Skip to content

Kaybedenler Kazanınca

Tarihin arka odasına kilitlenmiş iki franchise, 2015 finallerinde buluştu. Don Nelson, Craig Ehlo, Ted Stepien ve Todd Fuller bir yerlerden izliyor.

Cleveland Cavaliers’ın play-off mazisi çok parlak değildir. Resmin büyük bölümünü zafer kutlamaları değil de, hayal kırıklıkları oluşturur. Cleveland şehrinin spordaki bahtsızlıkları meşhurdur keza. Son elli yılda bu şehrin herhangi bir takımı majör sporlarda şampiyon olamadı. Birçok kez de kendilerinin kontrolünde olmayan engellere takıldılar. Bu konuda bloglar açıldı, maniler bestelendi, ünlü yazarlar makaleler döşedi. Tanrı Cleveland’dan nefret ediyor dendi hep. Şampiyon olamama laneti hala geçerliliğini koruyor ama işin basketbol tarafında Tanrı’yla buzlar eridi diyebiliriz herhalde. LeBron James gibi bir adamın piyangodan kendilerine çıkması, ardından kaybedip geri almaları, o esnada gelen diğer 1. sıra seçimleri derken Cavaliers için 2000’li yıllarda şanssızlıktan söz etmek çok mümkün değil.

Golden State Warriors da öyle NBA’in baba camialarından değil. Aslında Warriors franchise’ının farklı isimlerle önemli başarıları mevcut, ancak bu başarılar Kore Savaşı dönemlerinden kalma. Bizim neslin bildiği Warriors, bırakın şampiyon olmayı, play-off’a bile çok nadir kalırdı. Don Nelson’ın çözülmesi zor takımları dışında iyi bir kadro kurabildiklerini hatırlamıyorum hiç. Nelson takımları da hiçbir zaman şampiyonluk adayı olmadılar, play-off’a renk getirmelerinden fazlası hiçbir zaman beklenmedi onlardan.

Bu sebeptendir ki bu finale birçok NBA seyircisi gibi ben de sıcak bakıyorum. Yıllardır izlemekten bıktığımız ya da izlemeye doyamadığımız o klasik takımların yerine çok uzun zamandır şampiyon olamamış, hatta şampiyonluğu tehdit edememiş takımlardan birinin kupayı alacak olması, kendi kendini yenileyebildiğini, 3-5 takımın tekelinde olmadığını iddia ettiğimiz NBA için de güzel bir referans olacak. Son 30 yılın şampiyonlarını hatırlamak hiç zor değil mesela, çünkü hep aynı takımlar arasında dönüyor. Houston, Chicago, San Antonio, Lakers, Boston, Detroit, Dallas, Miami. Evet, hepsi bu kadar. Hatta 1983 şampiyonluğu sebebiyle Philadelphia’yı da işin içine katarsak, 1980’e kadar inebiliriz.

Peki bu iki takım neyi doğru yaptı da bambaşka bir final çıktı ortaya?

Bir önceki paragrafta şampiyonluğu tehdit edememiş takım kategorisine soktuğum Cleveland Cavaliers’la ilgili itiraz dilekçeleri yazılmaya başlamadan açıklama yapayım. Bu vesileyle bu iki güzide franchise’ın tarihlerine yapacağımız geziyi de buradan başlatabiliriz. 2006-07 sezonunu hatırlayan çoktur. LeBron’un ilk kez efsanevi bir oyuncu olduğunu kanıtladığı sezon desem abartmış olmam herhalde. Zaten önceki yıl da sinyallerini veriyordu ancak 2007 play-off’larında bu durum ayyuka çıktı. İlk turda o zamanki ezeli rakip Washington Wizards 4-0 ile geçilirken, ikinci turda New Jersey Nets kendilerine biraz problem çıkarsa da 4-2 ile orayı da geçiyorlar ve Doğu’nun o dönemki ağası Detroit’in karşısına dikiliyorlardı. Bir sezon önce 3-2 öne geçip seriyi 4-3 vermenin burukluğunu atmak ve intikamını almak için iyi bir fırsattı.

İlk iki maçı evinde Detroit aldı, ancak maçları izlediğinizde bir şeylerin ters gittiğini anlayabiliyordunuz. Öyle ki ben de o noktadan sonra seri bitene kadar her maç Cleveland’a handikap bahsi yapma kararı aldım ve işe de yaradı. Hatta handikaba da gerek yokmuş, zira Cleveland bir daha maç kaybetmedi ve final biletini kaptı. Hepimizin hatırında kalan o meşhur beşinci maç ise LeBron’u tüm zamanların en iyileri arasına sokmak için yeterliydi. Burada asıl dikkat edilmesi gereken konu, LeBron gibi birçok sefer kendi atmak yerine doğru hücumu oynamayı tercih eden ve bu sebepten eleştiri de alan bir adamın neden takımın son 30 sayısının 29’unu atma ihtiyacı hissettiğidir. Kadronun geri kalanını inceleyelim biraz. Eli yüzü düzgün yegane dış skorer Larry Hughes ki o da Detroit serisinde %34’le 7 küsur sayı ortalama tutturdu. LeBron’un güvenebileceği yegane adam artık içi geçmiş Zydrunas Ilgauskas idi. Seride takımın en skorer ikinci adamı bench’ten gelen Boobie Gibson’dı ki bundan birkaç sene sonra Gibson’ı ne arayan oldu ne soran. Üçlük atmaktan başka kayda değer bir özelliği yoktu zaten ve o zamanın NBA’inde spacing ve köşe şutörleri şimdiki kadar önemli değildi. Yine de LeBron’un iyi üçlükçülerle birlikte oynayınca nasıl bambaşka bir adam olduğunu gösteren güzel bir doneydi. Sonraki yıllarda Miami bu vaziyeti çok iyi kullandı ve daha sonra Cleveland da ikinci kez Lebron’u aldıktan sonra aynı trendi takip etti. Kadroda başka kimler mi vardı? Genç ve mücadeleci bir Varejao, kafadan kırık bir Gooden, Donyell Marshall ve Aleksandar Pavlovic gibi kısıtlı ama mecburiyetten süre alan adamlar. Kendine Mr. Basketball diyen ama pek alakası olmayan Damon Jones’u da unutmayalım. Takımın başında ise şimdilerde taşak muhabbetlerinde kullanılan ve NBA’de hiçbir takımda head coach’luk yapamayacağı tescillenen Mike Brown. Orta mesafeden topu potaya zor yetiştiren Eric Snow da oradaydı değil mi ya, neredeyse unutuyordum.

LeBron James daha sonrasında Miami’yle şampiyonuklar kazandı, “winner” olmayı öğrendi, en zor anda mental olarak kendini hazırlamayı becermeye başladı, ama benim için hala en iyi LeBron sezonu şu bahsettiğim sezondur, Cleveland’ın o takımını finale taşımak bence eşi benzeri nadir görülecek derecede önemli bir başarıydı. Sonraları Antawn Jamison, Shaq gibi kadroyu güçlendirme, LeBron’un etrafında iyi kadro oluşturma girişimleri oldu, ancak tamamı nafileydi. Kadro hep yetersiz kaldı ve favori girdikleri sezonları hüsranla tamamladılar.

İlginçtir, Golden State Warriors’ın da 1994-2012 yılları arasındaki tek play-off’u Lebron’un tavan yaptığı 2006-07 sezonuna denk geldi. Madem otuz senede bir play-off’a kalıyoruz, bari değişik bir şeyler deneyelim diyerek eşleşmesi son derece zor, çoğu kez beş dış oyunculu bir sistem yarattılar ve Baron Davis önderliğinde tüm zamanların en önemli sürprizlerinden birine imza attılar. Aynı LeBron’un götünüzü silmeyeceğiniz o kadroyu finale çıkarması gibi, Warriors’ın sezonun flaş takımı Mavericks’i ilk turda elemesi de kolay açıklanamayacak oranda sürpriz bir başarıydı benim için. Önce Nowitzki’nin MVP’si boğazına kaçtı, ardından kariyerine müthiş başlayan ve önemli bir basketbol beyni olacağa benzeyen Avery Johnson’ın kovulması gerçekleşti. Hepsi kurt hoca Don Nelson’ın eseriydi. Eski yardımcısını ve eski oyuncularını fena mat etmişti. Avery Johnson daha sonra iş buldu ama fiyakası bozulmuştu artık. Şimdilerde NBA’e geri dönüşü mümkün görünmüyor.

İzlemesi son derece eğlenceli olan Warriors 2007, maalesef “one hit wonder” olmaktan öteye gidemedi, ve şu an sahip oldukları çekirdeğin temellerinin atıldığı 2012’ye kadar bir daha play-off yüzü göremedi. Çekirdeğin protonlarını, nötronlarını daha sonra inceleyeceğiz. Ama önce biraz nostalji diyorum ve sizleri zamanda yolculuğa davet ediyorum.


Sene 1947. İkinci Dünya Savaşı henüz bitmiş ve Amerika savaş galibi olarak müthiş bir refah içerisinde. BAA diye bir şey çıkıyor o arada, çoğu insan ne olduğunu bile bilmiyor muhtemelen. O karambolde Warriors adı verilen takım kupayı götürüyor. O zamanlar Philadelphia’da ikamet eden Warriors, NBA’in ilk yıllarının üst düzey birkaç takımından biri olarak nam salıyor. Daha sonra ligin ismi NBA oluyor ve 1956’da yine Warriors şampiyon oluyor. Finalde yendiği rakibin adı Fort Wayne Pistons. Günümüzle hiçbir ilgisi olmayan, yakında başlayacak 2015 finallerine hiçbir katkısı olmayan bilgiler bunlar gördüğünüz gibi.

Warriors nihayet Batı’ya taşınıyor ve San Francisco’ya yerleşiyor. 64 ve 67’de iki tane final oynasalar da Bill Russell’a takılıyorlar. 60’lı yıllar için San Francisco özel bir yer tabii. Hippi akımının vuku bulduğu, sevgiyle tüm problemlerin aşılabileceğinin kanıtlandığı, asi gençliğin kazanmaya ilk kez bu kadar yaklaştığı dönemlerden bahsediyorum. Hunter S. Thompson’ın Fear and Loathing in Las Vegas‘ta yaptığı betimlemeden alıntı yapmayanı dövüyorlar tabii bu konudan bahsederken.

“It seems like a lifetime, or at least a Main Era — the kind of peak that never comes again. San Francisco in the middle sixties was a very special time and place to be a part of. Maybe it meant something. Maybe not, in the long run… but no explanation, no mix of words or music or memories can touch that sense of knowing that you were there and alive in that corner of time and the world. Whatever it meant…”

 Yaptık, kurtulduk.

Warriors, sonrasında bir kez daha şehir değiştirse de bu kez çok uzağa gitmiyor ve Oakland’a taşınıyor. Takımın adını da Golden State koyuyorlar. Tüm California eyaletini temsil etsin diye altın eyalet diyorlar takıma. Yoksa Golden State diye bir kasaba falan yok yani. İşin garibi 2016’da yeni salon inşaatı başlayacak ve 2018 civarı takımın tekrar San Francisco’ya taşınması bekleniyor. Muhtemelen ismi de eskiye dönecek.

Golden State Warriors ismiyle 1974-75 sezonunda franchise’ın üçüncü şampiyonluğu kazanılıyor. Rick Barry’li, Jamaal Wilkes’li takım önemli bir süprize imza atarak dönemin süper güçlerinden Bullets’ı 4-0’la süpürüyor ve daha bir 40 sene daha (and counting) şampiyon olamayacaklarından habersiz taraftarlarını sevince boğuyor. Evet bu sene Warriors’ın son şampiyonluğunun 40. yıl dönümü. Hepimize kutlu olsun.

Warriors’ın hatırı sayılır başarılar elde ettiği bu dönemde Cavaliers daha yeni NBA’e katılmıştı ve ligde kendine yer edinmeye çalışıyordu. 1971’de 1. sırada seçilen Austin Carr liderliğinde, Bill Fitch koçluğunda, daha sonra gelen Nate Thurmond gibi şık eklemelerle iyi bir dönem geçirdiler. Bu dönemde yazının başında bahsettiğim o meşhur bahtsızlıkların basketbol ayağı da başladı. 1976’da onlara “mucize takım” deniyordu ve bu lakabı hak edecek kadar mucizevi maçlar kazandıkları epik bir Washington serisi oynadılar. Yedinci maçı 4 saniye kala attıkları bir basketle kazanarak seriyi geçtiler ama bu esnada önemli sakatlar verdiler ve Doğu finalinde Boston’a kaybettiler. Yaşı tutan Cleveland taraftarı arkadaşınız ya da dedeniz varsa sıkıştırın, anlatsın o dönemi. Söylenene göre birçok Cavaliers taraftarı, sakatlıklar olmasa o sezon kesinlikle şampiyon olacaklarını düşünüyormuş.

Mucize devam etmedi, hatta birkaç sene içinde takım öyle bir dibe vurdu ki, 1980-83 dönemi hala önemli bir espri konusu olarak ortamlarda kendine yer bulmaktadır. Bu dönem takımı satın alan Ted Stepien’ın takımı sirke çevirmesi ve birinci tur haklarını saçma sapan takaslarla göndermesi sonucu, NBA yönetimi olaya el koyarak üst üste iki yıl ilk tur draft hakkını takas etmeyi yasakladı. “Ted Stepien Rule” olarak bilinen ve hala geçerliliğini koruyan kurala göre örneğin 1998 ilk tur draft hakkını takas ederseniz, 1999 ilk tur hakkını takasta kullanamıyorsunuz. Son dönemlerde New York Knicks’ten James Dolan da Stepien’ı aratmayacak bir performans göstererek draft haklarını dağıtırken, en azından bu kural sayesinde New York hala az da olsa oyuncu seçebiliyor.


Benim hafızamdan anlatabileceğim en eski Cleveland takımı ise 1993-94 sezonundan. Mark Price, Brad Daugherty ve Larry Nance gibi klas oyunculardan kurulu, Mike Fratello yönetiminde enteresan bir takımı vardı Cleveland’ın. İşler yolunda giderse sürpriz bir şampiyonluk adayı olarak bile değerlendirilebilirlerdi belki, ama tabii ki işler yolunda gitmedi ve Nance ile Daugherty sezonun büyük bölümünü ve devamında da play-off’ları kaçırdı. Hatta bir dönem Price da sakattı ve Murat Murathanoğlu, Fast Break‘teki yazısında durumun vahametini şöyle anlatacaktı: “Efes Pilsen’den Petar Naumoski, Larry Richard ve Tamer Oyguç’un oynamadığını hayal edin, işte Cavaliers’ın durumu bu.” Ama yine de sezonu 47-35 bitirerek play-off oynamayı başardılar. Tabii ilk turda belalıları Chicago gelince pek şansları olmadı. Bu Chicago’da Jordan yoktu belki ama Pippen’ın liderliğinde gayet sert bir takım vardı ortada.

Belalı demişken Jordan-Cavaliers ilişkisine de değinmeden etmeyelim. 80’lerin sonundan az önce anlattığım 94 civarlarına kadar Cavaliers’ın oldukça umut vadeden bir kadrosu vardı. Çekirdeğini az önce saydığım adamların oluşturduğu takımın ilk dönemlerinde Craig Ehlo, Hot Rod Williams, Ron Harper gibi kaliteli oyuncular vardı. Gizli contender hüviyetleri Fratello’dan önceki Lenny Wilkens döneminde de mevcuttu. 1989’da ilk turda Chicago’ya 3-2 elendiler. Seriyi bitiren, Jordan’ı zıp zıp zıplatan meşhur “The Shot”ı anlatmaya gerek yok herhalde. 1990’da bu kez Philadelphia’ya yine 3-2 ile boyun eğdiler. 1991’de play-off’u kaçırdıktan sonra 1992’de yine Chicago’ya, bu kez konferans finalinde yenildiler. Bir sene sonra değişen bir şey olmadı ve yine Chicago’ya, bu kez konferans yarı finalinde elendiler. 1994’teki Chicago mağlubiyetini zaten başta söyledim. Yani çok iyi bir oyuncu grubu ve takım kimyası yakaladıkları dönemde sürekli olarak Jordan ve Pippen’a takıldılar. Tanrı’nın Cleveland’ı sevmediğinin bir başka kanıtı olarak sunulur bu durum bar muhabbetlerinde.

90’ların başında Golden State’in de sempatik bir takımı vardı. İki takımın iniş ve çıkış sezonlarının belli ölçüde birbirine paralel gitmesi de enteresan. Ben de yazarken fark ettim bunu. Birinci Don Nelson döneminden bahsediyorum tabii. “Run TMC” dönemi olarak da bilinir. Tim Hardaway, Mitch Richmond ve Chris Mullin yalnızca iki sene birlikte oynadılar ve bunun bir kısmında Hardaway henüz yeni yeni kendini buluyordu. Yine de bu üçlüyü bugün bile bilmeyen yoktur. 1990-91 sezonunda üçü toplam 72.5 sayı ortalaması tutturdular ve play-off’a kaldılar. Hatta David Robinson’lı Spurs’ü sürpriz biçimde eleyerek ikinci tura bile kaldılar. Bir sonraki sezon Don Nelson, daha sonradan büyük bir hata olduğunu itiraf edeceği bir takas yaptı ve Mitch Richmond’ı Billy Owens karşılığında Sacramento’ya yollayarak üçlüyü bozdu.

Hızlı tempo, dış skorerler, ikinci planda bırakılan savunma Golden State için zamanla bir ekol haline geldi. TMC ayarında bir dış skorer grubu bulamadıkları için bu sistem Baron Davis’li, Jason Richardson’lı, Stephen Jackson’lı ikinci Don Nelson dönemine kadar başarı getirmedi. Sonrasında da yine izlemesi zevkli ama lotaryaya mahkum bir takım olarak devam ettiler. Bu süreçte Latrell Sprewell, Gilbert Arenas, Monta Ellis gibi durdurulması zor ama takım oyununa çok yatkın olmayan oyuncular geçti ellerine. Draft haklarını iyi kullanamadılar. Chris Webber gibi bir süper yıldızı elden kaçırdılar. Todd Fuller’ı Kobe Bryant, Steve Nash, Jermaine O’Neal gibi adamlara tercih ettiler. Tracy McGrady dururken Adonal Foyle’u seçtiler. 1997’de görevine başlayan Garry St. Jean verdiği acayip kontratlarla öne çıktı. Foyle, Dampier ve Fortson’a verilen büyük kontratlar yüzünden Arenas’ı Washington’a kaptırdılar. Chris Mullin GM olduktan sonra daha eli yüzü düzgün bir takım ortaya çıksa da Jason Richardson, Troy Murphy, Mike Dunleavy gibi adamlara fazla inandılar ve hiçbir başarı elde edemediler. Savunma yapmama ve haldır huldur hücum etme anlayışı devam ediyordu. Oyuncular değişse de sistem değişmedi. Takımın başına getirilen basiretsiz koçlar hiçbir zaman ipleri eline alamadı.

Cavaliers’ın da LeBron öncesi ve sonrası oldukça sancılı dönemleri oldu yakın geçmişte. 2007’de NBA finali oynadıktan sonra bir daha aynı noktaya gelememeleri, Boston’a diş geçiremeyen LeBron James’in başta Cleveland taraftarı olmak üzere tüm basketbolseverlerin kalbini kırarak Miami’ye gitmesi ve bunu bir medya şovu haline getirmesi onları çok sarstı. Kendilerine LeBron James’i bahşeden Tanrı’yla araları yine bozulmak üzereydi. Ama Tanrı boş durmadı ve LeBron’un Miami’de geçirdiği dört senede lotarya kurasını üç kez Cleveland kazandı. Bu, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şans örneğiydi. Bana kalırsa draft hakları oldukça kötü kullanıldı ve şu an ellerinde bu üç ilk sıra seçimi karşılığında Kyrie Irving ve Kevin Love var. Love belki sezon sonunda gidecek ve elde sadece Irving kalacak. Love zaten şu an sakatlığı sebebiyle oynamıyor ve dediğim durum şimdiden gerçekleşti aslında. Ama o aralıkta öyle bir şey oldu ki, değil üç belki 10 tane birinci sıra hakkına bedel bir adam olan LeBron James geri döndü. Bu, hakikaten bir mucizeydi.


İşin özü şu ki, Cleveland öyle yönetim başarısıyla ya da 4-5 yıllık müthiş planlamalarla, sistemler oturtarak bu noktaya gelmedi. Değişen tek şey LeBron James’in paşa gönlüydü ve bu sayede aniden şampiyonluğun birinci favorisi haline geldiler. LeBron’un olduğu her takım şüphesiz ki şampiyonluk favorisidir.

Golden State Warriors’ın finale gelişi ise son derece takdire şayan bir durumdur. Öyle ki şu an Cleveland’ı favorilikten ettiler ve sezonun başından sonuna şampiyonluğa en çok yakıştırılan takım oldular. Run-and-gun mentalitesinden sıkı savunma yapan dengeli bir takıma evrilmeleri ise şaşırtıcı derecede kısa bir sürede gerçekleşti. Yılların hastalığını Mark Jackson’ı koçluğa getirerek tedavi ettiler. Mark Jackson hücum işinden pek çakmasa da takımın yıldız skorerleri dahil herkesi savunma yapmaya zorladı. Hatta Monta Ellis’i müzmin sakat Bogut karşılığı yollayarak önceliğin savunma olduğu mesajını net bir şekilde verdiler. Bu dönemde draft haklarını da çok iyi kullanarak şimdilerde Splash Brothers olarak bilinen Stephen Curry ve Klay Thompson’ı çıkardılar. Yetmedi ikinci turda Draymond Green gibi bir cevher buldular. Sürekli yanlış yapmasıyla nam salan Warriors yönetimi seri şekilde doğru hamleleri art arda sıralayarak bir anda play-off abonesi bir takım yarattı. Geriye tek bir şey kalmıştı, o da takımı seviye atlatacak bir koç. Mark Jackson iyiydi ama bir yandan da kötüydü. Oyuncular üzerinde gereğinden fazla bir etkisi ve kontrolü vardı. Din ve spor işlerini birbirine karıştırıyordu.

Golden State yönetimi cesur bir hamleyle başarılı koçlarını göndererek takımı çaylak bir koça, Steve Kerr’e emanet etti. Ve olan oldu. Sadece bu sezonun değil, tarihin en iyi takımlarından biri olarak anılıyorlar. Bu sene olmasa da birkaç sene içerisinde şampiyon olamamaları sürpriz olacaktır. Bu ifadeyi kullandığımız birçok takım da asla şampiyon olamamıştır, orası ayrı.

Bu iki camianın finale gelişlerinin kısa tarihi işte böyle. Kimin kazanacağı hakkında net bir yorumda bulunamıyorum. Gönlümden Cleveland geçiyor, LeBron’un borcunu ödemesini istiyorum. Cleveland lanetinin sona ermesini istiyorum. Öte yandan son 2-3 yıllık dönemi düşünürsek daha çok hak eden taraf Golden State ve onların kazanması kimseyi üzmeyecektir. Son iki senedir hangisi kazanırsa kazansın üzüldüğüm finallerden sonra ilaç gibi geldi bu final. Herkese iyi seyirler diliyorum.