Skip to content

Kahve ve Sohbetin Çok Kısa ve Eksik Tarihi

Hacı Reşid'den Starbucks'a uzanan sohbet; kahve.

“Evde kahve içmek, ne bileyim neden, kahvenin tadını yüzde elli ifsâd eder. Kahvehanede bulduğum kahve ıtrını odamda mümkün değil bulamam!”

Bir kahveseverim deyip kendimi sınırlandırmayacağım. Türkiye’de bir şeyi sevince karşıtından nefret etmeniz gerekiyor çünkü, ben öyle anlıyorum. Yok, çayı da severim. Ama kahvenin yeri başkadır.

Tanzimat dönemi. Tek camlı gözlüğü gözünde tutabilenin önce aşık olup, sonra edebi eser verdiği dönem. İstanbul’un yarısı kendini sanatçı addediyor, düşünün. Akşamları meyhane, gündüzleri de mecmua yahut gazete. Arada parklarda yürüyüşler, düşen mendilleri hanfendilere uzatışlar… O zamanın “direct message”ı mendiller, öyle yürünüyor.

Tanzimat yazarlarının hayatında muntazaman hareket vardı. Gün içinde gazeteye makale, mecmuaya eleştiri, sevgiliye şiir yazıp, akşam cemiyyette dağıtıp, sabah hemen ayılıp aynı rutine girenleri de vardı, on küsur günlük yolculuklarla sırf zevk için Fransa’ya, Almanya’ya gidip, sıkılıp geri döneni de… Elit hayat onlardan soruluyordu. Yalnız Direklerarası’ndaki bir dükkan bütün günlük rutinlerini değiştirir babaların.

Direklerarası denen yer bugünün Galatasaray civarı sanırım. Tanzimat döneminde Direklerarası denen yer alt zümrenin vakit geçirdiği bir yerken, Beyoğlu’nun üst tarafı zenginlerin, ekseriyetle gayrimüslim zenginlerin ve sanatçıların eğlendiği bir yerdir. Günün birinde, burada, Ferah Tiyatrosu’nun karşısında açılan Hacı Reşid kahvehanesi tüm düzeni alt üst eder…

Dönemin “eski usul üstadı” sayılan Muallim Naci’nin kahvehaneyi ziyaret ettikten sonra yazdığı övgü yazısı (Direklerarası’nda Şairler), ki bugünün gurme blogları benzeri bir şeye tekabül ediyor o makale, Hacı Reşid’in ününün artmasını sağlar. Önce Ahmet Midhat Efendi, sonra Cenap Şahabettin, sonra Ahmet Rasim ve diğerleri müdavimi olurlar Hacı Reşid’in. Ve artık şairler kahvesidir Hacı Reşid.

“Havasında, kahvesinde, çayında bir lezzet-i edebiyye vardı. Sanki şairler için yapılmıştı”

Çay, kahve ve sohbetin yanında, zaman geçtikçe şairlerin makale ve şiirlerini yayımdan önce okuyup beğendirdiği, politik ve edebi fikirlerini kahvehanedeki sanatçı dostları ve diğer insanlarla paylaştığı bir yer haline gelir Hacı Reşid. Hatta edebiyat tarihimizin en büyük tartışmalarından “eskici-yenici” tartışması, bir ramazan akşamı, iftar sonrası çay-kahve sohbetinde Muallim Naci ve Nabizade Nazım’ın laf atmasıyla çıkar yine burada… İnsanlar Boğaziçi’nden, çok uzaklardan tartışmaları izlemeye gelirler, ki bu daha önce pek görülmedik bir şeydir. Bir ilk gibi gözükse de, aslında durum fena halde Tanzimatçıların o çok eleştirdiği, eğitimsiz denen, hor görülen Anadolu ozanlarının köyün meydanındaki çayhanede toplaşıp yaptıkları atışmalara benzemektedir. Aslında iki taraf da aynıdır, lakin ozanlar Fransızca bilmiyordur…

“Beyler besleyelim masayı, taş çıkarın”

Şimdi insanların aklına işsiz adamın gününü geçirdiği, okey, at yarışı ve toplu Kurtlar Vadisi gösterimleriyle sınırlı, havasız, sigara kokan izbe yerler geliyor kahvehane deyince. Tabii ki kahvehanelerin 100 yıl daha edebiyatçıların evi olmayacağı açıktı da, insan eskiye bakınca iç geçiriyor.

Önce Anadolu’daki, sonrasında da Rumeli’deki kahvehanelere oyunların girmesiyle birlikte, çay ve kahve önemini kaybetti. Çayın musluk suyuyla yapıldığı, perdelerin sigara grisine döndüğü, kötü yeşil bol yırtıklı çuhayla kaplı masaların tavla pulu yahut okey taşı “şrak”larıyla inlediği yerler, kahvehaneler. Gerçi kıraathaneler onlar, kahveyi bulaştırmayalım bu işe. Şehzadebaşı’ndan Hacı Reşid’in kemiklerini sızlatan yerler.

Çayını, sigarasını, oyununu bir kenara bırakırsam yalnız, yine de herkesin dost olduğu, oyunlar arası sohbetin sık olduğu yerler. Hakkını vereyim.

“Ekstra vanilya shot’lı White Chocolate Mocha hazır Su Hanım”

Şimdi kafeler var. Çoğu zaman “Coffee House” oluyor onlar. 100 sene öncesine dönsek oradaki sohbetleri anlama şansımız yok. Arabi-Farsi, ağdalı Fransızcalı tuhaf bir Türkçe’yle yapılan tartışmalar çapımızın dışında kalır, malum. Yalnız ben bazen şimdiki kafelerde de söylenenleri anlamıyorum. Ne demek istediklerini değil, neden öyle söylediklerini.

– Merhaba, orta boy, soğuk ve naneli çay ti latte istiyorum.

– Tall, minty, ice chai tea latte mi?

– Nein, hoch, minze, eisig çay ti latte… Oldu mu?

– Ee… Tamam. İsim?

Ben Hacı Reşid için iç geçiriyorum öğrendiğimden beri. Kafamda canlanıyor, elimdeki filtre kahvenin yüzeyinde fes, monokl ve mürekkep görüyorum. Çok “kahve hanesi”ne gittim, çok kahve içtim. Yurtdışında da, Türkiye’de de, 100 yıl öncesinde de, günümüzde de aynı olan tek bir şey var; sohbet.

“Ben Türkler kahve içmez, çay sever diye biliyordum” diyor Türk olduğumu öğrenen alakasız birisi. “O içtiğin şey Türk kahvesi” diyorum, “aa” diyor utanarak. “Gerçi o da Osmanlı zamanında Yemen’den gelmiş” diyorum, “hadi ya” deyip yanaşıyor, durup dururken sohbete başlıyoruz.

Kahve, sohbet. İyi kahve, iyi sohbet. Çay da öyle, ama kahve başka.