Bir yaz turnuvasını daha Hornby ile karşılayalım; en büyük yıldızların bile beklentileri karşılayamadığı, herkesin kaybetmekten çok korktuğu, maçların hakemi aldatmak için yapılan hareketlerin gölgesinde kaldığı, çok az gol/çok fazla kart olan bir şampiyonadan dert yanmıştı 2010’da The Believer’a yazdığında. Ve şöyle bir şerh düşmüştü: “Tüm bunlara rağmen, gerçek anlamda bir işiniz yoksa bir Dünya Kupası gününün ritmine rakip olabilecek bir şey yoktur.”1
Gerçek anlamda bir işim yok, maçları izliyorum. Hatta bu sefer, hazır da evdeyken, ilk grup maçlarının tamamını seyretmeyi kafama koydum. Şampiyonaya katılan 24 ülke sırayla ilk perdelerini sahnelerken, ben de televizyon ekranının karşısındaydım. Ve sanırım, aylak futbolseverler olarak altı yıl önceye göre daha şanslıyız.
Ama önce biraz şikayet edip sıramı savmış olayım. Çünkü şampiyonaların ilk haftasında şikayet etmek gerekir.
Maçları yine devvv-let kanalımızdan izliyorum. Yalçın Çetin ve biraz biraz Hünkar Mutlu dışındaki spikerlere tahammül etmek çok zor. Devre arası yayınlarından öngörü, içgörü ya da uzgörü beklemeyi çoktan bırakmıştık, bu kez stüdyoya girip çıkanların komedi katsayıları da çok düşük. Bunlardan şikayetçiyim.2
TRT Fransa ’98 için Suat Sungur ve horozlu bir program hazırlamıştı. 14 senedir onun üzerine çıkamadılar.
— Cem Pekdogru (@pekdogru) June 8, 2012
Atahan Altınordu’nun şu yazısındaki girizgah, hafızanın imajlar ve enformasyonla yorulması üzerine bir kez daha düşünmeye itti beni. Euro 2012’de atılmış gollerin hiçbirini hatırlamıyorum. Sebebi futbolcuların artık daha çirkin goller atması değil elbette. Ulus Baker’in “genelleşmiş bir Tourette Sendromu” olarak naklettiği şeyle alakalı. Ama tek suçlu, sosyal medya ya da sosyal medyayla bütünleşik yeni maç izleme pratiklerimiz olamaz. Görülen ilk ‘güzel’ hep daha büyüleyicidir; görünün tazeliği kadar biricikliği de mühimdir. Bence bu şampiyona, şimdiden, yeni çocuklar için yeni kahramanlar yaratmaya başladı. Bu açıdan 2004 veya 2012 ile kıyaslanmayacak vaatler taşıdığını belli etmesi için beş gün yetti. Zihninizde şöyle bir imaj var; sizin eski odanızla kıyaslandığında bir uzay mekiği gibi görünen modern-odasında oturup duran modern-çocuk, her gün YouTube’da izlediği gol videolarından sonra Payet’in golüne tepki bile vermiyor. Bu imajın gerçekliğinden emin değilim, modern-çocuk bence aradaki farkı anlayabilir ve yirmi yıl sonra romantize edecek bir yaz turnuvası aradığında Fransa’yı hatırlayabilir. Payet, “gerçek” bir kahraman. Sahada her şeyi yapmaya muktedir gözüküyor ve nihayet sol ayağından olağanüstü bir vuruş çıkardıktan sonra kenara geldiğinde gözyaşlarına boğuluyor. Sonra Bale var, o biraz çizgi-kahraman ama henüz onuncu dakikada Slovakya kalesine bir ateş topu yolladığında, eliyle kalp işareti yapacak çok fazla hayranı olduğuna eminim.
Beş gün içinde çok güzel goller atıldı. Bazılarını unuttum bile, artık çocuk değilim. Atahan da haklı. O yüzden şimdilik sosyal medyanın “zaman akışlarını” kendimden biraz uzakta tutmaya çalışıyorum. Televizyon ekranına bitişik nizam değil de, “mücavir bir alan” olarak tanımladım Twitter’ı. Uzun maç analizleri de okumuyorum. Dört yıl sonra Payet’in golünü hatırlamak istiyorum.
İkinci şikayetimse bu şampiyonanın sınırlarını aşan bir şikayet; tek kişilik başlama vuruşlarını sevmedim. 1 Haziran itibarıyla yürürlüğe giren yeni oyun kurallarına göre, artık ilk topu rakip sahaya oynamak zorunda değilsiniz.3 Bu da futbola yeni bir fenomen getirdi bile. Copa America’dan sonra Euro 2016’da da arkadaşını eliyle defedip santrayı tek başına yapan oyuncular gördük. Kuzey İrlanda’nın şampiyona tarihindeki ilk santrasını yapmanın Steven Davis’e yakıştığını söyleyebilirsiniz. Fakat ertesi gün Alvaro Morata aynısını yaptığında, züppece bir görüntü gibi geldi. Morata’nın bu işte bir günahı yok tabii, kendisi çok da sevdiğimiz bir topçudur. Ama bir maçı başlatmak için iki kişiye ihtiyaç duyulması da oyunun kanıksadığımız güzelliklerinden biri olabilir. Santranın metafiziğiyle ilgili bir makale yazmak bana düşmez, belki Tanıl Bora çoktan yazmıştır… Ne ki takımınızın şampiyonluk sezonunda santraya yürüyen ikilileri dün gibi hatırlıyor ve bunu yapmayı sürdürmek istiyor olabilirsiniz. Birbirlerini pek de sevmedikleri bilinen uzun santrforunuzla kısa yardımcısı, o anda bir iletişim kuruyorlar mı? Yoksa elleri bellerinde, gözlerini birbirlerinden kaçırmayı mı tercih ediyorlar? Kötü bir ilk devreden sonra, sadece santraya bakıp ümitlenen ya da ümidini başka bir maça bırakanlar da vardır. Diyelim ki gol çizgisi teknolojisi oyunu iyileştiriyor ve bu konuda gelenekçilik yapmak çok ayıp. Bari santramızı rahat bırakın.
Şikayetlerim bu kadar.
Yeni şampiyona formatı herkesi endişelendirmişti. Yalnızca sekiz takımın dışarıda kalacağı grup aşamasında, ana planını üç tane 0-0’ı dizip toplayacağı 3 puanla kendini en iyi üçüncüler arasına atmak üzerine kuracak olası takımların listelendiği felaket senaryoları düzüldü.4 Biz de işaret edilen bu takımlara dikkat kesildik, bir yanlışlarını kollar olduk. Şimdilik Michael Cox’ın distopyası uzak görünüyor, emin ellerdeyiz. İlk maçı hatırlayın. Fransa çoğu kişiyi tatmin etmezken, “açılış maçlarındaki tutuk favoriler” mitini kısa tutup Romanya’nın terazisine tıklamak gerek. Arnavutluk, Slovakya, Macaristan, hatta Ukrayna’ya da bir özür borçlu olabiliriz.5 Sadece Rusya, Çek Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda’nın yanlarına birer ünlem işareti koymuşum. Ruslar ve Çeklerin başka bir planları olup olmadığını ikinci maçlarda daha iyi göreceğiz. Sanki Çek Cumhuriyeti, hücumda çözümler yaratmakta berikine kıyasla daha mahir olabilecekmiş gibi. Kuzey İrlanda’nın nazını da çekebiliriz, en azından 270 dakikalığına. İşi ayak kırmaya vardırmasınlar yeter. “Liberté, Égalité, Lafferté!”
Michael Caley’nin ham xG (expected goals, beklenen gol sayısı) verilerine göre, Kuzey İrlanda bile iyi bir şey yapabilmiş.6 Oyunun direksiyonunu teslim ettikleri Polonya’yı ufak bir açmaza sürüklediklerini, rakip takımın oyun üstünlüğünün yanında sönük kalan 1,2’lik xG’sinden çıkarabiliriz. Almanya’ya zorluklar yaşatmasını umduğumuz Polonya hücumu da McAuley-Evans-Cathcart üçlüsünü hava toplarında sınamaktan daha incelikli bir yol bulmak için o kadar beklememeliydi.
Meraklısı için, Caley’nin (her model gibi itirazlara açık) modelinden tüm maçlar için çıkan xG skorları aşağıdaki gibi olmuş.7 Her şey şut kalitesinden ibaret değil elbette ama bunlara bakıp hiç de yok yere ümitlenmediğinizi, Portekiz’in ne kadar da şanssız olduğunu falan söyleyebilirsiniz. Sonra ikinci maçta aynı şanssızlık tekrarlandığında, Caley’yi takip etmeyi bırakırsınız.
Fransa: 1,4 (2) – Romanya: 1,3 (1)
Arnavutluk: 0,9 (0) – İsviçre: 1,4 (1)
Galler: 0,9 (2) – Slovakya: 1,0 (1)
İngiltere: 1,0 (1) – Rusya: 0,2 (1)
Türkiye: 0,5 (0) – Hırvatistan: 2,1 (1)
İspanya: 2,1 (1) – Çek Cumhuriyeti: 0,3 (0)
Polonya: 1,2 (1) – Kuzey İrlanda: 0,1 (0)
Almanya: 1,9 (2) – Ukrayna: 0,6 (0)
İrlanda Cumhuriyeti: 0,5 (1) – İsveç: 0,5 (1)
Belçika: 1,0 (0) – İtalya: 1,7 (2)
Avusturya: 0,6 (0) – Macaristan: 1,2 (2)
Portekiz: 2,3 (1) – İzlanda: 0,9 (1)
Sahaya ve sahadan taşan yukarıdaki gibi şeylere biraz daha dikkatli baktığımızda; bu beş günün, bize kıta futbolunun –kıta basketbolunun aksine– milli takımlar düzeyinde 24 takımlı bir şampiyonayı kaldırabileceğini gösterdiğini de savunabiliriz. Bu performansları UEFA’nın geçenlerde Kosova’yı 55. üye ülke olarak içeri buyur ettiği bilgisiyle birlikte düşününce, eskinin o G-16 durumu biraz elitist gelmiyor mu? Herkes futbol dilinde asgari müştereklerde buluşmuş, belli bir standart yakalanmış. “Acaba Bundesliga’nın hangi orta sıra takımında oynuyormuş?” dediğiniz Macar orta saha oyuncusu, topu ayağına aldığında size sık görmediğiniz bir şey sunabiliyor. Zaten “Bunlar da mı gelmiş?” dediğiniz takımların bazısı da eleme gruplarında Fransa biletini herkesten önce kapmıştı.
Bununla birlikte, Fransa hala netameli bir yer. Saha dışını konu alan felaket senaryolarının da gerçeğe dönüşmemesi ümidiyle bu yazıyı noktalayayım.
GOALIE LIKE THE CLIFF FACE AT DYRHÓLAEY THE ONLY THING THAT WILL DESTROY HIM IS CENTURIES OF COASTAL EROSION. #ISL #Euro206 — Reykjavík Grapevine (@rvkgrapevine) June 14, 2016
Ama önce… Madem her maçı izledim, NİYE ALTIN KARMA YAPMIYORUM?
Kaleci: İsviçre’den Yann Sommer. (Rakip kaledeki aksi de fena değildi, ancak kaleciliğin yedi ölümcül günahından birini görmezden gelemeyeceğim. Hannes Halldorsson’un hokey kurtarışını da unutmayacağım ve yukarıdaki hesabı İzlanda maçlarını izlerken yakınımda tutacağım. Bir de Petr Cech.)
Sağ bek Hırvatistan’dan Darijo Srna. (Antonio Candreva’yı düşündüm ama Jan Vertonghen biraz alık günündeydi sanki.) Sol bek İsveç’ten Martin Olsson, kayınçolardan yetenekli olanı. (CR7 son frikiği çocuğa bıraksaydı, Raphaël Guerreiro maç kazandıran golüyle girebilirdi burayaCR7 olmazdı.) Tandeme Jerome Boateng ve Leonardo Bonucci’yi alıyorum.
Önlerine güzel bir sürpriz olduğu için (Granit Xhaka yerine) László Kleinheisler’i yazıyorum, tabii ki Sayın Toni Kroos ile birlikte.
Forvet arkası üçlüye Dimitri Payet, Wes Hoolahan (WESSI!) ve Luka Modrić’i yerleştirdim. (Üçüncü Hırvat olarak Ivan Perišić de kapıyı zorladı. Eric Dier bu işi kıvıracak, Bartosz Kapustka da şöyle yamacımıza bir yerlere gelsin. Jeff Hendrick’in de bir Premier League transferi yapması iyi olur.)
İleride diğer pozisyonlara göre daha az adayım var ama buradan modern futbol taşlaması devşirmeyeceğim. Graziano Pellè diyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane