Festivaller şehirleri canlandıran, meraklıları önceden heyecanlandıran, buluşmaların, paylaşımların yaşandığı ortamlar. Kişisel tarihlerimize, toplumla ilişkimize de ayna tutar festivaller. Hangi filmi nasıl, kimlerle, ya da ne denli bir yalnızlıkla izledik, arkasından neyi tartıştık, ne müzik çalıyordu, o sırada hangi gönül meselesine kafayı takmıştık… İstanbul Film Festivali’nde Emek Sineması’nda 70 mm olarak gösterilen West Side Story’ninki kadar, Uptown Sineması’nın kırmızı, kadife, Kadillak koltuğu rahatlığındaki koltuklarına gömülüp izlediğim TIFF’in ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ kuşağı filmlerinin tadı da damağımda. Gözlerimi kapatınca iki sinemadan da ıslık çalarak çıkıyorum hala. […] Festivaller şehirlerin mimari ve insani dokusuna teğet geçmezler, ille ki ona dokunurlar. Budur biraz da sorumlulukları.
(Ayşegül Koç, TIFF, Altyazı Sayı 110, sf. 60)
İnan: Rahmetli Onat Kutlar, anılarında hep Henri Langlois’nın katkılarıyla açılan Sinematek’in Türkiye sinema ortamına yaptığı etkiden bahseder. Şiirle, edebiyatla büyüyen bir kuşak, yeni Orson Welles filmini iple çekmeyi, Dziga Vertov tartışmayı, Zoltan Fabri izlemeyi öğrenmiştir bu sayede, sinema arkası tartışmaları, yazılarıyla, dergileriyle. Fakat aynı dönemde yayılmaya başlayan politizasyon bu sanat dalına ilgiyi artırdığı ölçüde tektipleştirmiştir de. Filmler ideolojik olduğu ölçüde değere binmiştir, Federico Fellini yerine ortalama Sovyet propaganda filmi iş yapmaya başlamıştır. Ve bu serüven bir gün sona erer, Sinematek kapatılır. Yerine birkaç sene sonra başka bir etkinlik gelecektir, İKSV önderliğindeki İstanbul Film Festivali. Bu sefer büyüyen kuşak daha sinefil özelliği taşır, Avrupa sineması gözde olduğu kadar, öteki coğrafyalara da açılmaya başlanır, özel gösterimlerle klasikler yalanıp yutulur ve seksenlerde doğan, doksanlardaki yeni üniversite gençliğiyle büyüyen festival, yeni yüzyıla da bir şekilde taşınır. Geleneksel Festival, büyümeye ve gelişmeye devam etti fakat onunla büyüyen kuşağın ilgileri daha çeşitlendi. İşte bu noktada ortaya !f çıktı. Sen !f’in sinema ortamına etkisini nasıl görüyorsun?
Cem: Ben o tarihsel sürece 2002’de lise okumak için İstanbul’a geldiğimde dahil oldum ve açıkçası önceleri bu üç büyük festivali nitelik olarak ayırt edebilecek bir yetkinlikte değildim. !f benim için tuzlu festivaldi. Pazar günü İstanbul’a dönüş için yola çıktığımda annemden fazladan harçlık almama neden olan festivaldi. Mesela festivalin bilet ücretlerinde avantaj sağladığı Yapı Kredi University Telecard o dönemlerde parlak Panini çıkartmaları kadar değerliydi gözümde. Ama ne üniversiteliydim, ne de Yapı Kredi’yle bir ilişkim olmasını istiyordum. O yüzden son döneme kadar tavrını beğendiğim, ancak diğerlerine göre daha soğuk bulduğum bir festivaldi. Tabii geçtiğimiz birkaç senede o tavrını da sorgular hale geldik.
İ: Evet, daha önceleri bu soğukluğunu ‘okulun en havalı kızı’ olmasına bağladığımız festival son yıllarda sıradanlaştı. Benim açımdan filmlerin niteliğindeki düşüş, bunun nedeni. Senin tavır derken kastettiğin nedir?
C: Yazının açılışında üşenmedik, Ayşegül Koç’un TIFF hakkındaki cümlelerini dergiyi açıp, satır satır buraya aktardık. Bayağı da üşengeç insanlarız. Ancak Emek söz konusu olduğunda değil. Emek yıkım projesinin baş aktörlerinden Mars Entertainment’ın AFM’yi de satın almasıyla başladı galiba süreç. Yine festivallerin alışveriş merkezlerine doğru göçünde !f de yerini aldı ve kendisini en çok da LGBTT hassasiyeti üzerinden tanımlayan festival, geçen sene The Hall’u festival merkezi seçerek samimiyetine büyük bir gölge düşürdü. Bu noktada okuyucularımızı şuraya yönlendirmek mantıklı olabilir.
İ: Bu noktaya katılmamak elde değil, sinemanın her geçen gün giyim mağazası, fast food zinciri muamelesi görmeye başladığı bir ülkede !f’in daha farklı, daha sağlam bir duruş sergilemesi gerekirdi. Yusuf Atılgan’ın ‘sinemadan çıkan insan’ pasajının ‘sinemadan çıkıp alışverişe dalan insan’ olmadığı bir dünyanın özleminde kilit bir rol oynayabilirlerdi. Fakat belki de biz temel amacı bu olmayan bir festivale bunları yakıştırdık, ne dersin? Belki onların kafasında böyle bir görev tanımı yok?
C: Benim kafamda !f’in, senin çok yerinde ‘okulun en havalı kızı’ tanımına oturmasını sağlayan, pahalı biletlerden çok buydu aslında. Yalnızca afişleriyle bile evrensel değer yargılarını sallayabilen havalı çocuklardı. Bilmiyorum, belki bu benim lisede ergen öfkesi semptomları gösterdiğim bir döneme denk gelmesiyle de ilintili olabilir. Ama şimdi tarafsız bir şekilde bakmaya çalıştığımda da bu değişimi gözlemleyebiliyorum. Türkiye halkının sinemayı ne kadar sevdiği tartışılır ama İstanbul halkının film festivallerini sevdiği açık ve burada bayağı semirmiş bir endüstriden bahsediyoruz. Toronto’da Uptown’ın başına gelenleri Emek’in tecrübe etmesi zaman meselesiyken, gişeye ödeme yapmak için gittiğimizde “Yalnızca Visa kabul ediyoruz” sözünü işitmemiz de çok uzak değilmiş gibi geliyor. Günün birinde bir Langlois filminin gösteriminden çıkıp yürüyen merdiven kullanmak istemiyorum. Bunun olmaması için de festivaller kabul etmeseler de onlara bu görevi atfetmek gerekiyor sanki.
İ: Benim için festivallerin en az bu kadar önemli bir başka yönü de insana ‘dumansız hava sahası’ ortamı yaratmasıdır her zaman. Biraz Jim Jarmusch’ın tabiriyle radyo alıcısı gibi düşünürüm ortamı. Altmışlardan bir Japon filmi, doksanlardan Amerikan sinemasına ait bir aşk hikayesi, takip eden Meksika epikleri. !f’in bu konuda en azından güncel bağlamda sinefillere müthiş yollar yarattığının hakkını vermek lazım. İnanılmaz boyutlara ulaşan online sinema kültürüne rağmen var olmayı sürdürmeleri, hala konuşuluyor olmaları alkışlanacak bir tavır.
C: Aşağıda önerilerimizi verirken de değineceğiz zaten. Seçkilerinde kolaya kaçmadan, pazarlanabilir olup olmamasını dert etmeden gerçekten kişilikli filmlere yer verdiler her zaman. Seneyi tam hatırlamamakla birlikte, 11. sınıfta falan okuyor olmalıydım. Disipliniyle -geçmişi hayli şaibeli- Alman öğretmenleri bile zaman zaman hayrete düşüren okul pansiyonunda kalıyordum, ama her şeyi göze alıp Nöbetçi Sinema kapsamında gösterilen Saam gaang yi’yi izlemeye gitmiştim gecenin bir yarısında. Zira bahsettiğin online sinema kültürü en azından benim hayatıma henüz uğramamıştı ve böyle bir şeyi görmek için tek fırsatım buydu. Ama galiba bu seneki seçki ikimizi de pek tatmin etmedi, öyle değil mi?
İ: Evet bunda biraz bağımsız sinemanın artık belirli şablonlara takılı kalmasının da rolü var. Mesela? Popüler bir oyuncunun rüşdünü ispat etmek için kabul ettiği “one man guy” filmler, auteur sinemasının kalıplarından kurtulmaya çalışırken daha az felsefi, daha fazla sıkıcı olan Avrupa sineması, içinde arabaların, silahların ve tabii ki Gael Garcia Bernal’in olduğu Güney Amerika filmleri, şehre gelen yabancı bando ekibinin kentin kaderini değiştirdiği İskandinav kara mizah örnekleri, yaşlanan ve eski gücünden uzaklaşmasına rağmen eskisi gibi filmler çekmeye çalışan ustalar derken hep kalıplar üzerinden konuşulan bir atmosfer doğdu. Fakat o kadar da enseyi karartmamak lazım, kalıp ya da klişe olmak her zaman kötü değildir, bu bahsettiğim filmlerden ya da türlerden de hala arşivlik filmler çıkma olasılığı yüksek.
C: Ama Jarmusch tüm bu şablonları kırıp vampir filmi çekiyor?
İ: İşte bahsettiğimiz radyo alıcısı burada devreye girdi demek ki. Tüm müthiş özelliklerine rağmen aslında hep aynı filmi çeken Jarmusch, belki de Jonathan Rosenbaum’un onu senelerdir eleştirdiği çizgiden çıkmak istedi, bilemiyorum. Belki de Stranger Than Paradise’ta Ohio’ya gidip de hiçbir şey bulamayan karakterler gibi değişiklik istedi, direksiyonu başka yere sürdü.
C: Neyse, festivale dönelim. İnan sabaha kadar Jarmusch konuşuruz yoksa. The Limits of Control bana en az seslenen filmiydi kesinlikle, yine de Jarmusch’a veliaht aramak için erken olabilir. Ama bu sıfata en yakın gördüğüm adamlardan biri Jeff Nichols’ın filmini de izleyebileceğiz mesela bu festivalde. Öte yandan Take Shelter salonları festivaldeki kadar dolduramayacak olmasına rağmen muhtemelen ticari gösterime girecek. Hit Filmler kategorisi için organizasyonun önündeki seçenekleri üç aşağı beş yukarı sinefiller de tahmin edebiliyorken, !f yıllardır programın geri kalanında sihrini konuşturabilmesiyle ünlüydü. Bu seneki programı bu alanda ben de senin gibi zayıf buldum açıkçası. Yan etkinliklerde ise şahsen geçen sene Santa Sangria’yı Alejandro Jodorowsky ile tartışabildikten sonra festivalden daha fazlasını bekleyemez hale gelmiştim ama Michael Nyman’ın seni çok heyecanlandırdığını biliyorum. “Grant Gee ile Sohbet” de benim ilgimi çekiyor.
İ: Özellikle Nyman ismi senin de söylediğin gibi benim açımdan çok mühim. Peter Greenaway’le olan ortaklığından tanıdığım fakat ikilinin yolları ayrılınca hayatımın en doğru kararlarından birini vererek külliyatına daldığım Nyman, gerçekten özel bir adam. Zamanında otostopla dünyayı dolaşırken Türkiye’ye de uğraması, Salt’taki sohbeti eğlenceli kılacaktır. Sinema/müzik ilişkisi tartışmasından fırsat bulduğu takdirde, belki Greenaway’le falan kavgalarından bahseder. Her halükarda eğlenceli olacağı kesin. Buradan Nyman’la ilgili “Bir aralar müthişti, sonra kafayı yedi” şeklinde kısa ve öz yorumda bulunan sevgili müzik tarihi hocam Alper Maral’a da saygılarımı iletiyor, son sözü sana bırakıyorum. Tüyoları daha fazla bekletmeyelim!
C: Bizden sonra düşük bütçeli macera filmi girecekmiş, daha fazla uzatmayalım. The Hall’un gördüğü tepki mi böyle bir değişikliğe itti bilmiyorum ama genel olarak ben festival merkezi Salt’tan memnunum. Geçen gün rastladığım bir röportajında Vasıf Kortun, “Biz pek festivalci değiliz, bizim sürekli devam eden bir programımız var” diyordu. Memleketteki festival sevgisini düşünürsek ticari açıdan çok akılcı bir hamle gibi durmamasına rağmen bunu yapıyorlar ve önemli bir boşluğu dolduruyorlar. Zaten aynı röportajda amaçlarının da bu olduğunu fark etmek mümkündü. Sadece Açık Sinema’daki zoraki samimiyetle galiba çok barışık değilim. Bir anda ayakkabılar çıkarılıyor ve sonrasında ne yaparsanız yapın, filmin içine yeniden girmem 3-4 dakikayı buluyor. Gerçi orada sadece kısa film gösterimleri olacak ve bunun için Galata’daki Oditoryum’u kullanmak da bayağı manasız olurdu. İyi olmuş iyi. Kuponumuza geçelim. Seninle zamanında Numaraiki’de çok sayıda sinefili zengin etmiştik zaten, iddialıyız.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane