I. Rekabet
A takım antrenörlüğüne 2008 yılında adım atan ve bu yaz 10. yılını dolduran Pep Guardiola, henüz ilk sezonundan itibaren gösterdikleriyle modern dönemde oyunun kendisini ve seyircilerin oyuna olan bakışını en dramatik biçimde etkileyen saha içi aktör oldu. Sosyal medyanın bizim iznimizi almayı dahi gerek görmeden, hızlıca ve aniden hayatımıza girişi, 1992’de Premier League’in kurulmasıyla başlayan ‘bir eğlence sektörü olarak futbol maçları’ anlayışının günümüzde tamamen kanıksanması ve işin ekonomik boyutunun büyümesi sonucu oyunun daha profesyonel kişilerce yönetilmesi gereği gibi pek çok faktör, Pep Guardiola efsanesinin büyüyüp gelişebilmesi için gerekli koşulları çoktan sağlamıştı. Pep, çağımızın aranan antrenör modelini tüm yönleriyle temsil ediyor: Göze hoş gelen bir futbol oynatıyor, her gittiği takımda oyuncularının bireysel performansını yukarı çekiyor, oyunu analiz edenler tarafından büyük takdir topluyor ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, kazanmaya da devam ediyor.
Pep, özellikle ikinci yarısında irili ufaklı iniş çıkışlar yaşadığı bu on yıl süresince, en büyük yıldız ve ‘mağlup edilmesi gereken kişi’ olarak varlığını aralıksız sürdürdü. Keza onu kendinden önceki dönemin büyük yıldızı Jose Mourinho’dan ayıran en önemli yönlerden biri de bu: Oyunun oynanma biçimini radikal bir şekilde etkileyen Pep, kariyerinin ilk yarısındaki kusursuz kazanan kimliğinden kaymaya başladığı bu dönemde dahi hâlâ en büyük bilirkişi olarak görülüyor. Bu durumun ortaya çıkmasında kuşkusuz ki yalnızca oyunun oynanma biçimini değil, aynı zamanda oyun üzerine düşünme biçimini değiştirmesinin de katkısı büyük.
Emre Özcan’ın klasikleşen tabiriyle artık bir zirve futbol veya idealize edilmiş bir futbol formu var. Önceleriyse tam olarak böyle değildi.1 Örneğin Cruyff’un Barcelona’sı veya Wenger’in Arsenal’i bu denli bir etki yaratmış olamaz. Başka başka oynama biçimleri olduğuna ve her birinin ayrıcalıklı olduğuna dair bir inançtan söz edilebilir. Şu an ise izleyici kendi içinde en az Pep veya Sarri’ninki kadar kusursuz olarak nitelendirilebilecek Conte’nin futboluna tahammül edemiyor. Öncelikle saha içinde, ama mümkünse bir de saha dışında eğlendiren futbol, günümüzün idealize edilmiş, zirve formu hâline geldi. Pep ise bu formun en önemli düşünürü ve hâlâ en iyi uygulayıcısı olarak, kısmen antrenörler üzeri bir konumda bulunuyor.2
Pep Guardiola’nın kariyerinin ilk yarısında Jose Mourinho ile ve daha sonra ikinci yarısında Jürgen Klopp ile yaptığı karşılaşmalar, sunduğu kahraman-anti kahraman hikayeleriyle klasikler arasına girdi. Guardiola, kariyerinde en fazla bu iki antrenörle karşılaştı ve hâliyle, en fazla da bu iki antrenöre yenildi.3 Fakat onu fikirlerini revize etmeye götürecek kadar zorlayan ilk ve tek antrenör Jürgen Klopp olabilir.
Bunu iki farklı yoldan açıklayabiliriz. Birincisi, bu kadar fazla maç yapıp bu kadar fazla kaybettiği bir başkası daha olmamıştı. Pep’in sık karşılaştığı ve ona nispeten diş geçirebilen antrenörlerin en iyi ihtimalle beraberlik sayılarının fazla olduğunu görüyoruz. Pochettino’nun 13 karşılaşmada, Emery’nin 11 karşılaşmada 4 beraberliği var. En sık karşı karşıya geldiği Mourinho, 21 maçtan 5 galibiyet ve 6 beraberlik çıkarmış. Klopp’ta ise durum bambaşka ve 15 maç yapıp 8 kere yenilmek, Pep için gerçekten de görülmemiş bir şey. Bu durumda, kendi oyununu yücelterek kazanmayı denemek yerine, rakibin oyununa saygı duymak zorunda olduğunu kabul edip kariyerinde daha önce denemediği şeyleri denemek zorunda kaldığı oldu. Pep, ilk karşılaşmalarında 4-2 yenildikten sonra ikincisinde Javi Martinez’i önde kullanıp presi kırmak üzere uzun toplar yollamıştı. İşte ikincisi de bu.
Geçtiğimiz pazar günü oynanan maç, izleyicilerin pek çoğunu tatmin etmemiş ve pek çoğu için daha sonrasında üzerinde düşünmeye değmeyecek kadar değersiz görülmüş olsa da, benim için bir sürecin devamını yansıttığı için değerliydi. Jürgen Klopp, muhtemelen aklında hiç de böyle bir fikir yokken, Pep Guardiola’nın antitezi olma görevini şu ana dek en iyi şekilde başaran antrenör oldu. Bu son maça gelene dek İngiltere’deki altı karşılaşmalarının dördünü kazanan Kloppo, hem sonuç hem de oyun olarak ezici bir üstünlük kurmuş durumdaydı. Pep’in City ile Liverpool’u mağlup ettiği tek karşılaşma ise, Mane’nin ilk yarıda kırmızı kart görmesi sonrasında kopan ve ardından 5-0’a giden geçen sezonun ilk yarısındaki o maç. Eminim Pep de bunu, gerçek bir zafer olarak, pek içine sindirememiştir.
Kimin kazanacağı veya ne kadar keyifli bir futbol oynanacağından ziyade işte bu fikirlerle maçı beklemeye koyulmuştum: “Acaba Pep’in aklından neler geçiyor? Bu kez nasıl bir planla sahaya çıkacak?” Bunlar sahiden benim için daha değerliydi; ikinci kez ve uzun uzadıya tekrar izlerken, skordan ve sahadaki eğlenceden bağımsız olarak bu detayları yakalamaya çalıştım. Özellikle de kaybedilen maçların ardından yapılan “Neden daha önceki maçlarda oynadıkları gibi kendi oyunlarını oynamadılar?!” yorumlarının etkisine kapılmak, fazlasıyla can sıkıcı olabiliyor ve esas hikayeyi atlamanıza yol açabiliyor. Örneğin 3-0 kaybettikleri maçı tekrar izler ve yedikleri gollere bakarsanız, Guardiola’nın neden daha önceki maçlardaki gibi oynamak istemediğini -ama yine de yenildiğini- ve neden son maça bu şekilde hazırlandığını anlayabilirsiniz.
Ve evet, artık şu son maça gelmiş bulunuyoruz…
II. Maç
Öncelikle, çok kısa olarak bu eşleşmenin geçmişinden bahsetmek gerekebilir. Yalnızca hikayeyi derinleştirmek için değil, ama bizzat oyunun içinde yer alanlar da bu tür mental detayları önemsediği için. Pep Guardiola, bu hafta sonu Arrigo Sacchi ve Carlo Ancelotti ile birlikte Trento’da bir spor festivalindeydi. Oradaki soru-cevap bölümünde, daha önce de çok kez tekrarladığı bir konunun altını çizdi: Şampiyonlar Ligi’ni kazanabileceklerinden hâlâ emin değil, çünkü bu takım daha önce en fazla yarı finale kadar gidebildi. Daha önce yapılmamışı yapmaları gerekiyor ve bu tahmin edilenden çok daha zor. Benzer bir örneği bu yaz Roberto Martinez, Belçika’da çalıştığı oyuncu grubu için verdi: “Çok yetenekliler. Ama onlara yol gösterecek bir öncü jenerasyon, bir geçmiş hikayesi yok.”4
Manchester City, Mayıs 2003’ten beri Anfield’da kazanamıyor. Son 17 maçın 12’si mağlubiyet ve 5’i beraberlikle bitti. Guardiola, bu stadyumda oynadığı son üç maçın tamamını kaybetti. Daha önce hiçbir takıma karşı deplasmanda üç kez üst üste kaybetmemişti. Sergio Agüero, yedisi City ve ikisi Atletico formasıyla olmak üzere Anfield’da çıktığı dokuz maçta hiç gol kaydedemedi; yalnızca 11 şut çekebildi. Takım, hoca, golcü; tamamı için kasvetli bir yer Anfield. Ve buradaki son maçı katastrofik bir şekilde 3-0 kaybettiler.
Maçın ilk on beş dakikası açıkçası tam da geçmişin izlerini takip eder şekilde oldu. Liverpool çok ciddi bir baskıyla başladı ve City’nin felsefesinin en temel öğesi olan geriden kısa paslarla oyun kurulumuna hemen her seferinde engel oldu. Maçın yayıncısı Sky Sports’un 06:47’de gösterdiği aksiyon alanları grafiği, bu periyodun en iyi özeti gibi. Büyük anlamlar çıkarmak için çok kısa bir süre olsa dahi, topun %54 oranında City’nin yarı alanında ve %43 oranında orta alanda kalmış olması benim açımdan dikkate değer bir veriydi.
Sakatlanan James Milner’ın oyundan çıkacak olması sebebiyle maçın ilk kez uzun bir süre durduğu 29. dakikayı referans noktası olarak kabul ettim ve o ana geçen süreyi ikiye böldüm. Biraz daha detaylandırmak gerekirse, Liverpool’un üstünlük periyodunun son hücumu 16:08’deki Salah’ın savunma arkası koşusu olarak değerlendirilebilir. Bu andan sonra ise çok daha stabil ve ikinci yarı başlayana dek sürecek, City’nin kontrolünde geçen bir oyun seyrediyor. Buradaki ‘kontrol’ önemli bir kelime olabilir, nitekim ilk yarı sonunda iki takımın toplamda yalnızca üç şutu vardı ve bunlardan hiçbirisi kaleyi bulmamıştı. Bu ilk kaotik periyodun ardından iki takım da hemen hemen hiç hata yapmadan birbirlerinin yaratıcı güçlerini başarıyla kısıtladılar: City, Liverpool’un merkezi alanlarda top kazanarak hızlı hücumlar gerçekleştirmesine izin vermedi, ama bunun için de kendi oyun kurulumundan ödün vermek zorunda kaldı; bu, dolaylı bir yoldan da olsa Liverpool’un City’i zorladığı bir durumdu. Maç sonu açıklamasında, Virgil van Dijk da benzer bir analiz yapıyor:
“Bize karşı daha tedbirli davrandıkları açıktı ve bana kalırsa onlardan bu şekilde saygı görmeyi hak etmiştik. Ama yine de pres yapmaya devam ettiler ve kendi oyunlarını oynamaya çalıştılar. Biz onlar için işleri zorlaştırdık, onlar da zaman zaman bizim için.”5
Manchester City, benim yapay bir biçimde ayırdığım bu ilk on dört dakikalık bölümde üçüncü bölgede yalnızca 1 pas yapabildi. Mahrez’in ikinci dakikada ofsayta düştüğü kontra atak pozisyonunu saymazsak, gerçek anlamda rakip yarı sahaya geçebildikleri ilk an yedinci dakikada Sterling’leydi. O da çok kısa bir süre içinde, yüzünü dönmesine izin verilmeden engellendi. Benim hesaplamalarıma göre, ilk başarılı oyun kurulumu sekansları 11:20’de başlıyor ancak sol kenarda istasyon olmak üzere top alan Agüero’nun sert pasıyla isabetsiz bir şekilde sonlanıyor. 12:55’te Fernandinho’nun ilk kez rakip yarı sahada top kazanması sonrası Sterling’in taşımasıyla bir korner kazanıyorlar ve sanırım yavaş yavaş Liverpool’un presinin kırılmaya başlaması bu an ile oluyor. 14. dakikadan 29. dakikaya kadarki süreçte ise, Manchester City’nin 117 pasına karşılık Liverpool’un 48 pasını göreceğiz. City bu dönemde üçüncü bölgede 20 pas yapmayı başaracak ve maç da esas ritmine girmiş olacak. 30 ila 45 arasındaki bölümü ayrıca incelemeye değer görmüyorum; bu bölüm, 14-29 arasında yaşananlardan pek de bir farklılık göstermiyor.
Peki City oyun kurulumu esnasında Liverpool’un presini kırmayı nasıl başardı? Bunu anlatabilmek için öncelikle Liverpool’un pres oyunundan bahsetmek gerekir. Emre Özcan’ın yaptığımız son podcast’te6 kullandığı köpek balıkları benzetmesi bence çok iyi bir başlangıç noktası. Liverpool’un ön üçlüsü bilerek ve isteyerek rakip stoperlere basmıyorlar, ancak top bu oyunculardan merkezdekilere geçer geçmez hem iki kenar oyuncusu hem de bir gerilerindeki üçlü blok, hepsi birden o topu alan oyuncunun çevresine toplanıyor, köpek balıkları gibi, ve bu şekilde kazandıkları toplarla ani çıkışlar gerçekleştiriyorlar.
The Times gazetesinin maç öncesi yaptığı çok değerli bir analiz vardı.7 Liverpool’un geçtiğimiz sezon City’i mağlup ettiği üç maçtaki golleri incelemişler ve bu gollerin en geç sürede geleni, topu kazandıktan sonra 14 saniyeyleymiş. Bu gollerin bir de diseksiyonuna baktığınızda şunu görüyorsunuz: altısı rakip yarı sahada ve merkezde kazanılan toplarla başlamış; kalan ikisi Liverpool yarı alanında başlıyor ve sonuncusu yine rakip yarı alanında, fakat bu kez taç çizgisine yakın bir yerden topu kazanma sonrası. Aşağıda, maçın ilk çeyreğinden tipik bir Liverpool baskısını, başarıyla topu kazanmalarını, fakat hücumu sonuçlandıramamalarını izleyeceksiniz:
Video analysis for a piece I’m writing about Liverpool’s pressing. The perception is that our pressing is high & crazy, but instead it’s clever, deeper & measured. #lfc pic.twitter.com/2kibAM15pf
— Distance Covered (@DistanceCovered) October 9, 2018
City’nin bu baskıyı kırmaya yönelik ürettiği çözüm, oyunu istikrarlı olarak kanatlar üzerinden kurmak oldu. Bu hiç de yapmayı sevdikleri bir şey değildi, Pep de maç sonunda bu durumdan bahsetti. “İyi oynayabilmeniz için topun merkeze gelmesi gerekli. Topu kanattan kanada gönderirseniz iyi oyun kurabilme şansınız yok” dedi. Ama City kendi proaktif oyunundan taviz verme pahasına maç öncesinde tam da bunu gerçekleştirmek üzere planlar yapmıştı ve ilk çeyrekteki presi kırmalarının ardından, Liverpool’u istikrarlı bir biçimde kendi oyunlarının içine ittiler.
Maça kağıt üzerinde dörtlü savunma ile başlamış gibi görünüyorlardı ama Kyle Walker oyun kurulumunda sürekli iki stoperin yanına gelerek o bölgeyi üçledi. Mendy ise aynı şekilde sürekli olarak sol çizgide kaldı. Mahrez ters kanatta, fakat daha ileride pozisyon alarak Mendy’nin rolünün bir benzerini üstlendi. Pep, bu maçta tek pivot oynamaktan vazgeçmiş; Fernandinho’nun yanında Bernardo’ya da yer vermişti. Aslında son oynadığı Liverpool deplasmanında da aynısını yapmış ve orada De Bruyne’ü kullanarak sürpriz bir 4-2-3-1’yi tercih etmişti.8 Bernardo bu olağanüstü zor görevi -merkeze gelen topları alma, saklama ve uygun pası atma görevini- belki de De Bruyne’den daha iyi gerçekleştirdi. Sanırım bu övgü, onu maçın en parlak oyuncusu seçmeye yeterli. City’nin geriden oyun kurulumlarında maç boyunca çok tipik bir şekilde ilk paslar Stones’un ayağında toplandı ve Pep’in gerektiğinde orta sahada pivot olarak dahi kullandığı Stones ile bu sezonki prensi Bernardo arasındaki iletişim, City’nin oyunu kontrol edebilmesinde en önemli faktör olarak ortaya çıktı. Maçta en fazla pas kombinasyonuna giren iki oyuncunun, 20 pas ile Stones-Bernardo olduğunu görmek açıkçası hiç de şaşırtıcı değil.
“Evet, oyunu yavaşlatmaya çalıştık. Eğer hızlı oynarsak onlar bizden çok daha iyiler.
Yaratmak istiyoruz, ama onlar bu tip durumlarda sizin hata yapmanızı kolluyorlar. Geriden oyun kurmayı, oyuncularımıza boş alan yaratmayı seviyoruz; fakat eğer Anfield’da açık bir oyun oynarsanız, ya da Liverpool’a karşı açık bir oyun oynarsanız, yüzde bir dahi şansınız yok.
Riyad’ın vereceği ekstra paslarla veya Bernardo’nun merkezden vereceği ekstra paslarla oyunu kontrol ettik. Bu temele sahip olmak önemliydi.
Fakat sahayı dikine kat etmede Liverpool bizden çok çok daha iyi. Onlar dünyada bu geçişleri, savunmadan hücuma geçişleri en iyi yapabilen takım. Dünyada bu açıdan onlardan daha iyi bir takım yok; çünkü bu takım bu işi yapmak üzere kuruldu. Jürgen’in hissettiği bu.” – Pep Guardiola
Gerektiğinde kalecisini de bir saha içi oyuncu olarak kullanabilen City, böylece Liverpool’un öndeki üçlü hattına karşı üç stoper ve bir kaleciden oluşan dört kişilik bir tim kurdu. Bu hattan öne doğru paslar çok yüksek oranda ya Bernardo’ya ya da soldaki Mendy’e çıktı. Liverpool’un üçlü blokları birbirine yakın ve merkezi durduğu için Mendy sürekli olarak solda serbest oyuncu olarak kalıyor; City’liler topu Mendy’e aktardığı vakit ise, eğer böyle bir fırsatları varsa, aniden sol koridor üzerinden hızlanıyorlardı. Wijnaldum veya Salah onun önünü erken kapadıysa top tekrar merkeze, son istasyon olarak Stones’a dönüyor; Stones, eğer bu döndürme işini hızlı yapabildilerse, merkezde nispeten top alabilecek fırsatı olan Bernardo’ya veriyor ve süreç tekrar başlıyordu.
Bu yapıda David Silva’nın rolü de ilginçti; çünkü kağıt üzerinde bir 10 numara olarak başlamasına karşın, Michael Cox’un da dikkat çektiği üzere9 maç boyunca hemen hemen hiç merkezde top almamış olacaktı. Silva, top hangi kenardaysa o kenara gitti ve orayı çokladı. Bu açıdan yine Michael Cox’un 2010 yılında değinmiş olduğu bir konsept olan central winger rolüne10 uyuyor denebilirdi. Aynı şekilde, forvet oyuncusu da sürekli kenarlara geldi ve buralarda duvar olarak kenar oyuncusuna pozisyonlar hazırlamaya çalıştı. City’nin maçtaki en net iki pozisyonu bu şekilde geldi. İlkinde, Agüero 60. dakikada göğsüyle topu Silva’yı indirdi ve o da Mahrez’i son savunmacıyla bire bir bıraktı. İkinci bire birde ise Gabriel Jesus sırtı dönük şekilde topu saklayıp yine Silva’ya aktardı, bu kez bire biri Sane oynayınca Van Dijk’ın penaltı yapması gerekti. City, hücum olanaklarını bilinçli ve gerekli olarak kısıtlamış olmasına karşın maçı kazanabilecek fırsatları yaratmıştı. Ama o gol gelmedi.
Burada son olarak Emre’nin bugünkü yazısında anlattığı11 Liverpool dönüşümünden bahsetmek gerekebilir. Rekabetin son ayağında roller o kadar birbirine girdi ki, kontra atak yapan ve penaltı kazanan bir City ve topa sahip olan ama üretemeyen bir Liverpool izledik. İşte size şaşırtıcı gelecek bir detay: Oyuncuların ortalama savunma pozisyonlarını karşılaştırdığınızda, Liverpool’un aynı hafta içinde oynadığı Napoli ve City maçlarında rakiplerin pozisyonları hemen hemen üst üste geliyor.12 Dörtlü blokları kurmayı bu işin en iyisi Arrigo Sacchi’den öğrenen ve bu bilgilerini gerektiği yerde, gerektiği şekilde kullanma konusunda usta olan pragmatizm üstadı Ancelotti ile Pep’in Klopp’a karşı benzer stratejiler uygulamaları sahiden de ilginç bir detay. Pep’le oynadığı iki maçı da kazanan Carletto, kontra atak oyununu oynayabilme ve eleme usulü maçları geçme konusunda şüphesiz ki en başarılı isimlerden biri. Dolayısıyla biraz da Liverpool’un bu yeni girdiği yapıda, rakiplerin sürekli ama sürekli geriye yaslanması sonucu zoraki olarak girdiği topa sahip olma oyununda neleri geliştirebileceğinden bahsetmemiz gerekebilir. Nitekim City yalnızca geride çok iyi durmadı; aynı zamanda gerekli anlarda, çok iyi ve istikrarlı olarak pres de yaptı. Ve Liverpool’un buna verecek bir cevabı olmadı.
Man City’nin ikinci bölgede kurduğu duvarı pas veya dribbling üzerinden aşamayan Liverpool -çoğunlukla Salah’a olmak üzere- uzun toplar üzerinden üretim yapmak zorunda kaldı. Salah’ın topsuz koşuları ve Firmino’nun alan değiştirmeleri birtakım opsiyonlar sağlamış olsa da, ön üçlü arasından en yetersiz görüneni Sadio Mane’ydi. Özellikle bu tip maçlarda, ya da en azından belli sekanslarda, Philippe Coutinho’yu arıyor olabilirler. Ama eğer o kadar geriye gitmemiz gerekmezse, Oxlade’i de aramış olabilirler. Bu maçta Bernardo’nun zaman zaman gösterdiği topla çıkışları Liverpool orta sahasından yapabilen biri yok gibiydi. Tam olarak bu özellikleriyle transfer edilen Naby Keita’nın adaptasyon süreci ise devam ediyor olabilir ve geri döndüğünde bu anlamda katkısı büyük olacaktır. Şimdilik, ondan beklenenin ne olduğunu tam olarak kestirememiş veya henüz ona ait bir rol bulunamamış gibi duruyor. Nitekim oyuna girmesinin ardından, oyun kurulumunda yaklaşık bir yıldır Milner’a ait olan görevi yaptığını13 ve Robertson’ı sol öne atmak için stoperlerin arasına sokulmaya çalıştığını gördük. Topla (Oxlade) veya topsuz (Gini Wijnaldum) öne sıçrayışlara daha fazla fırsat veren sağ iç rolü sanki onun için daha uygun olabilir. İleri üçlüye hem yeni bir oyuncunun katılmayacağını hem de bu sabit oyuncuların profil olarak çok fazla değişmeyeceğini varsayarsak, Liverpool’un evriminin büyük ölçüde orta üçlü üzerinden gerçekleşeceğini varsayabiliriz. Geçen sezonun ikinci yarısındaki çıkışın da Milner ve Oxlade’in takıma girişleriyle paralel olduğunu unutmamak gerekir. Klopp, muhtemelen bu sezon da en dengeli yapıyı sezonun ikinci yarısında keşfedecek.
Rekabette son durum Pep Guardiola 5 – 2 – 8 Jürgen Klopp oldu. Ama İngiltere’deki maçlar için konuşacak olursak, 5-0 kazandığı maç da dahil olmak üzere, Pep’in Klopp’u bu denli zorladığı bir başka maç yoktu denebilir. Pep’in 3-0 kaybettiği son deplasmanda kullandığı 4-2-3-1 dizilimini bu maçta da kullanması ve çok benzer bir stratejiyi tercih etmesi, hocanın skora bakmaksızın planına olan güveniyle açıklanabilir. O maçta farklı olan yalnızca De Bruyne değil, aynı zamanda sağ kenarda İlkay’ın kullanılmış ve solda sıklıkla Sane’nin bire birlerinin aranmış olmasıydı. Silva o gün de bir central winger gibi oynamış, fakat bariz bir biçimde sol tarafa daha sıklıkla yanaşmıştı. Mahrez transferini yapan ve Sterling’i de sol kanada atan Pep, böylece o günküne kıyasla daha disiplinli bir savunma ve daha iyi bir kontra atak takımına sahip oldu; bu açıdan da o günkü planıyla bu kez daha iyi bir uygulama ortaya çıkardı.
Bu maç başlarken, benim aklımdaki soru “Pep’in hamlesi acaba ne olacak?” idi. Bir sonraki maç için ise “Acaba Klopp ne yapacak?” diye düşünüyor olabilirim. İki takım arasındaki karşılaşmalar günden güne daha yakın bir hâl alıyor ve üstünlük şu an sanki bir parça Pep’e geçmiş gibi görünüyor.
İzlemeye devam edeceğiz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane