Skip to content

“Cho” Kardeşliği

Çinli olmak yasaklanmadıkça değişmeyecek bir dominasyon var masa tenisinde. Elemek zorunda kaldığı kardeşi için oynayanlar oldukça, “CHO!” diye bağıracak bütün dünya...

Dominasyon çok güçlü bir kelime. Nereye baksan, nereden baksan, nasıl baksan birisini, bir şeyi, kısacası “dominatörü” görmek demek. Artık her şeye o kadar kolay ulaşıyoruz ki, dominasyon kelimesinin pek anlamı kalmadı gibi gerçi. Facebook’a sardık, nice hayatlar domine etti, sonra Twitter çıktı mesela. Ya da yıllarca belli yerlerde belli şeyler yedi insanlar, misal McDonald’s, sonra foursquare çıktı, insanlar daha fazla yer öğrendi arkadaşlarından, oralara gitmeye başladılar… Sporda da böyle oldu. Önce zar zor, birisi yayınlarsa izleyebildiğimiz Avrupa futbol kulüplerinin yahut NBA takımlarının hastası olduk, sonra bir baktık iki tıkla her şeye ulaşabilir haldeyiz. Ya da tarihinde, belirli bir dalda hiç dünyaca ünlü sporcu çıkaramış bir ülke, izlediği bir takımı ya da ülkeyi analiz edip, onların modelini aldı büyüklerimize her sene gelen teknik direktörlerin “Altyapıda Ajax Modeli”ne geçmesi gibi… Dominasyon zor oldu kısacası günümüzde. Her şey, her şey değişiyor an be an. Yalnız şahit olduğum bir şey var ki, sanıyorum yıllar, asırlar geçse de hep dominant kalacak.

“Bizim için bir tutku. Yedi ya da sekiz yaşındaydım. Bizim ilkokulllarda her sınıf öyle her kata çıkamaz. Bizim yaş grubu da ilk kez o yıl tüm katlara çıkış izni almıştı. Sanırım küçükler ezilmesin diye var böyle bir şey… Neyse işte, öyle bir şey olması lazım. Gerçi nasıl ezeceğiz, minicik adamlarız hepimiz. Boşver. En iyi arkadaşımla birlikte okulu geziyorduk ve bir masa tenisi masası gördük. Bana derhal masanın diğer ucuna geçmemi söyledi. “Bu oyunu biliyor musun? Abim takıma seçildi. Ben de bir gün seçileceğim, başla ve bana iyi bir rakip ol, abimden daha iyi olmam gerek” dediğini hatırlıyorum büyük bir tutkuyla… İşte öyle başladık…”

Çin. Spor konusunda çoğu kez insanları şaşırtacak şeyleri başarmış bir ülke. İster sporcu yetiştirip mükemmelleştirmek olsun, isterse tesis yapmakta, organize olmakta. Çin’e gidip, ortanca bir spor organizasyonu (Universiade) görmüş bir insan olduğumdan, bir spor basını ferdi olarak kendimi şanslı hissetmeliyim sanırım. Gerçi 20 gün kahvaltıda peynir ve zeytin yiyememek tüm o güzel düşünceleri sıfırlar gözümde ama, hadi neyse. Her gün çeşitli sporları takip edip, bunlar hakkında makale yazmam bir yana, “ya bunlar neden bu kadar başarılı?” sorusunu cevaplandırmak en büyük hedefimdi Çin’deyken. Yetkililerle konuştum, sporcularla, organizatörlerle, hatta antrenörlerle konuştum ama hiçbirinin verdiği cevap tatmin etmedi beni. Bir kişi hariç.

“Tabii başladıktan hemen sonra deli gibi oynayamadık. Hem, bilirsin, ırkımız kısa, boyumuz o yaşta yetişmez bu tip bir şeye. Ancak doğru düzgün oynayamasak da, tutukumuzu göstermiştik sanıyorum okulun spor hocasına. O dönem bir minikler takımımız yoktu ama, neden biz ilk olmayacaktık ki? Bizde olaylar biraz zordur. Her şeyi yapmak zor aslında. Malum, bir buçuk milyar insan yaşıyor. Senin ülkende kaç kişi var bilmiyorum ama, senin ülkendekini bir iki şehir birleşip çıkarırırız sanırım. Spor yapmak en zoru. O bir buçuk milyar insanın içinde kaç yüz bin kişi yetenekli var, düşünsene! Hepsi iyi, daha iyi olmak istiyor. E haliyle sistemi de buna göre geliştirmiş bizimkiler. Önce minik takım, sonra eğer seçilirsen genç takım, liselerarası grubunda başarılı olursan yıldız takım, şanslıysan ve benim gibi büyük bir şehirdeysen şehir, yeterince başarılıysan eyalet, yeteneğin çok çok iyiyse spor akademisi takımı… Ve eğer bir süperstarsan… O zaman milli takım…”

Pekin’deki olimpiyatların açılış törenini izleyen olmuştur. “Gelmiş geçmiş en büyük şölen” dendi, “bundan daha iyisi olamaz” dendi, “Londra’dakiler ayvayı yedi” dendi… 2011 Üniversite Oyunları açılış törenine giderken “Pekin’i yerinde izleyebilseydim keşke, bu kesin tırt olacak” dediğimi hatırlıyorum. Salak kafa. Ömrü hayatımda izlediğim en büyüleyici şovu yaptılar. Tam 140 milyon dolar harcamışlardı açılış ve kapanış törenleri için. Basit bir üniversitelerarası şampiyona için bu denli para harcayan, sporla ilgili en ufak detaya bile önem veren bir ülkenin herhangi bir şeyde süpergüç olmaması şaşırtır beni asıl.

“Çok uzun süre oynadık Xiu ile. Liseye kadar… Hep takım arkadaşıydık, çiftlerde hep birlikteydik, birbirimizi ezberlemiştik neredeyse. Bütün okullararası maçlara gidiyor, tekleri kazanıp, çiftlerde adeta dans ederek 3-0’la geçiyorduk tüm okulları. İkimiz de gün geçtikçe daha iyi oluyor, daha büyük işler yapıyorduk. Bireysel bir turnuvaya katılmamamız, birbirimizi herhangi bir şekilde elemememizi de sağlıyordu, ki buna hazır değildik sanırım. Ben onu bir turnuvanın dışına itsem, ya da o beni itse, arkadaşlığımız bozulur diye korkuyorduk. O benim “Cho!” kardeşimdi.”

En büyük sportif meraklarımdan birini gidermek için -Çin’de masa tenisi izlemek- Shenzhen Bay Gymnasium’a girdiğimde acayip bir atmosfer çıktı karşıma. Salı günü, saat 13:00, 2. tur maçları, hani finaller bile değil ama yaklaşık 12 bin kişi masa tenisi izliyor… “N’oluyor arkadaş?” diye kendime zar zor, etrafa baka baka, yalpalaya yalpalaya bir yer buldum, oturdum ve maçları bırakıp insanları izledim. Derbi atmosferi vardı. Ellerinde Çin bayrakları, deli gibi bağırıp, (anladığım kadarıyla) pozisyon değerlendirmeleri yapıyorlardı. Basın tribününün hemen yanında ailesiyle birlikte maçları izleyen yaşlıca bir amca buldum. Her vuruşu kendisi yapıyordu sanki, öyle bir heyecan. Yüzyılın klişesi “neden mizah?” benzeri “neden masa tenisi?” sorusunu sormak için sanırım ondan daha iyisini bulamazdım…

“Liselerarası turnuvada bizi çok beğenen bir akademi hocası, okul antrenörümüzle konuşup bizi şehir seçmelerine kaydettirdi. Havalara uçmuştuk sevinçten. Ancak filmlerdeki gibi, sonradan kafamıza takılan bir şey oldu, bizi endişelendiren; bu kez takım olarak değil, bireysel olarak katılacaktık ve yarı finalde karşılaşma şansımız vardı.”

“Çeyrek final maçımı çok rahat kazandım. Turnuvadakiler zaten bizim neslin yıllardır oynadığımız fertleriydi. Aşağı yukarı hepsini tanıyorduk yani. Yine Xiu da çok rahat geldi yarı finale. Korktuğumuz başımıza gelmişti, rakiptik. Xiu’un eyalet takımındaki abisi de maçımızı izlemeye gelmişti. O artık masa tenisi akademisinden kabul bekliyordu. Tam maça başlarken Xiu’un bana ilk söylediği şeyi hatırladım; “abimden daha iyi olmam gerek” demişti. Onun önünde beni yenmeli, hatta finali de kazanmalıydı. Evet, bilerek kötü oynadım. Sonuçta beni bu oyuna o başlatmıştı değil mi? O bitirmeliydi o zaman. Beni hayatımın en büyük keyfiyle tanıştıran arkadaşıma en azından bunu yapmalıydım. Yaptım da. Finali de kazandı, eyalet seçmelerine gitti. En az onun kadar sevinmiştim. Bir an bile pişmanlık duymadım yaptığımdan.“

“İşte böyle. Bizde bir sporda yükseleceksen, kardeşini, en iyi arkadaşını da geçmek zorundasın. Milli takıma gidenlerin hepsinin bana yakın hikayeleri var. Sadece kendin için şampiyon olmazsın eğer Çinli bir milli oyuncuysan, o elediğin kardeşin için de oynarsın. Bu hırs da seni Çinli olmayanların önünde tutar hep…”

Yang Gongşe’nin hikayesi bu. Normalde, Çin’de çıkardığımız günlük internet gazetesi için bir röportaj olsun diye gitmiştim yanına Yang amcanın, ancak gelin görün ki hayat dersi verdi bana adam, “Çin neden bu kadar iyi?”yi yanıtladı.

 

Masa tenisi tarihinin en başarılı ülkesi. Kadınlarda ve erkeklerde 1975’ten bu yana toplam 38 altın madalyanın 31’ini aldı. Takımların yanında, masa tenisiyle tam anlamıyla tanıştıklarından beri, yani 1960’lardan bu yana 35 bireysel altın, 45 çiftler altını aldılar. Bunlar sadece altın madalya istatistikleri, podyumun geri kalanında %80’lik bir Çin istilası olduğunu söylersem sanırım yeterli olacak…

O kadar fazla yetenekli oyuncu var ki Çin’de, milli takıma giremeyenleri ihraç ediyorlar. 2011’de Rotterdam’da yapılan dünya şampiyonasında Dominika adına yarışan Jiu Lin ve Kongo adına mücadele eden Han Xing, işin iyice çığrından çıktığını gösterdi. Artık Afrika’dan Asya’ya, Kuzey Amerika’dan Orta Doğu’ya, herkesin takımında bir Çinli var…

Çin’in dominasyonu o denli büyük ki, puanlar sonrasındaki sevinç nidası, dünyanın her yerinde “CHO!”. Fransız oyunculardan Brezilyalılara, Meksikalı’dan Güney Koreli oyunculara kadar herkes Çince seviniyor…

Her şey, her şey an be an değişiyor. Premier League’in tahtını sallıyor La Liga, her sezon değişiyor NBA’de dengeler, her seti bir başka oyuncu domine ediyor WTA turun herhangi bir maçında ya da kural değişiklikleri her sene birisinin başını yiyor F1’de… Ancak Çinli olmak yasaklanmadıkça değişmeyecek bir dominasyon var masa tenisinde. Elemek zorunda kaldığı kardeşi için oynayanlar oldukça, “CHO!” diye bağıracak bütün dünya…