Olli Mäki’nin En Mutlu Günü‘nü (The Happiest Day in the Life of Olli Mäki veya Hymyilevä mies) geçenlerde sınırlı özel gösterimlerinden birinde izleme şansı buldum. 2016’nın en beğenilen Avrupa filmlerinden biriydi kendisi, zaten Cannes Film Festivali’ndeki Un Certain Regard ödülünü almıştı. Birçok olayın yüzeysel geçilmesi, kendi istediği konulara daha çok odaklanmak elbette yönetmenin hakkı olsa da, bence başka bazı kritik konuların derin işlenmemesinin, izleyicilerin neden sonuç ilişkisi kurmasına yardımcı olabileceğini düşündüm filmi izledikten sonra. Yani çok güzel bir hikayeyi çok aşırı odaklı anlatması belki biraz genel resmi görmemize engel olmuş gibi. Ama yönetmene fazla kızamıyorum, çünkü filmin adı bile Olli Mäki’nin “en mutlu gününe” işaret ediyor. Mäki o günle ilgili olarak “iki kez nakavt olmuştum” diyor yıllar sonra, hem ringdeki yenilgisine, hem de ömrünün sonuna dek eşi olacak Raija’ya yaptığı evlilik teklifine atıfta bulunarak. Ve filmde de temelde o iki nakavtı görüyoruz zaten. Ben siyah-beyaz bir boks filmine giderken beklentilerimi muhteşem Raging Bull‘a göre oluşturduysam, bu benim hatam olsun. Hem filmin başrolündeki Jarkko Lahti’nin bu rol için iki yıl boyunca, Olli Mäki’nin boks antrenörü oğlu Pekka’yla çok sıkı bir çalışma ve antrenman süreci geçirdikten sonra bu performansı ortaya koyduğunu da belirtmek gerekir. Yönetmen Juho Kuosmanen’in ilk uzun metrajlı filmi kesinlikle başarılı, bunu göz ardı etmek istemem, beklediğimden farklı bir boks filmi olmuş.
Dediğim gibi, filmin biyografik yönü makro değil mikro boyutta. Raging Bull‘da Jake LaMotta’nın ringdeki ve ring dışındaki hayatı her yönüyle işlenmişti. Olli Mäki ve Davey Moore’un hayat hikayelerinin birçok parçasını kendiniz arayıp bulmak durumundasınız. Ben filmi izlemiş olanlara ve iki figürün öncesini ve sonrasını merak edenlere böyle bir ekstra bilgi yumağını sunmak istedim. Aslında bana bu yazıyı yazdıran birinci neden filmin konusu, yönetmenin konuyu işleyiş şekli veya Mäki’nin hikayesi değil. Filmdeki küçücük bir sahne ve Davey Moore’un başarılı ama çok talihsiz yaşam hikayesi beni bu satırları yazmaya itti. Hatta Davey Moore ile kaderleri sonsuza dek kesişmiş Sugar Ramos’unki de yazıda yerini bulacak…
Olli Johan Oskari Mäki, Finlandiya’nın batısında küçük bir şehir olan Kokkola’da doğup büyümüş. Bugün Kokkola’nın nüfusu 50 bin bile değil. “Kokkola Fırıncısı” lakabını buradan alıyor. 1959’da 60 kg’da Avrupa şampiyonluğunu kazanmış. Aslında yarışabilse madalya kazanabileceği 1960 Roma Olimpiyatları’na katılması siyasi nedenlerden dolayı engellenince profesyonelliğe geçiyor. Siyasi neden de Mäki’nin ülkedeki sendikalarla yakın ilişkisi olan TUL (Finlandiya İşçileri Spor Federasyonu) üyeliğinden ayrılmamasıymış. Bu olay sonunda profesyonel oluyor, 10 civarında profesyonel maça çıktıktan sonra, hırslı menajeri eski boksör Elis Ask’ın çabalarıyla dünya tüy sıklet şampiyonluğu için Davey Moore ile bir maç ayarlanıyor. Gerçek sıkleti olmamasına rağmen tüy sıklete olağanüstü bir gayretle düşebiliyor.
17 Ağustos 1962 günü Helsinki Olimpiyat Stadı’nda Finlandiya topraklarındaki ilk dünya şampiyonluğu unvan maçı oynandı. 23463 kişi maçı izlemek için toplanmış. Bu sayı, halen Finlandiya spor tarihinde en yüksek seyircili boks organizasyonu olarak zirvedeki yerini koruyor. Bu maçla ilgili Finlerin ne kadar umudu vardı açıkçası bilmiyorum, profesyonel boksta oldukça tecrübesiz Mäki’nin, 64 profesyonel maçta 55 galibiyeti bulunan ve unvanın sahibi olan Moore’a karşı pek bir şansı yokmuş zaten. Ama -ne kadar doğrudur bilmiyorum- bazı Finlerin maçın açık havada, akşam vakti, nispeten soğuk bir havada oynanacak olmasının Mäki’ye bir avantaj getireceğini düşünmesi bana çok tanıdık geldi. 31 Ekim 1984’te Türkiye’nin Finlandiya’yla yapacağı 1986 Dünya Kupası eleme maçının Antalya’ya alınması, soğuğa alışkın rakibin sıcaktan mayışmasını umarak yapılmış bir tercihti. Sonuç olumlu olmadı tabii, Finlandiya maçı 2-1 kazandı.1 Finler de o gün “Maç biraz uzasaydı Moore zorlanırdı” demişler ama kalite farkının bu kadar bariz olduğu bir ortamda fazla iyi niyetli bir düşünce bence. Sonuçta Mäki daha ne olduğunu anlamadan 2 rauntta teknik nakavtla kaybediyor, ama hayatının sonuna dek ayrılmayacağı hayat arkadaşı Raija’yı kazanıyor da diyebiliriz. 1973’e kadar boks yapmayı sürdürüyor ve sonrasında da yaşayıp gidiyor. Zaten son derece sakin, saygılı, iyi niyetli, şöhret peşinde koşmayan, huzurdan başka bir şey aramayan, profesyonel olsa da “profesyonelliğin gerekleriyle” uzaktan yakından alakası olmayan bir adam olduğu çok belli… Film zaten Mäki’ye odaklı, izleyenler fikir sahibi olmuştur kendisiyle ilgili. Davey Moore’u biraz daha mercek altına almak gerekiyor bence.
David S. Moore, yani 1933’te Lexington, Kentucky’de 9 çocuklu bir ailenin çocuğu olarak doğan, Springville, Ohio’da büyüyen Davey Moore, genç yaşta boksla tanışıyor. Olli Mäki’yle yaptığı maçtan 10 yıl önce Finlandiya’ya gelmiş aslında. 1952 Helsinki Olimpiyatları’nda 3. tura (çeyrek final) çıkmayı başarıyor. 1 yıl sonra da profesyonel oluyor. 1959’da Dünya tüy sıklet şampiyonluk unvanını alıyor ve ölene kadar elinde tutuyor. Nasıl öldüğünü birçok kişi biliyordur. Mäki’yi nakavt ettikten sadece 7 ay sonra Los Angeles’ta Kübalı Sugar Ramos’a karşı unvan maçına çıktı Moore. 10. raundun sonlarında Ramos’un sert yumruklarına karşı koyamadı, yere düştü ve düşerken kafasını alttaki çelik destekli iplere çarptı.2 Bu darbe, beynindeki ölümcül hasarın nedeniydi.3 Moore rakibinin müthiş agresif oyununa rağmen raundu bitirdi, ancak maçın hakemi 11. raundu oynatmadan Ramos’un maçı kazandığını ilan etti. Moore soyunma odasına kadar yürüdü, hatta basına hem ringde hem de soyunma odasında dakikalarca demeç verdi, bir sonraki karşılaşmalarında Ramos’u mutlaka yeneceğini bile söyledi. Ancak kısa süre sonra fenalaştı ve girdiği komadan hiç çıkamadı. 3 gün sonra hastanede hayatını kaybetti. Eşi Geraldine kocasını, beş çocuğu babasını kaybetti. Bu olay ABD’de büyük bir infial yaratsa da aradan geçen 50 yılda, ne boks yasaklandı, ne de boks gibi çeşitli spor müsabakalarında ölenler son buldu. Zaten o yıllarda ringlerde boksörlerin ölmesi alışılmadık değildi. Daha bir yıl önce Kübalı Benny Paret ringde aldığı darbelerde hayatını kaybetmişti, o sırada koma halinde hastanede yatan Arjantinli Alejandro Lavorante ise bir yıl sonra hayatını kaybedecekti. Fakir insanların hayatını kurtaran son çareyse bu meret, bir modern gladyatörlük sisteminden başka ne anlama gelir böyle profesyonel sporlar, ben pek bilemiyorum açıkçası.4
Bu olay üzerine genç Bob Dylan, “Who Killed Davey Moore”5 şarkısını yazdı, başka şarkıcılar da benzer şarkılar yazdılar. Bugün şunu çok iyi biliyoruz ki Moore’u Ramos öldürmedi. Her ne kadar 4 yıl önceki bir maçta Jose “Tigre” Blanco adlı bir başka Kübalı boksörün ölümüne neden olduysa da, Moore’u o öldürmedi. Küba’nın Matanzas kentinde yine fakir bir ailenin 11. çocuğu olarak Ultiminio Ramos adıyla doğan,6 ringlere atılabilmek için yaşını küçülterek boksa başlayan, ülkesinde birçok maç kazandıktan sonra Fidel Castro’nun Küba’da profesyonel boksu yasaklamasıyla ailesini, kız arkadaşını ve iki çocuğunu bırakıp Meksika’ya yerleşen, burada kendine yeni bir aile ve hayat kuran, 21 yaşında Moore’un karşısına çıkan ve 50 yıl Küba’ya dönemeyen Ramos’un kaderi de Moore’dan pek farklı değil. Ringde canını veren rakibi değil, kendisi de olabilirdi.7 İster kader deyin, ister ihmal, ister bu genç insanların sırtından para kazanan simsarların açgözlülüğü, ister başka bir şey. Sporun sağlıklı yaşam amacıyla alakası kalmadı nasıl olsa, parasız insanların canını ortaya koymak için nedenleri olduğu sürece, endüstriye dönmüş sporlardan inanılmaz paralar kazananlar var olduğu müddetçe ölenler de olacak.
Ölümünden 50 yıl sonra, Moore’un memleketi Springfield’da bir heykeli dikildi. Törene Moore’un ringdeki son rakibi Ramos da katıldı ve Moore’un eşi ve çocuklarından bir anlamda son kez özür diledi. Moore’un ailesi ise onu affedeli çok olmuştu zaten. Davey Moore’un eşi Geraldine, bu törenden sonra demiş ki: “Davey Moore’u kimse öldürmedi. Trajik bir olay yaşandı, suçlanacak kimse yok.” Ben buna kısmen katılabilirim, Davey Moore’u birileri öldürdü ama o kişi kesinlikle Sugar Ramos değildi.8 Bahisçiler, menajerler, basın ve hatta seyircilerin hepsinin payı olabilir, ama Ramos’un değil.
Yazının başında bahsettiğim sahneye gelince… Maçın ardından sporcuların ve davetlilerin katıldığı bir eğlence düzenleniyor. Raija gitmeyi öneriyor ama Olli biraz daha kalmak istiyor. Ortamı şöyle bir süzüyor: menajerler konuşuyor, şarkılar söyleniyor, herkes eğleniyor gibi görünüyor. O sırada Moore giriyor kadraja, tek başına ve sessizce sahneyi izliyor. Çok kısa bir an ama belki de Olli’nin kafasındaki son şüphe kırıntısını bu sahne siliyor. Olayın merkezinde olması gereken iki kişiden başka herkes bir şeylerin hesabını yapıyordu o an ve Olli bence o anda anlıyor: Hiçbir şey kendi hayatından, isteklerinden, mutluluğundan daha değerli değildi. Hemen ardından kalkıyor ve menajerinin hiç de onaylamamasına rağmen salondan ayrılıyor müstakbel eşiyle. Moore’u endüstrileşme yolunda emeklemekte olan sporun ve talihsiz bir geleceğin kucağında yalnız bırakarak… Filmi izleyenler, evet doğru bildiniz, bu sahneden hemen sonra Olli ile Raija’nın deniz kenarında yürüdükleri sahnede yanlarından geçen yaşlı çift, Raija’nın arkalarından bakarak “Biz de böyle olacak mıyız?” dediği çift, gerçek Olli ve Raija Mäki’den başkası değil.
Mäki o gün maçı kaybetti belki ama uğruna başka hiçbir şeyi umursamadığı eşiyle mutlu bir hayat yaşadı, bugün 80 yaşının üzerinde ve her ne kadar Alzheimer’ın son safhalarında olsa da hala hayatta. Filmi defalarca izlemiş, ama filmdeki olayları pek hatırlayamamış eşinin söylediğine göre maalesef. Yine de o günden sonra defalarca eşiyle birlikte suda taş sektirdi ve -kendisi şimdi pek hatırlamasa da- eşiyle birlikte güzel bir hayatı oldu. Moore o maçı kazandı ama profesyonel boks, eşiyle ve çocuklarıyla yaşayacağı mutlu bir hayatı elinden aldı. Hayatını, hatta toplumdaki yerini kazandığı, daha doğrusu ailesine iyi ve itibarlı bir hayat sunma fırsatını sağlayan ringlerde hayatını verdi, hiçbir paranın karşılığını veremeyeceği hayatını. O günlerde siyah bir Amerikalı olarak belki yumruklarından başka güvenebileceği bir şeyi yoktu, ama eminim ki eşiyle ve çocuklarıyla yaşayabileceği belki mütevazı ama sağlıklı olduğu bir hayatı tercih ederdi.
Hayat çok garip gerçekten. Ölüm de öyle…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane