Skip to content

Old Trafford’da Ölüm Yokmuş

Unutamayacağınız bir şey görüp unutmak isterseniz bir hikaye başlıyor.

“Unutamayacağınız bir şey görüp unutmak isterseniz bir hikaye başlıyor.”1

Manchester United ile bir şekilde bağ kurabilmiş hiç kimse, o uğursuz mayıs öğleden sonrasını unutamayacak. Önce burada anlaşalım. Şampiyonluğun iki hafta kadar önce, şehrin mavi yakasının ev sahipliği yaptığı o maçta kaybedildiği düşüncesinin birçokları tarafından kanıksanmış olması veya “Onlar bu sene galiba daha fazla hak etmişti” gibi durumu yarım ağızla meşrulaştırma çabaları bu gerçeği gölgelemiyor.

İçlerinde kalan son umut kırıntılarıyla Stadium of Light’a deplasman yolculuğu yapanlar o günden beri zamanın aktığını hissettiren, kendi içinde derinlik taşıyan hiçbir şeyle temas kurmamaya özen gösteriyorlar. Belki denize girmekten kaçınıyor, rüzgar çıktığında saklanacak bir yer arıyorlar. Veya zamanı yenmelerine yardım edecek bir şeyler…

O gün sahada bulunanlar için de durum pek farklı değil. Saha kenarında Manchester’dan haber beklerken, en savunmasız halleriyle resmedilenler onlar. Şehirde topun Paddy Kenny’nin arkasındaki fileleri bulmasına yakın, birkaç saniye içinde idam cezası ilan edilecek bir sanığa dönüşüveriyorlar. Alex Ferguson 26 yıllık United yolculuğunda, bu yaşanana benzetebileceği bir şey bulmakta zorlanıyor. Sonunda buluyor.

1991-92 sezonunun noktalanmasına bir hafta kala takım Anfield Road’da 2-0 kaybediyor ve böylece Leeds United’ın şampiyonluğu tescil kazanıyor. Ryan Giggs, Paul Scholes, Gary Neville ve David Beckham gibi yeni yetmeler ilk kez karşılaştıkları bu acıyla hesaplaşmaya çalışırken, daha tecrübelilerin ilk arzusu bir an önce o soyunma odasından çıkmak oluyor. Doğal olarak, zira böyle bir günü yaşamak isteyeceğin son yer Anfield’ın misafir soyunma odası. Fakat sonraki yirmi yıl boyunca, Giggs o günü düşündüğünde hafızasının çağıracağı fotoğraf soyunma odasından değil. Lee Sharpe ile birlikte takım otobüsüne ilerlerken, stadyum dışında karşılarına 15-16 yaşlarında bir Liverpool taraftarı çıkıyor. Düşmanca bir mizacı yok gibi duruyor, bu yüzden imzalarını istediğinde fazla sorgulamadan ricasını yerine getiriyorlar. Yumuşak mizaçlı gencin karşılığı, kağıdı Giggs’in gözlerinin içine bakarak yırtmak oluyor.

Manchester’dan gelen gol haberiyle birlikte, tribünde kalan Sunderland taraftarlarının başlattığı çılgınca kutlamanın eşliğinde oyuncularının yanına sokulan Ferguson teselli için yeni bir söz aramıyor. Anfield çıkışında 19 yaşındaki Giggs’e söylediklerini tekrarlıyor: “Bu anı aklınızdan çıkarmayın.”

Bir de ‘televizyon başındaki milyonlar’ var, ligin global bir ürün halini alması sonrasında gelen bu kitleye ‘bindirilmiş kıtalar’ demekte özgürsünüz. Bu dili kullanan ilk kişi olmayacaksınız, ama pek cazip bir kulüp gibi gözükmüyor. Groucho Marx’ın meşhur sözünü akla getirenlerden… Her neyse, böyle insanlar vardı ve onların birçoğu için futbol topu hala Eastlands’in santrasında duruyor. Başında ise hala Jay Bothroyd ve Armand Traore var. Öncesi başka bir hikaye. Birden fazla klimaks taşıyan bir trajedi, kesinlikle anlatmaya değer bir hikaye. Fakat ‘gerçek’ bir kırmızıdan dinlemeyi ümit etmemeniz gereken bir hikaye. En azından uzunca bir süre için. Tıpkı 1989’daki Liverpool-Arsenal maçını, o günü yaşamayanlara dahi, orada olduğunu hissettirecek kadar eşsiz bir biçimde betimleyen Nick Hornby gibi birileri çıkacak. Ama o gün geldiğinde, ancak Hornby gibi galip bir taraftar olacak bu satırlara can verebilen.2 14 Mayıs 2012 sabahı uyandığında ezilip yolun kenarına atılmış bir kedi yavrusu gibi hissedenler arasından hiç kimse, bir gün Sergio Agüero’nun golünü resmetmeye kalkışamayacak. Kaybeden edebiyatı için bile gereğinden fazla boğaz düğümlenmesi var. Böylesine bir işkence karşısında, ortaya çıkacak şeyin güzelliğini düşünmek kesinlikle faydasız. O en başında bahsettiğim bağ gerçekten kurulmuşsa top hala orada duruyor, durmak zorunda. Ve yeni sezon kapıdayken topu yerinden kımıldatmak için, birisinin cesaret edip langırt masasının ayağına esaslı bir tekme atması gerekiyor.

Ve hayır, elbette “İşte o tekme Robin van Persie transferiyle atıldı” diye devam etmeyeceğim.

Aksine geride kalan yaz United taraftarları için sadece daha fazla şüphe kaynağı getirmeye yaradı. Bu şüphelerden en büyüğü, son çeyrek asırda anlattıkları kahramanlık hikayelerinin büyük bir bölümünde adını andıkları muzaffer komutanları Ferguson ile ilgiliydi. Prensipleri gereği Wimbledon’ı kraliyet tribününden izlemeye yanaşmıyorsa da, bu birçokları için pek ikna edici değil. Onlar Sir unvanıyla kucaklaşmış bir sosyalistteki ikiyüzlülüğü görmemenin mümkün olmadığını düşünüyor. Bir şampanya sosyalisti! Bu tipleri onlar böyle çağırıyor. Fakat buraya kadar sözü geçen ‘onlar’ arasında hiçbir Manchester United taraftarına denk gelemezsiniz. Çünkü Büyük Patron dokunulmaz ve bu statüsünü tehlikeye atmak için epey uğraşmak zorunda. Geride kalan aylarda kulüpteki Glazer dönemini onurlandırmak için türlü taklalar atan ve onların sahipliğini ‘harika’ olarak niteleyen Ferguson ilk kez sınıra epey yaklaşmış durumda. Dolayısıyla Glazer veya Ferguson’dan gelen hiçbir şeyin, o esaslı tekmeyi tetikleyemeyeceği konusunda müsterih olun…

Benim adıma tekmeyi vuran sadece basit bir YouTube kullanıcısıydı. Bir noktadan sonra herkesin Chris Marker olduğunu bildiği Kosinki gibi bir kişilikle karşı karşıya değiliz, yanılmıyorsam Hindistan’da yaşayan genç bir United taraftarı olmalı kendisi. İzleme zevki bana benzeyenlerin tekniklerini fazla süslü bulabileceği, belli ki Christopher Nolan’ı fazla seven, sıradan bir video işçisi belki. 1-2 yıldır takip eden biri olarak rahatça söyleyebilirim ki, bazı oyunculara özel sempati duyan ve salt objektif olmak uğruna onları el üstünde tutmaktan vazgeçmeyi düşünmeyen biri. Yani sıradan bir taraftar, şu bindirilmiş kıtaların bir parçası aynı zamanda.

Bunun öyle büyük bir sanat eseri olduğunu düşünmediğimi vurgulamaya çalışmıştım. Fakat her sanatçı gibi/tıpkı sanatçılar gibi yarattığı şey, esas anlamını elinden çıktıktan sonra buluyor. Benim için bu, taraftarı olduğum futbol takımının nasıl olup da tarih boyunca romantizmin en ironik biçimlerini ortaya sermeye devam ediyor olduğunu yepyeni bir bakış açısıyla görmeme yardım etmesiydi. Beş duyunun aynı anda ulaştığı ‘aşırı uyanıklık’ hali adeta bir üçüncü gözün açılmasını sağladı ve böylelikle her şeyi berraklaştırdı. En azından öyle olduğunu düşünüyorum.

“Neden futbol orada bu kadar güzel oynanıyor, taraftarlar takımlarını koşulsuz destekliyor, maçlar son derece çekişmeli geçiyor? Fransa’da takımların kendilerine has bir oyun tarzları yok. Çalıştıran antrenöre göre değişiyor. İngiltere’de ise Liverpool taraftarı Liverpool’un tarzını beğendiği için taraftardır. Antrenörler de buna uymak zorundadır ve zaten takımın stiline uyacak antrenörler seçilir. Esasında, mesela Fransa’da kimse taraftarı olduğu takımı neden tuttuğunu bilmez. Belki belli bir zamanda o takım başarılı olduğu içindir. Halbuki elli yıl önceki Manchester’la bugünkünü karşılaştırın, oyuncular farklı, fakat oyun stili aynı. Manchester’ı kırmızı değil de, pembe formayla oynatın, hemen hangi takım olduğunu anlarsınız. Hollanda’da Ajax gibi. Yetmişlerde de var olan ve kendilerine has tarzları hala sürüyor. Aynı şey Liverpool ve Arsenal için de geçerli. Niye o takımı tutuyorsunuz? Çünkü çocukken gördüğünüz oyun tarzına tutulmuşsunuz.”

Philippe Auclair’in 2009 basımı kitabı The Rebel Who Would Be King’den alıntılarla yolumuzu buluyoruz.3 Futbol sahası çizgileri arasında bir modern zaman filozofuna dönüşmesini zevkle izlediğimiz adamın, Eric Cantona’nın sözleri…

Bu sözler beni uğursuz bir şubat öğleden sonrasına kadar götürüyor. Belgrad’da 3-3’lük skorla turu atlayan Manchester United kafilesini taşıyan Elizabeth sınıfı uçağın yakıt ikmali için indiği Münih’e. İki başarısız denemeden sonra üçüncü kez kalkış için onay alan kaptan pilot James Thain’in, kardan dolayı çamurla kaplı olan zeminde uçağın hız kaybetmesine engel olamamasıyla başlayan hikayeye. Uçak hava alanını çevreleyen çitlere çarpar, bu onu durdurmaya yetmez, altı kişinin yaşadığı bir eve girer ve alev almaya başlar. Bundan sonrası ölülerin sayılması meselesine gelecektir ve toplu ölümlerin -her türlüsünün- en sevimsiz bulduğum yanına hizmet etmek, yani birinin ölümünün önemini diğerinin ölümününkinin üstünde ya da altında konumlandırmak benim için kaçınılmaz olacaktır. Bilançoyu araştırıp araştırmama kararını size bırakıyorum. Facianın azametini duyumsamak içinse, şu anekdotu okumak bende işe yaramıştı.

Felaketten iki yıl önce, 1955-56 sezonunda 22 yaş ortalamalı bir kadroyla şampiyon olan o takımın mimarı Sir Matt Busby kazadan ağır yaralarla çıkıyordu. Doktorlar onun ve Duncan “Big Dunc” Edwards’ın yaşama ihtimalini yüzde 50 olarak görüyorlardı. İki kez son duasını eden Busby hastanede yattığı dokuz haftadan sonra taburcu oluyor, Edwards’ın beynine aldığı ciddi darbeler ise onun 15 günün sonundaki ölümünü birçok açıdan en acıklısı haline getiriyordu. Münih’teki hastanede Busby ile birlikte yatanlardan biri de oyunculardan Johnny Berry idi. Kaza sırasında yaşadığı şokun etkisiyle, 6 Şubat gününe dair her şeyi unutmuştu. Felaketin boyutunu tam olarak kestiremiyordu, odasına gelen ziyaretçilerden duyduklarından yarım yamalak bir bilgiye sahipti. Durumu nispeten daha kritik olan Busby’nin odasına her gidişinde konuşmayı takım arkadaşı Tommy Taylor’dan4 yakınarak bitiriyordu: “Tommy de bayağı iyi arkadaşmış. Kaç gün oldu, hala beni görmeye gelmedi.” Busby ne cevap vereceğini bilemiyordu. Bir başka öğrencisi Harry Gregg’e hastane günlerinden bahsederken de şöyle diyecekti: “Kırık ayağımı ameliyat etmek için bana narkoz veremiyorlardı, çünkü göğsümde de ağır hasar vardı ve bu riskli olabilirdi. Bu yüzden her kemiği birer birer iyileştirmeye çalıştılar. Her gün aynı mezalimle geçiyordu. Ama evlat, bunların hiçbiri Johnny Berry’nin her gün yanıma gelip de Tommy Taylor’ın ne kadar kötü bir arkadaş olduğunu söylemesi kadar acı vermiyordu.”

Fakat asıl amacım bunu Cantona’nın sözlerine bağlamak. Bunun için unutamayacağı bir şey görüp unutmak istediğinde başlayan hikayesini -kısmen de olsa- paylaşmak için tam 50 yıl bekleyen Sir Bobby Charlton’ı alıntılamak gerekiyor. Oscar Wilde’ın alıntılarla ilgili ne söylediğini biliyorum, ama eminim bunu o da mazur görürdü. Ferguson Şubat 2008’de ilk kez Charlton’dan suskunluğunu bozmasını ve felaketin 50. yıldönümü öncesinde kadrodaki oyunculara o günle ilgili bir şeyler söylemesini rica eder. Ferguson’ın, ‘öyle bir ortam vardı ki yere düşen iğnenin sesini bile duyabilirdiniz’ dediği toplantıda nelerden bahsettiğini Charlton’ın kendisinden öğreniriz.5

“Umuyorum ki, yıldönümü gelip çattığında herkes yaşanan olayın büyüklüğünü idrak edebilecek. O gün ölen o parlak gençlerin, bu ülkede futbolu seven herkesi nasıl da yepyeni bir çağa sürüklediğinin ayırdına varabilecek. Heyecan verici bir çağ ve içinde o kadar fazla renk barındırıyor ki… Münih’ten önceki maç 5-4 kazanılan Arsenal deplasmanıydı ve maç sonunda iki takım taraftarları da oyuncuları ayakta alkışlamıştı. Herkesin düşüncesi, Busby Babes’in futboldaki en güzel şeyleri temsil etmek için orada olduğu yönündeydi. Onların yüzlerini gözümün önüne getiriyorum ve o yüzler, bana bahsettiğimiz genç oyuncuların önemini bir kez daha hatırlatıyor. Başka türlü bir macera içindeydiler. Ortaya koydukları her şey yeniydi ve bütün yolculuklar bilinmeyene doğruydu.”

Felaketin ardından kulübün yaşamaya devam edip edemeyeceği, cevap arayan en önemli sorulardan biriydi. Kazadan bir hafta sonra hasta yatağında bir sonraki maçın tarihini soran Big Dunc, bundan yalnızca birkaç gün sonra hayata gözlerini yumacaktı. Her şeyi yaratan Busby de feci şekilde yaralanmıştı, futbola hiçbir zaman dönmemeyi çoktan kafasına koymuştu. Busby’nin yardımcısı Jimmy Murphy6 olağanüstü bir öğretmendi ve genç oyuncuların gelişiminde patronundan bile çok faydası olmuştu. Fakat patron olmayı asla istememişti, birilerine emir vermekten nefret ediyordu.7 Gelgelelim o noktada bireysel tercihlerin önemsiz gözüktüğünün farkındaydı. Ölenlerin anısını kulübü kapatarak onurlandırmanın mümkün olmadığını kısa zamanda o da anlamıştı. Bu esasında korkaklıktan başka bir şey olmazdı ve Manchester United’ı tarih kitaplarında ‘bir zamanlar mücadele etmemeyi seçmiş bir kulüp’ dipnotuyla ölümsüzleşmekten öte bir yere taşımazdı. Busby Babes’in anısına gerçekten saygı göstermenin yolu, onları oldukları insanlar yapan kulübün çatısı altında bunu ilan eden bir futbol oynamaktan geçiyordu.

19 Şubat 1958’de Sheffield Wednesday’le oynanan FA Cup maçı, felaket sonrası dönemin ilk fikstürüydü. Maça dakikalar kala esame listesinde United armasının altındaki bölüm, kocaman bir boşluktan ibaretti. Genç takımdan çağrılan 18’lik Alex Dawson takımı öne geçirdi, 20 yaşındaki stoper Shay Brennan’ın iki golüyle maç 3-0 kazanıldı. Ligde geri kalan 14 maçta sadece tek galibiyet alınsa da, FA Cup’ta Busby Babes’in emanetine sahip çıkılıyordu ve bu genç takım Wembley’i görmeyi başarıyordu. Belki Bolton’a 2-0 kaybedeceklerdi, ancak final maçından önce bebeklerini orada göremeyeceğini bile bile soyunma odasına giren Busby figürü kulübün kalp masajlarına verdiği ilk gerçek olumlu yanıttı. Eşinin onu yüreklendirmesi ‘çocuklar seni takımın başında görmeyi isterdi’ klişesinden ibaretti, fakat işe yaramıştı.

“United eskiden olduğu yere dönebilecek mi?” sorularını, “Bana beş sene verin” diyerek karşılıyordu. Gerçekten de o gün olduğu yere, FA Cup finaline -bu sefer kazanmak için- geri dönüşleri ancak lig tablosunun altlarında geçen beş seneden sonra gerçekleşecekti. Felakete rağmen faaliyeti sürdürme kararının karşılığı, tam anlamıyla Mayıs 1968’de alındı. Finalde Benfica’yı 4-1 yenen Manchester United, 1 numaralı kupayı adaya getiren ilk İngiliz takımı olurken Busby de bir anlamda magnum opus’unu yazacak ve istirahate çekilecekti. Finalin kadrosunda kazayı yaşayan sadece iki oyuncu8 vardı belki, fakat bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. 1962’de transfer edilen Denis Law da, 1963’te altyapıdan A takıma çıkan George Best de aynı şeyi yapıyordu. On sene önce Busby Babes’te ne gördülerse, onu yeniden yorumluyorlardı. Onlardan biri olan Charlton’la bu başarıyı getiren troykayı inşa etmeleri de ancak bu şekilde mümkün olabilirdi.

Geçtiğimiz sezon 22 Nisan’daki Everton maçı birçokları tarafından United’ı, şampiyonluğu elden kaçırmaya dek sürükleyecek tehlikeli yola9 sokan maç olarak görülüyordu. Son beş dakikaya 4-2 üstünlükle girilen maçta, geride temel savunma prensiplerini unutunca 4-4’e razı olunuyordu. Her şeyi bir anlığına unutacak olursak Busby Babes döneminden çıkmış gibi gelen bir skor tabelasıydı, tek eksik son dakikadaki United golüydü. Ekşi Sözlük’e son baktığımda adının ‘United şansı’ konduğunu görmüş olduğum bu fenomeni Cantona ise (yine Auclair’in kitabında) aşağıdaki gibi dillendiriyor.

“United bugün her ne kadar kupaları biriktirmeye alışmış çok zengin bir takım olsa da, iflaslar ve ikinci lig tecrübesi yaşamış, acılı bir geçmişe sahip. Esasında demiryolu işçilerinin kurduğu bir kulüp. United fakirlerin takımıyken, City zenginlerin tuttuğu takımmış. Bugün baktığımızda tersiymiş gibi gözükebilir, fakat bu geçmiş hala Manchester United’ın oyununa yansıyor: Son dakikalarda kazanan bir takım!”

Şimdi o kasten unuttuklarımıza yeniden dönelim ve geçen sezon gördüğümüz 4-4’lük yahut 8-2’lik maçların, Ferguson’ın başarıya ulaşmak için kullandığı yöntemler dahilinde nasıl birer anomali şeklinde vuku bulabildiklerini düşünelim. Biz taraftarlara çoğu zaman tesir alanına girmek ve beraberinde getireceği galibiyetler sonrası öforiye kapılmak kolay gelse bile, Ferguson’ın özellikle Ronaldo sonrası dönemde yöneldiği pragmatizm de -Cantona’nın sözlerine paralel olarak- en az Glazer hükümranlığı kadar tehlikeli. Kulübün kimliğini oluşturan ve Busby Babes’in anısını yaşatan o oyunun, doksanlarda beni bu takımın taraftarı yapan o oyunun devamı için…

Ferguson’ın geçen sezonki takım için en basit şekilde söylediklerine ise katılmamak mümkün değil: “Çocuklar hiçbir şeyi yanlış yapmadı.”

Şampiyonluğu olabilecek en dramatik şekilde kaybetmeleri onların suçu değildi. Bu en az Charlton’ın, kazayı ufak bir beyin sarsıntısıyla atlattığı için duyduğu ve yıllarca etkisinden kurtulamadığı suçluluk kadar temelsiz olurdu. O uğursuz öğleden sonra Manchester’da olanları kontrol edemezlerdi, Charlton’ın başka bir öğleden sonra Münih’te olanları edemeyeceği gibi. Sakatlıklar neticesinde sezonu kendilerinden daha kaliteli bir kadroyla götüren bir takımla iki kez çarpışmış, ikisinde de kaybedip şampiyonluk için yeteri kadar iyi olmadıklarını göstermişlerdi. Fakat Joey Barton’ı sakinleştiremezlerdi, Bolton maçından gelen haberi örtbas edip QPR oyuncularının dağılmasını da engelleyemezlerdi. Ve daha birçok şeyi yapamazlardı. Belki bu sezon finali senaryosu, United yoluna daha uygun düşeniydi. Benim gibilerine söz konusu United iken, ‘trajedi’ kelimesini kullanmadan önce birkaç kez düşünmek zorunda olduğunuzu hatırlatmak için gerekli bir deneyim bile olabilirdi.

Beni ferahlatan, bu yolculuğu geniş bir perspektiften görebilmek oldu. United yolunda karşılaştığım şey hızdı ve Emin’i akıp giden şeylerin verdiği ürküntüden korumaya çalışan Yasemin’in tembihlediği gibi, o yola girdiğinde bu hız, zamanı yenmeni sağlayabiliyordu.

Not: İçeride bağlamayı bir türlü beceremedim ama bu şarkı bu yazıya herhangi bir şekilde giremezse sevgili Şansal Sina Kulabaş’ın selamı keseceğinden neredeyse eminim. Ardılındaki büyük oyuncuların onları taklit etme çabalarının boşunalığını dile getiren bu dizeleri not edebilirdik aslında:

they can’t hurt you, their style will never desert you
because they’re all safely dead

  1. Başlığa esin veren Latife Tekin romanından değil ama Unutma Bahçesi’nden bir alıntı. []
  2. Aklımıza gelen ilk City taraftarlarını göz önüne alırsak, bunun daha önce iyi bir şarkıya dönüşmesi de mümkün olabilir. []
  3. Alican Tayla bu bölümü Bir+Bir’in ilk sayısı için çevirerek beni de bir dertten kurtarmış. []
  4. Kaza günü hayatını kaybeden United futbolcularından. []
  5. http://www.independent.co.uk/sport/football/news-and-comment/the-meaning-of-munich-777295.html []
  6. Yukarıdaki videoda masaya yumruğunu vurup “Hiçbir zaman trajediye teslim olmayacağımızı göstermeliyiz” diyen Murphy. Daha doğrusu BBC için 2011’de çekilen United’da onu oynayan, Doctor Who’dan tanıyabileceğiniz David Tennant. []
  7. Carlos Queiroz anyone? []
  8. Charlton ve Charlton’ın kaza sonrasında “Bill devam ediyorsa, ben de devam ediyorum” derken kastettiği Bill Foulkes. []
  9. “Bu tehlikeli yol, Ken Loach filmi olan Tehlikeli Yol değil tabii Caner.” []