ele alan takım üçüncü periyotta topun üzerine yatıyordu. Boston Celtics hanedanının ilk yıldızı Bob Cousy’nin ifadesiyle taktik belliydi. Öne geçer, topu alır ve oyunu buzluğun içine atardınız.
17- NBA’in gördüğü en düşük skorlu maçtan üç yıl sonra lig faul şenliğine dönmüştü. 1952-53 play-off’larında Boston ile Syracuse karşı karşıya gelmiş, 106 faulün yapıldığı, dört uzatmaya giden, neredeyse herkesin faul hakkını doldurduğu için oyun dışı kaldığı, takımların önce birbiriyle, sonra polisle kavga ettiği maçı Boston 111-105 kazanmıştı. Serbest atış çizgisinden 32’de 30 isabetle atan Bob Cousy 50 sayıyla maçın en skorer ismiydi.1
16- Bu tek maç bile NBA’in aslında ne kadar işlevsiz olduğunun kanıtıydı. İzleyenler, oynayanlar, yönetenler için oyun akmıyordu. Bir yerde tıkanıyordu. Çözüm gerekiyordu. Şikayet edenler ve düzeni değiştirmek isteyenler vardı. Bir devrime ihtiyaç vardı. Eureka diye bağırarak koşuşturacak birinin yolunu gözlüyordu herkes.
15- En çok takım patronları rahatsızdı bu görüntüden. Bugünün yöneticileri gibi aşırı zengin değillerdi. Hem para kazanmak hem de adamakıllı bir şeyler izlemek istiyorlardı. Sonunda biri “Yeter” ya da “Eureka” dedi. Kimdi o isim? Danny Biasone. Syracuse Nationals’ın sahibiydi ve oyunun üzerindeki ölü toprağını atmak istiyordu.
14- Önerisi neydi? Basketbolun şut saatine ihtiyacı vardı. Takımların hücum sürelerine bir sınırlandırma gelmesi gerektiğine inanıyordu. Peki nasıl bir süre olacaktı? Küçük bir hesap yaptı. Takımlar bir maçta ortalama 60 şut kullanıyordu. Toplamda yaklaşık 120 şut atılıyordu. Bir maç 48 dakika sürüyordu. 120 şutu 2,880 saniye böldüğünüzde karşınıza çıkan sonuç 24 oluyordu. Yani şut saati 24 saniye olmalıydı. Matematik dehası Biasone, canını dişine taktı ve üç sene sonunda bu fikri NBA yönetimi tarafından kabul gördü.
13- NBA bir gecede değişmedi. Teknoloji gelişmemişti ve bu yeni buluş herkesin işine gelmiyordu. Alışana kadar, bazı hinlikler yapanlar oldu. Savunma oyuncuları, hücum yapanlarla saatin arasına vücutlarını koyuyor, topu elinde tutan takımın hücum süresinde kaç saniye kaldığını görememesi için her şeye başvuruyordu. Saat, ev sahibinin sorumluluğundaydı ve çoğu zaman işlerine geldiği gibi kullanıyorlardı. Bazen 24 saniye bitmek bilmiyordu. Ünlü Sports Illustrated dergisinin ifadesiyle NBA o zamanlar profesyonel bir ligden çok bir sirki andırıyordu.
12- Bir zamanlar NBA sirk gibiydi. Spor yazarı Frank Deford’un anılarında anlattığı gibi o yıllarda kimse pek birbirini umursamıyor, oyuncular da fazla para kazanamıyordu. Deford’un anlattıklarına göre oyuncular onunla röportaj yapmak için can atıyorlardı. Çünkü ünlü yazarın daha çok para kazandığını, bundan dolayı yemeği ısmarlayacak taraf olduğunu biliyorlardı.2
11- Oyun sıkıştı, mola alalım. Şikayetlerinizi biliyorum. İşiniz yaratıcılığınızı kısıtlıyor, aileniz hayatınızı sınırlandırıyor, okulunuz eğitiminizi engelliyor. Herkes bu şikayetleri sever. Bazen hayattaki her şey özgürlüğümüzü kısıtlıyor gibi gelir ve bu imkâna sahip olanları kıskanırız.
10- Özgürlük sizi gerçekten daha yaratıcı mı kılar? Muhtemelen hayır. Yaratıcılık, kontrolle kaos arasındaki o ipin üzerindedir. Önümüze çıkan engeller bizi daha güçlü kılar. Bir adım geri geliriz, belki sendeleriz. Sonra daha güçlü kalkarız. Bunu sadece ben demiyorum. Sakalı olan, sözü dinlenir adamlardan destek bulabilirim. Sınırların kişinin yaratıcılığını körükleyebileceği üzerine TED konuşması yapan sanatçı Phil Hansen, “Sınırsız olmak için en başta sınırlarınızı bilmelisiniz” demişti.3
9- NBA de sınırsız bir yola çıkmadan önce sınırlarını bilmeliydi. Başta Biasone ve çevresi, sonra bütün lig bunu anladı. 24 saniye şut saati 1954-55 sezonundan itibaren kullanılmaya başlandı. Etkileri hissedildi. Takımlar 100 sayı barajını geçmeye başlamışlardı. Boston Celtics, yeni saate ve kurala en iyi alışan kulüptü. Lig genelinde hücumlar gelişmişti. Sezon sonunda takımların sayı ortalaması 93.1 olmuştu. Bu, önceki sezona göre ortalama 13.6 sayılık bir artışa denk düşüyordu.
8- Bana bunlarla gelme, diyebilirsiniz. Lars von Trier’le geliyorum. Belki de sınırların yaratıcılığı arttırdığına en çok inanan adamla. Danimarkalı yönetmen, arkadaşlarıyla içki masasında yazdığı Dogma 95 manifestosu ile bir dönem sinema dünyasını sallamıştı. Bu sinema akımı dahilinde çalışacak yönetmenler, birlikte kaleme aldıkları 10 kuralın dışına çıkamayacaktı. Hedefleri pür sinemaydı.
7- Sınırları sevmesinin bir nedeni vardı. Liberal bir ailede büyüyen Lars, tamamen özgür kalmanın ne kadar kâbus bir şey olduğunu çocuk yaşlarda anlamıştı. Ailesi hiçbir şeyine karışmamış, bu da onu baştan sorumluluk almaya götürmüştü. Erken tanıştığı bunalımları, sanat yaşamında sürekli sınırlar çizmesine yol açacaktı. Sadece kendisine kurallar koymuyordu. Jorgen Leth ile birlikte çektiği “Beş Engel”de meslektaşının eski bir kısa filminden yola çıkıyor, belirli kurallar koyarak aynı filmi Leth’e beş kere çektiriyordu. Sınırlar, engeller, kısıtlamalar. Tekrar çek Leth. Danimarkalı yönetmen, projeden sonra verdiği röportajda “Bu belki çelişkili görünebilir fakat savaşacak bir şeylere sahip olduğunuzda hayâl gücünüz artıyor” ifadelerini kullanmıştı.
6- NBA’in hâyal gücü zirvesine 1961-62 sezonunda ulaştı. Lig tarihinin en yüksek skorlu sezonu oynandı. Takımlar neredeyse maç başına 120 sayı atmıştı. Oscar Robertson, NBA tarihinde bir sezonu triple-double ortalamalarıyla bitiren ilk ve tek oyuncu olmayı başarmıştı. Wilt Chamberlain’in kariyerinin en özel sezonu da buydu. Hem meşhur 100 sayılık maçını oynamıştı hem de sezon boyunca 50.4 sayılık bir ortalama tutturmuştu. Bu rekorlar muhtemelen bir daha kırılmayacak.
5- Aradaki yıl farkını görmüşsünüzdür. 1954’te ilk kez lig semalarına giren şut saati meyvelerini bütünüyle vermek için 1962’yi beklemişti. Neden böyle bir patlama için aradan yıllar geçmesi gerekti? Ya da neden sonrasında benzer performanslar görmedik? Buna pek bir açıklamam yok. Fakat Free Darko ekibinin yazdığı NBA tarihi kitabında bu konuya ayrılan müthiş bir bölüm var, oradan çalacağım. Siz de kitabı Amazon’dan4 satın alıp çalabilirsiniz.
4- Kitabın yazarlarından olan Silverbird 5000’in kaleminden çıkan bölümde NBA’in şut saatini buluşu, 1720 ile 1840 arasında İngiliz kırsalında gerçekleşen tarım reformuna benzetiliyordu. O yıllar içerisinde çiftçilerin elde ettiği verim iki katına çıkmıştı. Niçin? 1755’te çıkarılan bir yasayla herkesin ekmesi, biçmesi gereken yerler parlamento tarafından belirlenmişti. Devlet destekli paylaşım yapılmıştı. Oysa yasa öncesi topraklar ortak hak sahiplerinin kullanımındaydı. Fakat bu sistem kağıt üzerinde göründüğü gibi verimli işlemiyordu. Çiftçilikte kullanılan yöntemler çok gelişmiş değildi. Kavga ve savaş vardı. Ekilemeyen ve verim alınamayan çok alan vardı. Yazar, 1950’lerde lige gelen şut saati ile 1750’ler arasındaki tarım reformu arasında paralellik kuruyor, NBA’in kendi topraklarındaki verimliliğe kavuşmasını anlatıyordu.5
3- Peki neden bu rakamları bugün göremiyoruz? 1960’ların ortasına kadar istikrarlı biçimde artan ofansif rakamlar neden bugünlerde karşımıza çıkmıyor? Tek bir yanıtı var: Defans. Önce seyircileri çekmek ve oyundaki akıcılığı sağlamak için hücuma kafayı takan takımlar sonrasında mesailerini savunmaya vermeye başlamış, rakibi durdurmak için faul yapmak dışında da yollar olduğunu anlamışlardı. Panzehir çabuk bulunmuştu ve yeni panzehirler yoldaydı. NBA tarihi böyle ilerlemeyi sürdürdü. Hücumlar yeni silahlar, savunmalar yeni kalkanlar bulmayı başardı.
2- Beni yanlış anlamayın, sınırları, baskı rejimlerini, otoriter yolları övmüyorum. Siyasi bir tez ya da tarihsel bir analiz peşinde değilim. Sadece bu tip engellerin birçok anlamda zararlarını ve etkilerini bilirken, bazen işe de yarayabileceğini anlatıyorum. Beğenmediniz mi? Bana Twitter’dan küfredebilirsiniz. Fakat orada da şöyle bir sorun var. Sadece 140 karaktere sahipsiniz.
1- Bu 140 karakter sınırının mucidi Twitter’in kurucusu Jack Dorsey. Geçenlerde New Yorker’a verdiği röportajda temel olarak kısa mesaj servislerinin sınırından yola çıktıklarını söylüyordu. Bu çok sıkıcı bir buluş açıklaması. Biz romantik olana gidip abartalım. Aynı söyleşide Dorsey, gençliğinde Japonların çay seremonisini anlatan bir kitap okuduğunu anlatıyordu. Onların karışıklıkların, kaosun içinden çıkardıkları basit güzelliğe, estetiğe aşık olmuştu. Wabi-sabi deniyordu buna. Kısaca, hayatın ve dünyanın doğal düzenini kabul ederek kusurun içinde güzellik bulma sanatıydı. Kaostaki estetiği zamanla keşfedebilirdiniz. 140 başta kısıtlı geldi. Sonra alıştınız ve her şey değişti.
0- 24 saniye şut saatinin mucidi Danny Biasone 1992 yılında kanser olduğu için hastaneye yattı. Yaşlanmıştı. Son 24 saatini hastaneden şikayet ederek geçirdi. NBA maçlarını seyretmek istiyordu ama hastane yönetimi televizyon izlemesine izin vermiyordu.6 Onu tanıyorlar mıydı? Muhtemelen hayır. 83 yaşında aramızdan ayrıldı. Ölmeden önceki son sözleri “Ben tarihim, beni dinleyin” değildi.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane