Stefan Zweig’ın karısıyla beraber el ele intihar etmeden hemen önce yazdığı “Satranç” adlı1 uzun hikayesini okumuştur çoğunluk. Okumayan da hıyarlık etmesin, 70 sayfa kitap. Bir çırpıda bitiyor. Hissedilen uzunluk 25 sayfa. Hissedilen kalınlık ise 3 inç, etkisi öyle bir çırpıda geçmiyor. Bu kalınlık birçokları için siyasi. Tam savaşın ortasında, savaş depresyonunu ve Avrupa’nın geleceği hakkındaki karamsarlığını sıkça dile getiren bir adam tarafından yazılmış olması sebebiyle, kitap yorumlanırken arka planda Zweig’ın gerçek hayatı ve düşünceleri girmiş hep işin içine. Bir sanat eserini, eser sahibinden ayrı düşünemezsin elbet.
Düşünebilir misin yoksa? Anlatılanı anlamak için kimin anlattığını bilmeye gerek var mıdır illa?
Bloglarda, dergilerde Satranç üzerine birçok yazı yazılmışken, benim de topa girmeyi istememin sebebi, şu ana dek hakkında okuduğum yazıların hep tek yönlü olması. Ne demek istediğimi daha iyi açıklamak adına Can Yayınları’ndan çıkan baskının önsözünden örnek verebilirim. Şebnem Sunar tarafından yazılmış. Tanımıyorum kendisini, eminim önemli biridir. Ancak yazdığı ön sözün beni yanlış yönlendirdiğini düşünüyorum ve Şebnem’i pas geçip direkt Stefan’ı okusaydım keşke diye hayıflanıyorum.
Son paragrafa kadar bir problem yok aslında. Yazarın yaşadıklarından bahsediyor ve kitabı okumadan önce hikayenin arka planı hakkında bilgi sağlıyor okuyucuya. Oysa yazının sonuna gelmişken bir anda kitabı süslü kelimelerle yorumlamaya kalkıyor ki; bir kitabı okumadan önce karakterlerden birinin Hitler’i, diğerinin yazarın kendisini simgelediğini söylemenin hiçbir mantığı yok o aşamada. Ya da anlatılanın aslında şiddetin egemenliğine karşı koyamayan ve mat edilen özgürlük olduğu sonucuna varmanın. Önce ben bir okusam, 3 hamlede mat mı var, beraberlik çıkmaz mı diye kendim değerlendirsem, sonra senin yorumunu okusam daha düzgün ilerlemiş olmaz mı süreç?2
Tabii kitaptan yapılan çıkarımların önsözde yer almasının tek sorumlusu Şebnem Hanım değil. Edebiyat camiasında hep aynı çıkarımlar yapılmış ve bu subjektif yorumlar “kesin doğru” olarak kabul görmüş. Şaşılacak bir durum değil, entelektüel çevrede metaforlar sevilir, kitapların, filmlerin içlerinde özenle aranırlar ve gururla takdim edilirler. Oysa ortada son derece enteresan bir hikaye var. Salinger’ın da hikayelerinde garip şeyler olur, ancak bundan illa bir çıkarım yapmak zorunda hissetmeyiz kendimizi. Derin anlamlar taşımaz çünkü, sen derinleştirirsin istersen.
Satranç da bu tarz bir hikaye. İkinci Dünya Savaşı’na takılıp kalmadan, kimin kimi simgelediğini siktir ederek okuyunca, ana temanın satranç olduğunu hatırlayınca (bunları ikinci okuyuşumda yapabildim), oyuna az biraz da ilginiz varsa, kitabın sizin için ifade ettiklerini satranç tahtasının dışına taşımak pek kolay olmuyor.
Uzun lafın kısası ben olaya satranç gözüyle bakacağım. Hikayenin içerdiği “gizli” anlamları zaten okumuşsunuzdur başka bir yerde.
Stefan Zweig’ın bin yıllık bu oyunu nasıl tanımladığıyla başlayalım isterseniz. Şu gün satrancı tanımlarken kullanılan bazı klişelerin de kökenidir bu tanım. “Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem hayalgücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşimleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir düşünce, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla tüm kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan tek oyun” der Zweig. Yüzyıllardır satrancın ne olduğuyla ilgili yapılan akıl yürütmelerin bir derlemesi gibidir sanki bu tanım. Şu gün bile satrancın spor olup olmadığı tartışıldığına göre, ortada tek bir doğru yok hakikaten. Spor mu, sanat mı, bilim mi? Yoksa hayatın ta kendisi mi? Zweig, e seçeneğini işaretliyor, “alle” diyor. Bir yandan hikayesini anlatırken, bir yandan da satrancın sırrını araştırıyor.
Aklınıza gelebilecek tüm işlerin içerisinde bir yerlerde bulunan, ancak baskınlık derecesi tam olarak kestirilemeyen “yetenek” kavramı üzerinden yola çıkalım. Czentoviç doğuştan yetenekli bir satranç ustasıdır. Hatta öyle saf bir yetenek ki bu, satranç dışında hiçbir işi doğru düzgün beceremez. Dr. B ise bir denek. Bir odaya kapatılıp, defalarca aynı satranç kitabını okumak zorunda bırakılan bir adam. Aslında bu Dr. B tarafından kimseyi ele vermemek için geliştirilen bir savunma mekanizması. Nazi subaylarının istediği bilgileri vermemenin tek yolu sürekli olarak kitapla ilgilenmek. Kitapta ise yalnızca eski meşhur maçların notasyonları var. Ve Dr. B’nin oyunla alakalı bilgisi yalnızca temel seviyede. Notasyonların ne anlama geldiğini bile kendi kendine keşfetmek durumunda. Bu yöntemle dönemin en iyi oyuncusuna kafa tutacak seviyeye gelmek mümkün müdür? Yetenek mi ağır basar, çalışmak mı?
Normal şartlarda yalnızca önceden oynanmış oyunları çalışarak bir yere gelmek pek mümkün görünmeyebilir. Karşılıklı oynayacak bir rakip olmadan nasıl geliştirebilirsin ki oyununu? Sırf maç kasetleri izleyerek basketbolunu geliştiren var mı? Oynamak gerekir elbet. Karşılıklı oynamak, rekabet etmek, hırs yapmak. Nihai amaç, bir başkasından daha iyi olmaktır.
Hikayenin en yoğun anlam yüklenen kısmı burada devreye girerek olayı çözüyor. Ortaya atılan fikir basit aslında. Kendi kendine satranç oynayabilir misin? Tahtanın başına oturup bir beyazla, bir siyahla hamle yapmaktan bahsetmiyorum ama. İki ayrı kişi gibi oynayabilmekten bahsediyorum. Beyazın planını bilmeden savunma yapmak, bu savunma esnasında beyazın şah güvenliğinin yetersiz olduğunu sezip kontra atağa geçmeyi planlamak, bir başka deyişle, beyazı uyutmaktan bahsediyorum. Ya da rakibin pek alışık olmadığı pozisyonları oynayarak psikolojik bir üstünlük sağlamaktan.
Söylentiye göre Bobby Fischer kendi kendine satranç oynarmış ve hep beyaz kazanırmış, yani kendi kendini savunamazmış. Burada bahsi geçen eyleme “satranç oynamak” demek pek doğru değil, çünkü ortada bir oyun yok, antrenman var. Bilgisayarlaştırıyorsun bir nevi kendini, yaptığın hamleye karşı en iyi cevabı vermeye çalışıyorsun, öte yandan yaptığın hamle uzun vadeli bir planın başlangıcıysa, yine o plana çomak sokmaya çalışıyorsun. Belki o planı bozmaya uğraşmayıp da kendi planınla yanıt versen daha etkili olacak. Ama bu ikinci planın daha etkili olduğunu ilk planı yapan da fark edecek kısa zamanda.
Dr. B’nin önündeki bu ciddi engele geliştirdiği çözüm ise şizofreni sınırlarında dolaşıyor. “Beyaz olan ben” ve “siyah olan ben” şeklinde ikiye ayırıyor kendini.
Tabii artık rahatlıkla körleme oynayabilecek seviyeye geldiği için kendisiyle yaptığı bu maçlar çok hızlı sonuçlanıyor. Bir yandan hızlı oynayıp hata yapması için kendi kendine baskı yapıyor durmadan. Bu şekilde binlerce oyun oynuyor belki. Satrancının geldiği seviyeyi anlatan güzel de bir örnek oyun var kitapta. Döneminin önemli turnuvalarından birinde3 Alekhine ve Bogoljubov arasında oynanan maçın bir benzeri, hikayemizde Czentovic ile bir grup gemi yolcusu arasında gerçekleşiyor. Bu iki maçın benzerliğini de -Nazilerin elinde tutsakken okuduğu kitaptaki oyunlar arasında yer aldığından olsa gerek- Dr. B’nin gemide oynanan maça müdahil olması sayesinde fark ediyoruz.
Kitapta pozisyon, detayları ile anlatılmıyor tabii ama elimizdeki kuvvetli ipucu sayesinde şöyle bir durumda olduklarını varsayabiliriz:
Hamle sırası siyahtayken ve yolcu grubunun lideri kazanmaya çok yakın olduklarını düşünerek c7’deki piyonu ileri sürmek üzereyken, kitabın iki ana kahramanını ilk kez karşı karşıya getiren ana tanıklık ederiz. Dr. B, amatörlerden oluşan yolcu grubunun hamle yapmasını engelleyerek onlara akıl vermeye kalkışır ve devamında tüm hamleler onun söylediği şekilde yapılmaya başlanır. Peki siyah neden piyonu ileri sürerek vezir çıkamıyor? Kitabın genelinde iyi bir performans veren Ayça Sabuncuoğlu’nun çevirisiyle, Dr. B’nin ağzından dinleyelim:
“Şimdi veziri alırsanız4 fili c1’e sürüp piyonunuzu kırar,5 siz de atınızı geri çekersiniz.6 Ama bu arada boştaki piyonunu d7’e getirip kalenizi tehdit eder7 ve atınızla şahmat deseniz8 bile kaybedersiniz ve 9-10 hamle sonra yenilirsiniz.”9
Tabii o an Dr. B’nin kim olduğunu bilmiyoruz ve aynı gemi yolcuları gibi biz de şaşırıyoruz. Esasında Dr. B pozisyonu nereden anımsadığını söyleyerek, kendi yaratıcılığı ile değil, daha önceden gördüğü bir oyun üzerine siyahı bu zor durumdan kurtaracak formülü verdiğini itiraf ediyor. Yani satrancının geldiği seviyeyi anlatıyor evet, ama hakikaten ne kadar iyi olduğunu anlamak için hikayenin sonlarına doğru ilerlememiz gerekiyor.
Bu kez yolcular kenara çekilecek ve Dr. B ile Czentovic arasında, şimdilerde olsa “asrın maçı” diye adlandırılacak bir oyun oynanacaktır. “Hitler vs. Zweig” olarak yorumlanan maç bu işte.
Şüphesiz ki Czentovic’in rakibinin sabırsız tavırlarını görerek kasten yavaş oynaması olaya psikolojik bir boyut kazandırıyor. Ancak ben nedense hadiseyi kitabın yazılmasından çok sene sonra popüler olan “Human vs. Computer” karşılaşmalarına benzettim. Dr. B kendi kendine yaptığı pratikler sayesinde ciddi bir hız kazanmış vaziyette. Neredeyse ezbere oynuyor. Belki sadece kurgularda rastlayacağımız türden bir analiz hızı var. Erdal Baggal’ın deyimiyle zıpoylır olacak ama, çok tatlı bir son paragrafı var kitabın. Aslına bakarsanız bu yazıyı buraya kadar okuyup da gidip kitabı almaya heveslenen varsa burada bitirsin. Devam etmesin. Sonuyla ilgili bir çözümleme yapacağım çünkü kendimce. Sonunda ne olduğunu bilmenin kitaptan alınacak keyfi düşüreceğini pek sanmasam dahi “asrın maçı”nı sonucuna bakmadan banttan izlemek isteyenler olabilir.
Ayrılanlar ayrıldıysa devam edelim. Son dönemeçten bildiriyorum. Görünen ve bilinen haliyle, Dr. B tırlatarak saçma sapan bir pozisyonda şahmat der ve akabinde esaret döneminde satrançtan kafayı yediği günler aklına gelerek oyundan çekilir. İzleyenler ve okuyanlar arasında bir hayal kırıklığı yaratsa da durum, (çünkü Dr. B’nin daha iyi bir oyuncu olduğuna inanıyoruz yürekten) esasında Dr. B’nin kafasında kurduğu ve şahmatla biten uzun bir kombinasyonun varlığıyla ilgili de ipucu veriyor son paragraf.
“Yazık,” dedi ukalaca. “Hamle o kadar da kötü düşünülmemişti. Aslında amatör olduğu düşünülürse, olağanüstü yetenekli bu bey.”
Czentovic, tüm usta satranççılar gibi, uzun mat kombinasyonunu göremese de tehlikeyi sezmiş olabilir mi? Aslında Dr. B kafayı yemedi. Belki fazla ileriyi hesaplayarak, mevcut pozisyondan koptu ve alakasız bir hamle yapıp “şahmat” demesinin delilik olduğuna kendini inandırarak maçtan çekildi. Mevzu ile alakalı olarak hastalık boyutuna varan bir geçmişi olduğunun farkında tabii. Var olmayan bir pozisyon olmasına karşın ciddi anlamda merak ediyorum oyunun yarıda kalan halindeki taşların durumunu. Doktorun veritabanındaki pozisyonlardan birine benziyor olması muhtemel. (Kafasından kendi kendine satranç oynayabilen ve yapacak başka hiçbir şeyi olmayan bir adamın, bu oyunların analizlerini de yapabildiğini varsayıyorum.) Dijital bilgisayarların henüz oda büyüklüğünde, programlanamayan, hiçbir boka yaramayan metal yığınları oldukları dönemde yazılan kitaptan, bilgisayarın insanı yenmesi gibi futuristik bir metafor çıkarmak saçma gelecektir elbet. Yazarın Jules Verne olmadığının farkındayım. Zweig’ın oyunu hakikaten iyi anladığını ve gelebileceği noktayla ilgili enteresan bir fikir yürüttüğünü söylemeye çalışıyorum yalnızca. Baştaki tanımı unutmayın. Hem sınırlı, hem sınırsız.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane