“O kadar korkunç bir şey oldu ve yaşanıp bitti ki” diyordu Marc Nichanian, “Ben ne insanları ikna etmek için uğraşabilirim, ne de başka bir şey.” “Olan olmuştu ve o kadar korkunç bir şey olmuştu ki, bunun ispatı bile gereksizdi. Çünkü daha fazla acı veriyordu…”
Tek seferde söylenmişti. “Gidiyoruz.”
Gittiler. Gitmelerine sevinmemdi işin garibi. Seviniyordum, çünkü ben de gidecek olsam, yeni evim diye düşündüğüm bir yere Google Maps’ten baksam, asla yaşamadığım bir ülke veya şehrin bir köşesinde, hiç sahip olmadığım bir evin en yakınındaki bakkalın yerine baksam mutlu olabilirdim. Benim olanları geride bırakmıştım, oranın benim olmasına uğraşacaktım. En azından hevesim geçene kadar, mutlu olana, gerçek evimi düşünene ve belli bir süre sonra yeniden geride kalanlarla bir arada olmayı özleyene kadar. Kalan varsa.
Gideceklerini söylediler. Bekliyordum. Gitmeleri değildi sorun, gitmenin mantıklı gelmesiydi. Bunu değiştirmeye gücüm yetmezdi ve gücümün yetmeyeceği şey bana acı veriyordu. Egoyla alakalı değil bu. Nasıl ki Bruce Almighty’de “Tanrı” Jennifer Aniston’ın zihnine giremiyordu, kendimi öyle hissediyordum. Ben herhangi bir motive sahip değilken, onların gitmek için bir şeyler yapmaya çalışmasıydı sorun. Onlar bir şeyler yapmaya karar verdiklerinde aynı insan değildiler artık benim için. Bir kez gitmek istemişlerdi ve bu şu anda sahip oldukları, aşağı yukarı benim hayatıma benzeyen hayatlarından mutlu olmamaları demekti. Özleyeceklerini bildikleri basit şeylere rağmen gitmek istemeleriydi. Onlar “rağmen” gidiyorlarsa eğer, bu benim de mutlu olmamamı mı gerektiriyordu?
Bebek’te oturmaktan, Şişli’de yemek yemekten, konsere gitme planı yapmaya çalışmamızdan keyif aldığım insanlar değildi bunlar artık. Ya da en basitinden görüştüğümde yaptığımız şeylerden benim kadar mutlu olduklarını sandığım insanlar değillerdi… Sorun bundan sonra hiçbir şeyin asla onlar gitmemiş, veya gitmek istememiş gibi olmayacak olmasıydı. Geri dönebilirlerdi, o korkunç şey bir kez yaşanmış olacaktı Nichanian’ın dediği gibi. Sonrasının önemi yok.
Gitmek bir sorundu. Çünkü etrafınızdakilerin gitmek istemesi size “Acaba sen de mi gitmelisin” sorusunu sorduruyordu. 20 yıldır yaptığınız bir şeyi yapar, yediğiniz şeyi yerken “Bundan gerçekten keyif alıyor muyum” diye soruyordu beyniniz. Çünkü cevap hayır olsun istiyordu. “Onlar” gitmişti, kim olduklarının bir önemi yoktu, gitmişlerdi ve sen de ne kadar çabuk şekilde keyif aldığın şeylerden vazgeçersen sen de gidebilirsin belki diyordu beynin. “Hayır” da diyordu aynı zamanda. “Benim hayatımda değiştirmek istediğim bir şey yok, bırak gitmeyi.”
Gitmek değildi sorun, gitmeyi düşünmekti. Buradakinin yetmemesi, artık hayatınızı ülkelere ayıracak kadar farklı düşünmeniz, hayat şartları sebebiyle aynı çizgide yol alamamanızdı. Yalnızca Whatsapp’taki bir grupta, çok da sevmediğin birini giderken, ya da gitmeye karar verirken görmekti. Kıskanmak değildi ama. Aynı Whatsapp grubunda olacak kadar yakın hayatlara sahip olmak ama en yakın direkt Whatsapp mesajının birkaç ay önce atılmış olacağı birinin gitmekten bahsetmesine üzülmekti.
Aslında birinin gitmeyi düşünmesiydi sorun. Gitmek, sizden, sizin yaşamaktan keyif aldığınız hayattan uzaklaşmayı çok istemesiydi. Sanki sizin keyif aldığınız şeylerde onarılmaz bir sorun varmış gibi. Yaşadığınız hayattan bahsederken “kurtulmak” kelimesinin kullanılması, böyle düşünmediğiniz için suçlu hissettirilmenizdi. Sizin “Tamam” dediğiniz şeylerin onları buradan kaçırmasıydı. Artık aynı yerde olamayacak olmaktı, taşınmak değil. Aynı günlük hayatı yaşamamak demekti, farklı yerlerde yaşamak değil. Orada olmamak demek, burada olmaması demek, yılda yalnızca yıllık izinleri hesap edeceğiniz bir planda görüşüp, görüşünce olabilecek en maksimum şekilde o anları yaşamak demekti. Doğallıktan uzak.
Tembel görüşmelerin bitmesiydi gitmek. 10 dakikalığına “Ben de o civardayım” denememesiydi ömür boyu. Yakında olunca arayıp “Sana geliyorum iki dakikaya” denememesi, o “yakının” artık olmaması, en yakının birkaç saatlik uçak yolculuğu olmasıydı.
Tek bir kişi değildi gitmek. Birkaç kişiydi. Sahip olduğunuz hayatı zorla sorgulatan büyük kararı vermişler konseyiydi. Siz o kararı aslında gitmek istemediğiniz için mi vermiyorsunuz, yoksa korktuğunuz için mi veremiyorsunuz diye sorgulatanlardı ve esas problemse bunun kesin bir cevabının olmamasıydı.
Gitmek çok fazlaydı. Gitmeyi düşünmek, bundan bahsetmek ve planını yapmak tamamdı ama, gerçekten gitmek çok fazlaydı. İhtiyaç halinde birkaç dakikada yanında olamamak, ortak bir keyfi yaşarken alakasız şekilde denk gelememek ve en bir vize, bir pasaport kontrolü ve havaalanı otobüsü kadar yakın olmak…
Gitmekti esas sorun. Ne spesifik bir yere, ne de uzak bir ülkeye. Sadece gitmek.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane