İsveç’e gelmek için hazırlık yapmaya başladığımda, her gezimde olduğu gibi, gittiğim yerlerde ve orada bulunacağım tarihlerde bir futbol maçı olup olmadığını araştırmıştım. Dönüşümden önceki son gün Stockholm’de AIK-Gefle maçını gözüme kestirmiştim. Seyirci ortalamasının çok yüksek olmadığını ve bilet satan resmi sitede hala bol miktarda bilet bulunduğunu görünce bileti stadyumdan almaya karar vermiştim.
O gün saat 15:00’te başlayacak maçın oynanacağı, Stockholm şehir merkezinin biraz kuzeyinde kalan Solna’daki 30 bin kişilik Friends Arena’ya gelmeden önce yine şehrin değişik bölgelerinde son görmek istediğim yerlere uğrarım ve bunu yürüyerek yaparım deyince geç kaldım, stada ancak maça 15 dakika gibi bir zaman kala varabildim. (Stadın dibindeki Solna tren istasyonuna bir sürü SL ve SJ treni var, insanlar genelde bu yolu tercih ediyor.) Ortalık görmeye alıştığım maç öncesi ortamlarına göre o kadar sessizdi ki, stada en alakasız yerden girdiğim için, stadın önüne düşene dek tarihleri karıştırdığımı düşünüyordum. Formalı insanları ve maç afişini görünce ikna oldum. Yine de beklediğim kalabalık yoktu, belki de geç kaldığım için, bilemiyorum. Bilet gişelerine giderken çok turistik ve aranan halimi anında fark eden bir abimiz İngilizce “Bilet mi arıyorsun?” dedi. Evet deyince “Al sana bilet, 100 kron” dedi (yaklaşık 35 TL), biletin misafir bileti olduğunu, hangi kapıdan gidileceğini falan anlattı. En ucuz kale arkası biletlerinin 150 kron olduğunu maça gelmeden önce öğrenmiştim. Kendimi bir anda Ankara Atatürk Spor Salonu’nun önünde, Telekom maçlarından önce kendilerine beleş gelen davetiyeleri satan Ankaragücü amigolarıyla konuşuyormuş gibi hissettim. Göçmene benzeyen bu abimiz, artık nereden eline geçmiş bilmem, benden başka birine bilet satabildi mi onu da bilmem, sonunda beni ikna etmeyi başardı. Maçın başlamasına çok az kalmıştı, biraz pazarlık etsem eminim daha da düşerdi ama o yorgunlukla ve maça az kalmış olmasından doğan baskıyla ağzımı açamadım, İsveç’teki belki de tek yasadışı işime imza atmış oldum. Ama kapıda biletin barkodunu okutana dek acaba sahte bilet mi aldım, bilet sahte çıkarsa oradakilere derdimi nasıl anlatırım diye de düşünüp durdum.
Bileti aldıktan sonra hemen içeri girmek üzere kapıya gittim. Genlerim ve kirli sakalım sonucu tam bir Ortadoğulu gibi görünmeme, sırtımdaki kocaman seyahat çantama rağmen hiçbir şey sormadılar, üstümü aramadılar girişte. Kale arkasının sahaya çapraz bakan kısmındaki “davetiyeli” yerime oturduğumda, etrafımda sadece çoluk çocuk ve velilerin oturduğunu gördüm. Sanırım davetiyeler futbol okullarına kayıtlı çocuklara ve ailelerine veriliyordu, çünkü büyük kısmında altyapı takımlarının eşofmanları bulunuyordu. (Biletin üzerinde gäst yazıyordu, İsveççe misafir demekmiş.) Yerime oturduğumda maç öncesi seremoni bitmişti, o esnada hızla etrafa göz gezdirdim. Tribünlerin tamamı böyle bir maçta dolmayacağı için üst balkonlar siyah perdelerle kapatılmıştı, kalan yerlerde bile büyük boşluklar vardı. Stada biraz göz gezdirdim, 10 bin’den biraz fazla seyirci olacağını düşündüm (resmi rakama göre 13,056 kişi olduğu duyuruldu maç içinde). Tribünde tezahürat yapan tek topluluk, benim yakınımdaki kalenin hemen arkasına konuşlanmış 200 kadar simsiyah giyinmiş, flamalar sallayan, başlarındaki 2-3 tane megafonlu amigonun yönlendirmesiyle tüm maç boyu bağıran bir taraftar grubuydu (Black Army), diğer tribünler onlara pek katılmadı. Golün dışında tüm tribünlerin birlikte hareket ettiği tek bir an yaşandı, o da 27. dakikaydı. Üç yıl oynayıp kariyerini AIK formasıyla bitirdikten sonra, 2013’te geçirdiği kalp krizi sonucu 32 yaşında hayatını kaybeden Hırvat kaleci Ivan Turina’nın giydiği 27 numaralı formanın anısına tüm tribünler ayaklandı ve hep bir ağızdan Turina’ya tezahürat yaptılar. Sonuçta sorunsuz çalışan Wi-Fi ağı, düzgün zemini, rahatça yerleşilen tribünleri ve jumbotron’uyla hakikaten maç izlemeyi, ilgili ilgisiz herkesin gelip keyif alabileceği bir etkinlik olarak sundukları da gerçekti. Bir refah memleketinden de başka türlüsünü bekleyemeyiz herhalde. Bunlar dışında saha kenarlarında çok az top toplayıcı ve fotomuhabir vardı, İsveç’in her yerine yayılmış o verimlilik kaygısının, kaynakları doğru kullanma düşüncesinin oraya bile yansıdığını ister istemez düşündüm maç içinde.
Ligde 3. sırada olan, ama şampiyonluk yolunda Malmö ve Norrköping’in biraz gerisinde kalmış AIK ile düşme hattının orta yerindeki Gefle’nin maçından pek bir kalite beklemiyordum zaten. Yine de ortasahalarda çok rahat adam eksiltilen, savunmaların hatalar yaptığı ve forvetlerin de pozisyonları beceriksizce harcadığı bir maç da beklemiyordum. AIK üstün oynadı ama Gefle de geldiği her pozisyonda tehlike yarattı. Maçta gol olacakmış gibi bir hava yoktu ama. Sadece AIK’in sol açığında görev yapan Ganalı Patrick Kpozo, topu ayağına her aldığında seyirciyi biraz olsun heyecanlandırabildi. Özetle AIK coşkulu ama dağınık, Gefle ise daha disiplinli ama yeteneği kıt bir görüntü sergiledi. Arkadaşlarıma maçın 20. dakikası gibi mesaj atıp canlı bahis oynayan varsa alt oynamalarını bile tavsiye ettim.
İkinci yarıda da AIK biraz daha baskılı oynadı ama forvetlerde pek iş olmadığı için gol olması şansa bağlıymış gibi görünüyordu. Sadece Fin forvet Eero Markkanen’in bir kafası direkten döndü. Pek bir aksiyon olmayan maçtan sıkılan etrafımdaki çocuklar birbirlerine patlamış mısır fırlatmaya başlamışlardı bile. Sonunda 81. dakikada Gefle savunmasından seken topa hareketlenip kaleciyle karşı karşıya kalan Markkanen yakın mesafeden düzgün bir vuruşla golü attı. Golden sonra Gefle bastırsa da başka gol olmadı ve 1-0 bitti. Stadyum gayet hızlı bir şekilde boşaldı, AIK oyuncuları ise Black Army’nin olduğu kaleye gelerek “oley” çektirdi.
Son derece sakin ve seviyeli geçen bu maçın ardından daha güzel bir fırsatı kaçırmış olabileceğimi düşündüm. Altı gün öncesinde, yani Stockholm’e indiğim gün ilk iş şehrin güneyindeki harika mezarlık-park Skogskyrkogården’a gitmiş, dönüş yolunda her tarafımda Hammarby formalı insanlarla karşılaşmıştım. Şehrin güneyinde Hammarby’nin yoğun taraftarı olduğunu, stadın da yakın olduğunu biliyordum, bu nedenle insanları takip ederek Tele2 Arena’ya doğru yollandım. Gerçekten o maçın öncesinde seyircilerle yürürken Türkiye’dekine çok yakın bir atmosfer olduğunu fark etmemek olanaksızdı; bağıran taraftar grupları, yeşil formalarıyla her taraftan çıkıp stada doğru akan seyircileriyle coşkulu bir ortam vardı. Hammarby’nin 23 bin seyirci önünde Örebro ile oynayıp 1-1 berabere kaldığını sonradan öğreneceğim bu maça girmeyi ciddi şekilde aklımdan geçirsem de yol yorgunluğum galip geldi ve “AIK maçına giderim” diyerek vazgeçtim. AIK maçından sonra bunu hatırladım ve hayıflanmadım desem yalan olur. İsveç’in en yüksek taraftar ortalamasına sahip takımının, muhtemelen ülkenin en ateşli taraftarıyla birlikte maç izleme şansını teptiğimi ise yine Türkiye’ye döndükten sonra öğrenebildim. Stockholm’ün Gençlerbirliği’ni izlemektense Ankaragücü’nü izlemeyi sanırım tercih ederdim şimdiki aklım olsa. (Passolig olmasa Türkiye’de tam tersini yaparım, o ayrı.) Yine de kendi naçizane futbol maçı koleksiyonuma bir ülkeyi daha eklemiş olmak, futbola eğlencenin ötesinde fazla anlam yüklemeyen tuzu kuru taraftarlarla birlikte yeni ve teknolojik bir stadyumda, daha beceriksiz forvetlerin gol aradığı bir Hollanda Ligi klonu hissi yaratan bir ligin maçını izlemek de şikayet edeceğim bir deneyim değildi açıkçası.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane