Skip to content

İstanbul Mucizesi

Tüm zamanların en büyük geri dönüşü, yakın geçmişin en dramatik finali, ya da “sadece” Liverpool tarihinin en önemli maçı. O mucizeyi aktörleri ve tanıklarından okuyun.

Rafael Benitez: Bunca yıl sonra bile hala her hafta mesajlar alıyorum. Bazıları evime mektup gönderiyor, bazıları e-mail atıyor, bazıları internet sayfama yorum bırakıyor. Her gün en az iki ya da üç, çoğu zaman daha fazla. Bazıları bir formayla, atkıyla, ya da başka bir hatırayla birlikte geliyor. Bazıları İspanyolca, bazıları İngilizce yazıyor.

Tüm anlatılanlar kişisel, ama pek çoğunda ortak bir cümle var; ya başında, ya sonunda. Hepsi hayatlarında yaşadıkları en güzel gün için bana teşekkür ediyor. Cevabım hep aynı oluyor: “Bence ‘Evlendiğim günden sonraki en güzel gün’ deyin; hani eşiniz etraftaysa sizin için daha hayırlı olur.”

ŞAMPİYONLAR LİGİ MÜZİĞİ

Çetin Cem Yılmaz: 2004 yılının sonunda Şampiyonlar Ligi finalinin biletleri satışa çıkmak üzereydi. Aslında maça gitmek çok aklımda değildi, ama arkadaşım Sarp beni gaza getirdi. Eh, geçen günlerde efsanevi bir golle gruptan çıkmıştı bizim takım, ama ilerisi için şansımız pek yüksek görülmüyordu. Hatta net hatırlıyorum, Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için bahis oranlarında sekizinci sıradaydı Liverpool, Valencia ile birlikte.

– O müziği canlı canlı duymak için bile değmez mi ya?

– E tamam madem ya, gidelim.

Önce kayıt yaptırıyorsun, sonra kabul edilirse bileti alıyorsun. Tam hatırlamıyorum ama 50 euro gibi bir fiyatı olsa gerek, o zamanın parasıyla 90 lira. İki arkadaş daha, Mustafa ve Eren, sözleştik; dört kişi finale gidecektik.

Bayer Leverkusen turu tahminimden rahat geçti: 3-1, 3-1. Juventus başka bir mevzuydu. Cannavaro, Thuram, Buffon, Ibra, Del Piero: Hepsi en iyi zamanında. Anfield’daki ilk maça müthiş baskıyla başladı takım, önce Hyypia attı, sonra Luis Garcia’nın olağanüstü vuruşuyla 2-0 oldu. Carson’ın hatasıyla 2-1 bitti, ama o gün içimden bir ses bu yolun uzayacağını söyledi. Dönüşte müthiş bir savunma, Cannavaro’yu bile ağlatan bir 0-0’lık sonuç. Nedved “Bu turu geçen finale gider” demişti. Tur gelince iyice ışık yanmış oldu.

Jamie Carragher: Anfield’daki Juventus maçından sonra ilk defa kupayı kazanmaya aday olduğumuzu fark ettim. Eğer Traore, Biscan, Le Tallec, Nunez ve çaylak bir kaleciyle sahaya çıkan bir takım Buffon, Cannavaro, Nedved, Thuram ve Ibrahimovic’li İtalya şampiyonunu yenebiliyorsa, her şey mümkündü.

garcia

Yılmaz: Yarı finalde Chelsea ile oynayacaktık. Ligde şampiyonluğu çoktan garantilemiş, bizim takıma da 35 puan fark atmışlardı. İlk maç deplasmanda 0-0 bitmişti ama içerideki maç da zor olacaktı. Rafael Benitez’in bir demeci umut vermişti: “Eğer sezon başında gelip, ‘Anfield’da Chelsea ile tek maç, kazanırsan finaldesin’ deselerdi düşünmeden kabul ederdim.” 3 Mayıs 2005 gecesi, iki İngiliz takımı arasındaki en büyük maçlardan birisine sahne olacaktı.

Benitez: Maçtan önce oyunculara şöyle dedim: “Bu gece kaybedecek bir şeyiniz yok. Favori Chelsea. Herkes onları konuşuyor. Ne olursa olsun, oyun planına sadık kalın. Taktiğimiz aynı. Ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz. Konsantrasyonunuzu kaybetmeyin, bir saniye bile.”

Steven Gerrard: Kop, o akşam Roman Abramovich’e paranın her şey olmadığını göstermemizi istedi. Bunu parayla tarihin karşılaşması olarak görüyorlardı: Milyarderler Kulübü, Halkın Takımı’na karşı. Maçtan önce Mateja Kezman, “Anfield’da maça çıktım, büyütülecek nesi var anlamıyorum” diye açıklama yapmıştı. Bekle ve gör dostum.

Carragher: Chelsea ve Liverpool arasında o sezon parlayan nefretin sebebi sadece Abramovich değildi. İki takım arasındaki tarihi ve felsefi farklılıklar, onların oyuncularının tavırları ve iki teknik direktör arasındaki söz savaşlarıydı. Onlarla zıt olarak görülmek hoşumuza gidiyordu: İşçi sınıfının savaşçı çocukları, orta sınıfın tikilerine karşı. Onları durdurmak için terimizin son damlasına kadar dökecektik. Ve herhangi birimiz en ufak bir zayıflık hissettiğinde, taraftarımız ciğerlerini parçalayıp sınırın ötesine geçmemiz için bizi zorlayacaktı. Kazanma isteği, kazanma yeteneği kadar önemlidir. Chelsea’nin kadrosu kaliteliydi, ama bizim hırsımızı yenemezlerdi. Daha basit şekilde ifade edersek: Bizim taraftarımız onlarınkilerden daha çok istiyordu. Doğrusu, 3 Mayıs 2005 gecesi, yaşadığım hiçbir şeye benzemiyordu.

Gerrard: Chelsea karşısında hayatta kaldıysak Jamie Carragher sayesindedir. Maçta Carra’ya baktığımda üstünlüğümüzü korumaya kararlı bir adam gördüm. Bizi İstanbul’a götürmek için terinin ve kanının son damlasına kadar savaştı. Top kaptı, şut kesti, kafa topu aldı. Carra kulübün tarihini ve finale çıkmanın ne demek olacağını biliyordu.

Yılmaz: Chelsea taraftarları maçı “hayalet” golle hatırlarlar. Liverpoollular ise Jamie Carragher’ın olağanüstü performansı ve Eidur Gudjohnsen’in son anda net pozisyonda Kop’a gönderdiği topla. Nihayetinde Anfield’da takım, Mecidiyeköy’de televizyon karşısında ben 96 dakikalık bir psikolojik savaşı bitirmiştik; finalde İstanbul’da buluşacaktık. Bileti alırken ufacık bir ihtimal olan şey gerçek olmuştu. Aralık ayındaki “Acaba?”, her maçla birlikte “Yoksa?”ya dönüşmüştü; ama o ihtimal, büyüsü bozulmasın diye kimseyle paylaşmadığım bir sırdı adeta. Büyü demişken, yarı finalden galip ayrıldığımız 3 Mayıs’tan final gecesi olan 25 Mayıs’a kadar her gün Liverpool formamı giydim. O üç hafta boyunca dışarı ekmek almaya giderken bile formamı çıkartmadım. Fazla totem yapan bir insan değilimdir, ama o zaman yapmıştım.

ataturkoutsidehl4

HİÇLİĞİN ORTASINDAKİ FİNAL

Gerrard: İstanbul delilikti, saf, harika bir delilik. Scouser’lar her yerdeydi. Bazıları kaldığımız otele rezervasyon yaptırmış, bazıları orada olduğumuzu öğrenip gelmiş. Odadan çıktığım her an taraftarlarla birlikteydim. “Hey Stevie, bol şans dostum” diyenler, imza isteyenler, fotoğraf çektirenler… Liverpool taraftarlarını severim ama dikkat dağıtıcıydı. Uyumaya çalıştığımda dışarıdan sesleri duyuyordum. Pencereyi kapatıyordum, perdeleri çekiyordum, yorganın altına giriyordum ama yine şarkıları duyuyordum: You’ll Never Walk Alone, Fields of Anfield Road, In Istanbul We’ll Win It Five Times ve bitmeyen Ring of Fire: Dud-dud-dud-dud-dud-du-du-duuuuu!

Carragher: Liverpool’un daha önce Avrupa Kupası’nı kazandığı dört kadroyla aramızda bir fark vardı: Biz kusursuz bir takım değildik; sıkletimizin üzerinde dövüşüyorduk. Üstelik ileri turlara kalmadan önce bile defalarca elenmenin eşiğine gelmiştik. Bayer Leverkusen’la evimizde oynadığımız maçta Gerrard yoktu ve yerinde oynayan Igor Biscan kariyerinin en iyi performansını çıkarttı. Şampiyonlar Ligi’nde ileri gidebilmek için en iyi oyuncularımızın maksimumda, yeteneği sınırlı olanların onun da fazlasında oynaması gerekiyordu. Sadece kadro derinliği değildi mesele, bence ilk 11’imiz de yeterince iyi değildi. İnanılmaz şekilde, oyuncuların pek çoğu, ki bazıları yazın takımdan ayrılacaklarını dahi biliyordu, tam aynı zamanda performans yükselttiler. Sanki Şampiyonlar Ligi marşı ortalama oyuncuları süperstar seviyesine çıkartıyordu.

Gerrard: Premier Lig’de berbat bir sezon geçirmiştik ama Avrupa’da başarılıydık. Nasıl oluyordu bu? Bazı oyuncularımız, Premier Lig’den daha az fiziksel bir dünya olan Avrupa futboluna daha uygundu. Teknik oyuncularımız Avrupa’da topla oynamak için daha çok zaman buluyordu. Premier Lig için yeterince agresif oyuncularımız ya da deplasmanlarda bize gol fırsatları verecek bir hedef santrforumuz yoktu.

Jonathan Wilson (spor yazarı): Maçın zaten eski usül bir ambiyansı vardı: Avrupa’nın en büyük kulüplerinden biri 20 yıl sonra yeniden kupanın finaline geliyor ve o son 20 yılı domine eden takımlarından biriyle karşılaşıyordu.

Gerrard: Menajerimin telefonu hiç susmuyordu, arayıp başarı dileyenler arasında John Terry ve Thierry Henry de vardı.

Carragher: Burada gerçekten güçlü bir takımla karşı karşıya olduğumuzu bilyorduk. Zirvesindeki bir takımdı Milan: Profesyonel, yetenekli ve acımasız. Tek şansımız onları mümkün olduğu kadar yıpratıp 1-0’lık bir galibiyet kopartmaya çalışmak, ya da oyunu penaltılara götürmekti.

Gerrard: Maçtan bir gün önce basın toplantısına gitmem gerekiyordu. Carra bana “Kupayı görürsen sakın ona dokunma” dedi. Futbolcuların batıl inançları vardır. Tanrım, çok zordu. Kupayı gördüğümde bunu kaldırmış Liverpool efsanelerini düşündüm: Kenny Dalglish, Graeme Souness, Alan Hansen. Dokunmadan yerime oturmayı başardım. Yoksa Carra beni asla affetmezdi. Yanıma Paolo Maldini oturdu. Şık bir tişört giymiş, rahat rahat yanıma oturdu. Tecrübeli usta, çırağın yanına oturmuş gibiydi. O buralarda defalarca bulunmuştu. Onun için bir başka sene, bir başka final. Bana gülümsedi, kusursuz dişleriyle. Resim çekilirken el sıkıştık, o sırada kupaya dalıp gittim. Yarın hangimiz bunu kaldıracaktı?

Wilson: Maçın favorisi Milan’dı. Son 16’da Manchester United’ı rahat geçmiş, Inter’i iki maç toplamında 5-0’la dağıtmış, inançlı bir PSV’yi de son dakikalarda geçmişlerdi. İlk 11’lerindeki yedi oyuncu 2003’te kupayı kazanan takımdaydı. Liverpool ise Premier Lig’i beşinci bitirmiş, son yedi maçının ikisini kazanabilmişti.

Gerrard: Milan favoriydi: Tarih, yorumcular ve bahis şirketlerine göre onların kazanması lazımdı. Ne olursa olsun. Rekabetçi tarafım geri geldi. Saygı duy, ama korkma. Biz Liverpool’uz. Basın toplantısından şehre dönerken aracın penceresinden yüzlerce Liverpool taraftarı gördüm. Cafelerde, barlarda eğleniyorlardı. “Bak Stevie,” dedim. “Baskı yok. Ne olursa olsun eve kahraman olarak döneceksin.”

DSCF2296

Yılmaz: Önceki gece tüm Taksim Liverpoollularla doluydu. Milan taraftarlarını hiç görmedim. Genelde Sultanahmet tarafında takıldıklarını duyduk, ama maça giderken yolda bile sadece Liverpool taraftarları vardı sanki. Mustafa’nın arabasında gidiyorduk, yandaki araçlarla, taraftarlarla paslaşmalarla geçti yol; kornalar, tezahüratlar, bayrak sallamalar. Stat önü eğlencesinde pankartlar, tezahüratlar, hepsinde baskın taraf bizimkiydi. Hala tek bir Milan taraftarı görmemiştik.

Gerrard: Stada giden yol tuhaftı. Avrupa’da deplasmanlara giderken gördükleriniz genelde birbirine benzer. Kornalar, pencereden size bakan, tezahürat eden, hareket çeken insanlar, hatta bazen fırlatılan şişeler… Ama bu tuhaftı. Çünkü Türkler bu stadı hiçliğin ortasına kurmuşlardı. Stadın çevresine gelene kadar yolda hiçbir şey yoktu. “Avrupa Kupası finali oynamak için ne kadar tuhaf bir yer” diye düşündüm.

Carragher: “Yahu biz nerede oynuyoruz?” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum.

Wilson: Stat finalle ilgili bazı eleştiriler almıştı. Stadın dışında veya ona ulaşan yollardaki molozları bir kenara bırakın, hatta orada su veya maç programı bulmanın imkansızlığını da boş verin. Asıl sorun ulaşımdı. Şehir merkezinden 20 kilometre uzaktaki bir stattı ve ulaşım ya kötüydü, ya hiç yoktu. Pek çok taraftar şehir merkezi ya da havaalanından altı-yedi saatte gelmiş, nihayetinde taksilerden veya otobüslerden inip son birkaç kilometreyi yürüyerek tamamlamıştı.

Gerrard: Stada yaklaştıkça taraftarları görmeye başladım. Ne kadar uzakta da oynasak, bu onları durduramıyordu. Ayda bile oynasak, nerede olursa olsun onlar geleceklerdi. Onların yolun ortasında kutsal bir yolculuk yapar gibi stadyuma yürümelerini asla unutamayacağım.

Wilson: Nihayetinde tüm bunlar çok da sorun olmadı. Sonuçta efsaneye katkıda bulundu. Stadyum ne kadar sorunlu olursa olsun, onun konumu finale en başından epik bir his vermişti. Taraftarlar 1977’de Roma’ya yolculuğu hatırlatan bir şekilde bilinmeze bir yolculuk yapıyorlardı. Kıtanın en ucundaki İstanbul, finale egzotik, neredeyse dünya dışı bir hava katmıştı.

Ryan Herman (Liverpool taraftarı): Stada giden yolda hala inşaatların molozları vardı. Sanki nükleer bir soykırım yaşanmış ve sadece Scouser’lar kalmış gibiydi.

Yılmaz: Maç başlamadan hemen önce Milan tarafının çok organize bir pankart şovu ve koreografisi yaptığını gördük. Sanki o açılış, Milan’ın tahminimizin de çok ötesinde bir tehdit ve kalite olduğunun sembolü olmuştu.

Wilson: Liverpool’un ilk sürprizi sahaya çıkmadan yaşandı. Benitez, defansif 4-5-1’inden vazgeçerek Hamann’ı kenarda bırakmış ve Harry Kewell’ı Baros’un hemen arkasına aldığı bir 4-4-2 kurgulamıştı.

Dietmar Hamann: İlk 11’de olacağımdan o kadar emindim ki, Benitez kadroyu açıklarken Gerrard’ı orta sahaya yazdığında içimden “Alonso’yu yedek bıraktığına inanamıyorum” diye düşündüm. Kabullenmesi zordu ama konsantrasyonumu korumak zorundaydım.

Carragher: Finale savunma gücümüzle çıktmıştık ve Milan karşısında da bunun değişmesini beklemiyorduk. Hamann’ın savunmanın önünde, Stevie’nin de orta sahanın biraz ilerisinde oynamasına alışmıştık ve patronun bunu değiştirmesine şaşırmıştık. Benitez cesur olmamız gerektiğini ve kazanmak için oynamamız gerektiğini düşünüyordu.

Wilson: Benitez, Kewell’ın Pirlo’ya pres yapmasını planladığını açıklasa da işin içinde gurur meselesi de olabilir. Takımlarının çok katı defans yaptığı eleştirilerine cevaben böyle çıktı belki de. Yine de, Liverpool, Chelsea ve Juventus karşısında oyuna hızlı başlayıp erken gol bulduktan sonra kapanmıştı; yine aynı planı uygulamak istemiş olabilirdi.

Yılmaz: Finalde dağıtılan Champions dergisinin sırtında “Yarı finale kalan dört takımın üçü İtalyan futbolu oynuyor, ama hiçbiri İtalyan değil” yazıyordu. Açık oynadığı düşünülen tek takım Milan’dı.

Carragher: Taktik sürprizine karşın maça çıkarken oyuncuların yüzlerine baktım: Gerrard, Alonso, Hyypia ve Baros gibi oyuncular hayatlarının performansını vermeye hazırdı. Sonra Djimi Traore’ye baktım, gerginlik yüzünden okunuyordu. Hemen kafamı çevirdim çünkü buna kafamı takarsam kendi oyunuma konsantre olamazdım.

Gerrard: Rafa çok rahattı. Büyük bir motivasyon konuşması yapmadı. “Sıkı durun. Hata yapmayın. İyi yerleşin ve oyununuzu oynamaya çalışın” dedi. Yardımcısı Pako Ayestaran beni yanına çekti ve “Sahada takımı topla ve onlara bir konuşma yap” dedi.

talk

Biz Liverpool’uz. Ve Liverpool Avrupa Kupası finaline ait. Şu taraftarlara bakın. Onları dinleyin. Bunun onlar için ne ifade ettiğini düşünün. Bu maç onlar için her şey demek. Onları hayal kırıklığına uğratmayın. Eğer kazanırsanız onların size göstereceği reaksiyonu tahmin bile edemezsiniz. Hayatınızın sonuna kadar bir kahraman muamelesi göreceksiniz. Bu bizim şansımız, bizim gecemiz. Sakın elinizden kaymasına izin vermeyin. Buraya kadar geldik, sakın vazgeçmeyin. İyi başlayalım, iyi oynayalım, Liverpool olduğumuzu onlara gösterelim. Her mücadelenin, her koşunun, her şutun hakkını verelim. Yoksa hayatınız boyunca pişman olacaksınız. Pişmanlık olmasın! Haydi alalım bu maçı!

TRAORE’NİN TRAVMASI

Wilson: Benitez’in kumarı tutmadı. Şampiyonlar Ligi’nde 297 dakikadır gol yemeyen Liverpool’un serisi 298 dakikaya uzamadı. Kariyerinin en travmatik 50 saniyesini yaşayan Traore önce soldan uzun oynadı ve topu kaptırdı. Sonra da Milan hücumunda Kaka’yı indirdi. Serbest vuruşta Andrea Pirlo topu ceza sahasına gönderdi. Xabi Alonso çok geride kalmıştı ve Maldini topu ağlara gönderdi. 50 saniye, Avrupa Kupası’nın finallerindeki en erken gol.

Gerrard: Djimi’ye bağırabilirdim ama hatasının farkındaydı. “Toparla kendini Djimi,” dedim, “Hallederiz.”

Wilson: Liverpool’un organizasyonsuzluğu 23. dakikada bir kez daha kendini gösterdi. Benitez’in büyük kumarı Kewell kasığından sakatlanmıştı ve yerini Smicer’e bırakıyordu.

Harry Kewell: Herkes mücadeleden kaçtığımı düşünüyor, buna inanamıyorum. Ben takımın bir numaralı penaltıcısıydım. Gol atma fırsatımın olduğu bir maçtan neden kaçayım? Kasığım çekti ve devam edemedim ama insanlar benim yüreksiz olduğumu, öylesine kaçtığımı iddia etti.

Gerrard: Taraftarlar Harry’nin sakatlandığını bilmiyordu ve onu yuhaladılar. Evet, takıma geldiğinde büyük beklentiler vardı ve bunu karşılayamadı ama o gün gerçekten sakatlandı ve hak etmediği bir muamele gördü.

Carragher: Sonra korku filmi başladı. Topa sahip olan taraftık ve 1-0 geride olmak çok kötü sayılmazdı. Ama İtalyan takımları kontratakta başarılıdır ve Milan’ın hücum hızı yıkıcıydı. İkinci ve üçüncü goller, İtalyan usulü sanat eserleri gibiydi. Çok büyük hatalar yapmamıştık, ama Shevchenko ve Crespo’nun kalitesi bizi komik duruma düşürmüştü.

Gerrard: Luis Garcia rakip ceza sahasına girdi ama Nesta topu eliyle kesti. Biz penaltı beklerken Crespo ikinci golü atmıştı. Takım arkadaşlarıma baktım. Milan’ın yanına yaklaşamıyorduk. Beş dakika sonra Kaka sihirbazlığını yine gösterdi ve Crespo’ya golü attırdı. 3-0. İş bitmişti. Bu kadar iyi bir takımla hiç oynamamıştım. Daha önce Kaka kadar topla hızlı bir oyuncu görmemiştim. Bir orta saha oyuncusu için hızlıyımdır, rakip topa sahipken geri kalmam, ama Kaka’da durum bu değildi. Mesela Gattuso gibi bir oyuncuyla her hafta oynayabilirim, sorun değil. İnsanlar bir sebepten onun iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyorlar ama bence kendisi çeneden ibaret. Agresif görünür ama ancak bir yavru kedi kadar korkutucudur. Devre arasına giderken yüzünde bize tepeden baktığını gördüm. Pirlo’nun da devrenin sonunda bacak arası çalımı yapması saygısızcaydı. Evet, Milan bizi dağıtıyordu ama rakiplerine asla böyle davranmazsın.

Crespo 

3’TE DEVRE 5’TE BİTER?

Benitez: Bitmişti. Devre bitmeden kaybetmiştik. Liverpool’un 20 yıl sonraki ilk Avrupa Kupası finali; cesaret, mutluluk ve umudun birleşimi olan o yolculuk kapkara bir çaresizlikle sonuçlanacaktı.

Carragher: Soyunma odasına giderken kafamı kaldırıp seyircilere, bayraklara, pankartlara bile bakamadım. Tüm hayallerim tuzla buz olmuştu. Yere baktım ve sadece sonsuz bir üzüntü hissettim. Artık maçı düşünmüyordum, İngiltere’ye döndüğümüzde ne diyeceğiz, insanlar bizimle nasıl dalga geçecekler diye düşünüyordum. Sanki tüm şehir, tüm ülke, tüm dünya bizimle dalga geçecekti. Üzüntü, utanca karıştı. Liverpool taraftarları stadyuma hakimdi ve biz onlara bunun karşılığını ödeyemiyorduk. Adeta finale kaldığımıza pişman olmuştum. Juve ve Chelsea’yi, Milan bizi hezimete uğratabilsin diye elemiştik sanki. Milan, geçmiş finallerde Barcelona ve Steaua Bükreş’i 4-0 yenmişti ve biz de bu rekoru geliştirmek üzereydik. Önceliğimiz skoru 3-0’da tutmak olmalıydı.

Traore: Soyunma odasına dönerken Milanlı oyuncuların kutlama yapmaya başladığını duydum. Bu bize dokundu ve savaşma azmini bize verdi.

Benitez: Ben Milanlı oyuncuların kutlama yaptığını duymadım ancak antrenör Alex Miller duymuş. Bunu oyuncularımıza anlattı. Ve bu bizim için iyi oldu.

Carragher: Traore’nin aksine ben bir kutlama duymadım. Milanlı oyuncular böyle şeyler yapmayacak kadar profesyoneldi.

Gennaro Gattuso: Maçtan sonra yalan yanlış pek çok şey de yazıldı. Devre arasında partiye başladığımızı yazdılar, bu beni üzdü ve kızdırdı.

Adriano Galliani (Milan CEO’su): Soyunma odasında kutlama yaptığımız kesinlikle doğru değil.

Alessandro Ciotti (Milan taraftarı): Devre arasında bizden bir taraftarın telefonda Dünya Kulüpler Şampiyonası için Japonya’ya ucuz bilet ayarlamaya çalıştığını duydum!

Carlo Ancelotti: Devre arasında soyunma odasında keyifli bir atmosfer vardı. 3-0 öndeydik ve kusursuz oynuyorduk. 45 dakika daha; ve Avrupa şampiyonu olacaktık. Oyuncular mutluydu; “Tamam beyler, oluyor bu!”, “Kazanıyoruz!” gibi cümleler havada uçuşuyordu. Alkışlar ve tezahüratlar vardı. Doğmamış çocuğa don biçmiyorduk ama gaza gelmiştik, pozitif enerjiyle doluyduk. Yedek oyuncular formalarının altına şampiyonluk tişörtlerini giymeye başlamıştı. Birkaç dakika eğlenmelerine izin verdim ama sonra onları susturdum: “Beyler bakın, İngilizlerle oynarken maç bitmeden hiçbir şey bitmez. Dikkatli olalım. İkinci yarının başına dikkat edin. Topu kontrol edelim, oyunu kontrol edelim. Hadi! Hadi! Hadi!” Tüm konuşmam buydu, fazlası eksiği yok.

Benitez: Normalde Xabi, Carra veya Gerrard “Hadi çocuklar!” diye bağırırdı, ama birkaç dakika boyunca soyunma odasında çıt çıkmadı.

Gerrard: Soyunma odasında çıkan tek tük sesler de ahlar, vahlardı. “Beyler, ne oluyor?” diyebildim. “Sahada bir tek takım var. Biz oyun bile oynamadık.” Carragher, “5-0 olmasın, hezimete dönüşmesin” dedi.

Carragher: Neyse ki içeride aklı başında bir adam vardı.

Benitez: Bunun gibi anlar sizin teknik direktörlüğünüzü ölçen anlardır. Oyuncuların inancını kaybettiği, kendilerine güvenlerinin yerle bir olduğu, utanç, hayal kırıklığı ve pişmanlık dolu anlar. Bunlar bütün sezon verilen emeğin ödülünü alacağınız anlardır.

Onlara umut vermek için sadece 15 dakikam vardı. Az da olsa bir şansımız olduğunu düşünüyordum. Onlara bir ihtimal daha olduğunu, bir planımız olduğunu, vazgeçmek için bir sebep olmadığını anlatmak için elimden ne geliyorsa yaptım. Ve o cesaret kırıcı ilk yarıda olanlardan sonra, inandılar. Altı dakikada üç gol atacağımızı planlıyorduk demek abartı olur. Ama biliyorduk ki ikinci yarıda ilk golü atan biz olursak, bir şansımız olacaktı.

Gerrard: Rafa “Sessizlik!” diye bağırdı ve konuşmaya başladı. Önce taktikleri anlatmaya başladı.

Carragher: Önce Traore’yi duşa gönderdi. Hamann yerine girecekti. Cisse’ye de ısınması söylendi, sağ tarafa geçecekti. Djimi formasını ve ayakkabısını çıkarırken takım doktoru Dave Galley ve Steve Finnan tartışıyordu. Finnan kasığından sakatlanmıştı; Dave’e göre oyundan çıkması gerekiyordu. Finn oyunda kalmak için ısrar etti ama Rafa kararını vermişti.

Benitez: Bir değişiklik hakkımızı zaten Kewell’la kullanmıştık. İki değişiklik birden yapamazdım, ama Finnan oyunda kalırsa son hakkımızı da harcamış olurdum. Traore’ye formasını yeniden giymesini söyledim.

Carragher: Benitez sanki o anda aydınlanmış gibi bir karar değişikliğinde bulundu: “Hamann, Finnan’ın yerine giriyor ve 3-5-2 oynuyoruz” dedi.

Benitez: Üçlü savunmaya dönerek ve Hamann’ı Alonso’nun yanına çekerek Shevchenko ve Crespo’yu kontrol edebilecek, aynı zamanda Kaka’nın koşularını kesebilecektik. Hücumda Luis Garcia ve Gerrard, Pirlo’nun iki yanında duracak, seken topları kovalayacak ve ona pas atması için zaman vermeyecekti.

Carragher: Bunları o kadar net anlattı ki, bu dizilişi daha önceden düşündüğünü anladım. Peki, 45 dakika geciktik ama geç olsun güç olmasın. Şartları düşününce cesur bir hamleydi. Ama hem Cisse ve Hamann ısınırken bir sorun fark ettim: “Rafa, böyle 12 kişi olduk.” Djibril biraz daha bekleyecekti.

Gerrard: Taktik işini hallettikten sonra Rafa mental olarak çalışmaya başladı.

Benitez: Bir teknik direktör olarak, oyuncularınızın sizden umut dolu sözler beklediğini anlarsınız. Sakin olmam önemliydi. İşin bittiğini düşünmelerine izin veremezdim. Yabancı dilde konuşuyordum, ama sözler ağzımdan kolaylıkla çıkmaya başladı:

Kaybedecek bir şeyimiz yok. Eğer rahatlarsak, bir gol atabiliriz. Ve eğer ilk golü atarsak, bu maça geri döneriz. Savaşmamız lazım. Bu taraftarlara bunu borçluyuz. Başınız öne eğilmesin. Biz Liverpool’uz. Siz Liverpool’un futbolcularısınız. Bunu unutmayın. Taraftarlar için başınızı dik tutmanız lazım. Başınız öne eğilirse kendinize Liverpool oyuncusu diyemezsiniz. Burada olmak için çok çalıştık. 45 dakika daha savaşın. Bir gol atarsak maça geri döneriz. Eğer yapabileceğimize inanırsanız, yapabiliriz.

Kendinize kahraman olma şansını verin.

European Football - UEFA Champions League Final - Liverpool v AC Milan

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN

Yılmaz: Devre arasında bitmiş hissediyordum. Herhangi bir geri dönüş inancım yoktu, çünkü iyi oynayıp da şanssızlıkla geri düşme gibi bir durum yoktu. Liverpool ne savunmayı, ne de presi doğru düzgün yapabiliyordu. Yanımdaki arkadaşım Mustafa’ya döndüm, “Olsun ya, kulüp tarihinin en kötü gecesinde orada olmak da güzel,” dedim ve tam o sırada Kop, You’ll Never Walk Alone’u başlattı. Atkıyı kaldırıp ben de katıldım. Geri dönüş ateşini yakmak hiç kimsenin aklında yoktu muhtemelen. Koca bir taraftar grubunun aynı anda aynı şeyleri hissetmesi ve takımın yanında olduğunu göstermesi muhteşemdi. Üç gol gerideyken bile gerideki takımın taraftarının sesinin duyulması da öyle.

Les Lawson (Liverpool’un resmi taraftar derneği başkanı): You’ll Never Walk Alone sessizce başladı ama birden ses yükseldi. Duyduğum en iyi versiyonlardan biriydi. Bu bir beyan gibiydi: “Biz Liverpool’uz.”

Marco Pretti (Milan taraftarı): Kardeşim fotoğraflar çekiyordu, ben de Barcelona maçı gibi 4-0 kazanacağımızı düşünüyordum ama annem hiç sakin değildi. Sanki kötü bir şey olacağını hissetmiş gibiydi. Liverpool taraftarları You’ll Never Walk Alone’a başladığında “Ne yapıyorlar bunlar ya? 45 dakika sonra şarkıları biz söylüyor olacağız” diye düşündüm.

Oscar Poma (Fossa dei Leoni liderlerinden): Ses sanki hoparlörlerden veriliyor gibi yüksekti. Hipnotize olmuştuk. 3-0 öndeydik ama kutlamayı rakip taraftarlar yapıyordu.

Johan Cruyff: Avrupa’da You’ll Never Walk Alone gibi bir marşı olan başka bir kulüp yok. Dünyada taraftarlarıyla bu kadar bütünleşmiş başka bir kulüp yok. Liverpool taraftarlarını izledim ve tüylerimi diken diken etti. 40,000 kişilik bir kitle takımın arkasında tek vücut oldu. Bu pek çok takımda olmayan bir şey. Bundan dolayı Liverpool’a hayranlık duyuyorum.

Gerrard: “Dinleyin,” dedim takıma. “Şunu dinleyin!”

Luis Garcia: Soyunma odasında otururken tezahüratı duymaya başladık. Bunun nasıl hissettirdiğini düşünebiliyor musunuz? 3-0 gerideydik ve 45,000 insan hala bize inandığını anlatmaya çalışıyordu. Orada olmak için çok uzun bir yoldan gelmişler ve pek çok şeyden fedakarlık etmişlerdi. Biz de o noktada inanmaya başladık.

Carragher: Kop’un farklı You’ll Never Walk Alone versiyonları vardır. Her iç saha maçından önce kulakları sağır eden bir savaş çağrısı gibi söylenir: Bize ilham vermek ve rakibi korkutmak için. Eğer önde götürdüğümüz önemli bir maçın sonundaysak, yine söylenir, bu sefer kutlama amacıyla. Ama bazen şarkının daha önemli bir anlamı olduğu zamanlar vardır. O gün İstanbul’da taraftarlar inançtan ziyade sempatiyle bunu söylüyordu. Daha yavaş, hüzünlü bir tınısı vardı, sanki bir ağıt gibi. Taraftarlar bizim adımıza dua ediyorlardı adeta. Bence bu şarkıyla “Hala sizinle gurur duyuyoruz, hala sizinleyiz, başınız öne eğilmesin” diyorlardı.

Gerrard: 40,000 Liverpool taraftarının tezahüratı koridordan, soyunma odasına, oradan kalplerimize ulaşmıştı. Tüm takım, şaşkınlık ve gururla birbirine bakmaya başladı. “Bizden vazgeçmediler” diye bağırdım. “O zaman biz de vazgeçemeyiz!”

Liverpool's Riise and Gerrard celebrate their first goal during Champions League finals

ALTI DAKİKALIK KASIRGA

Ancelotti: Liverpool maça tek forvet çıkmıştı, o yüzden ikinci yarıya Cisse’yle çıkacaklarını tahmin ediyordum. Öyle olmadı. Rafa Benitez ilginç taktikler deniyordu. Aslında her şey bizim için iyi gidiyordu, hatta devrenin başında 4-0’a yaklaşmıştık. Sonra olmaz denen oldu.

Benitez: Planımıza göre Hamann orta sahayı toplarlayacak, Steven Gerrard’ın rakip ceza sahasına dalışlar yapmasına imkan verecekti. İlk golümüz böyle geldi: Kaptan, John Arne Riise’nin ortasına güçlü bir kafa vurdu. Taraftarımız birden hareketlendi. Steven orta yuvarlağa doğru koşarken takım arkadaşlarını ve taraftarları ayağa kaldırıyordu.

Gerrard: Kızıl ortayı yaptığında Jaap Stam reaksiyon göstermekte gecikti ve bana boş alan bıraktı. Orta hızlı geliyordu, “Topun süratini kullan, Dida’nın üstünden aşır” diye içimden geçirdim. İşte bu! Sahamıza geri koşarken seyircilere “Ayağa kalkın!” işareti yaptım. Hadi! Şansımız var! Daha fazla gürültü! Milan’ı boğalım, beyler!

Yılmaz: İkinci yarıda takımın hızı belirgin şekilde değişmişti. İlk golden sonra hem elektrik, hem de tempo daha da arttı. Benim bulunduğum yer, Batı tribününün en köşesiydi (en en köşesi!), Kop, Kuzey’deydi ve ben “Kop’un hava sahasında” olduğum için tezahüratlara rahatlıkla katılıyordum. Seyircinin enerjisi ve takımın baskısı ilk golü getirmişi gibiydi, dolayısıyla bunu artırmamız lazımdı. Korkulukların ucunda durarak var gücümle sahaya bağırırken buldum kendimi. Daha doğrusu düşmeyeyim diye Mustafa beni yakaladı. Daha devre başlayalı on dakika olmamıştı ama sürreel bir şeylerin başladığı hissedilmeye başlanmıştı.

Frank McGinn (Liverpool taraftarı): Golü attığımızda bir arkadaşım zıpladı ve beş sıra aşağı düştü. Geri geldiğinde üstü başı kan olmuştu. Her şey çok hızlı olduğu için hangi noktada “O kadar utanç verici olmayacak”tan “Gerçekten bir şansımız var”a döndüğümüzü hatırlamıyorum.

Gerrard: Seyirci bizi ayağa kaldırmıştı, ben de seyircileri ayağa kaldırmayı denedim. Tam istediğim gibi reaksiyon verdiler. Ses yükselmişti.

Benitez: Devre arasında Luis Garcia, Gerrard ve Vladimir Smicer’e Andrea Pirlo’nun çevresindeki alanı daraltmalarını söylemiştik. Dört dakika sonra bu plan meyvesini verdi. Hamann topu Smicer’e verdi, yerden, falsolu bir şut çıkarttı; Milan Baros topun yolundan çekildi ve top Dida’yla sağındaki boşluktan kaleye girdi.

Vladimir Smicer: Normalde ceza sahası dışından pek fazla golüm yoktur. Ama Didi topu verdiğinde sağımda solumda pas verecek kimse yoktu, o yüzden vurmak zorundaydım.

Benitez: Milan sendelemeye başlamıştı. Devre arasında galibiyetten emindiler, kupanın bir kulbundan tutmuşlardı. Şimdi ise kırmızı bir dalganın karşısında ayakta durmaya çalışıyorlardı.

Poma: 3-1’de kimse çok sorun etmedi ama 3-2 olduğu anda herkes teknik direktör kesilmişti. “Crespo’yu çıkar, orta saha al” diye homurdanmaya başlamıştık.

Benitez: Gerrard defansif görevlerden tamamen azade, ceza sahasına daldı. Milan’ın savunması erimişti. Baros topu önüne uzattı, Gerrard bacağını geriye attı. Üçüncü gol geliyordu. Skoru eşitleyecektik. Kenarda nefesimizi tuttuk. Sonra Gennaro Gattuso’nun müdahalesiyle kendini yerde buldu. Penaltı.

xabi-pen

Gerrard: Benitez’in kimi penaltıcı seçtiğini hatırlamaya çalıştım. Kim atacaktı? Ben olmadığımı biliyordum. Luis Garcia kullanmak için topu Carra’nın elinden aldı.

Carragher: Rafa her maçtan önce penaltıcıları seçerdi ve Xabi atacaktı, ama Luis atmak için ısrar ediyordu. “Siktir Luis, Xabi atacak” dedim. Onu kurtarmış oldum. O kullanıp kaçırsaydı Benitez – ve takımın geri kalanı – onu asla affetmezdi. Xabi de daha iyi kullanmadı ama ona küfretmeye vakit bulamadan topu tamamladı ve köşe gönderine doğru onu yakalamaya koştuk.

Xabi Alonso: Topun başına gelirkenki resimlerime bakın, her şeyi yüzümden okuyabilirsiniz. O gergin bakış, o sorumluluk. Heyecandan ziyade o sorumluluk ağırdı. Kariyerimin en önemli anlarından birisiydi. Kaçırdım ama hayatımda koştuğum en hızlı metreyi koşup ödülümü aldım.

Wilson: Liverpool’un dönüşündeki gizli kahramanlardan birisi Baros’tur. Smicer’in golünde topun önünden çekilmesi ve penaltı pozisyonunda Gerrard’a pası atmasının yanında, Xabi atışı kullanırken Nesta ile itişmesi Xabi’ye topu tamamlaması için ekstradan birkaç milisaniye daha kazandırmıştı.

Benitez: Altı dakikada, her şey değişmişti. Oyuncular inanmıştı. Bir planımız olduğuna inanmışlardı. Şampiyonlar Ligi’ni kazanabileceğimize inanmışlardı.

Lawson: Daha ilk ikisini hazmedemeden üçüncü gol gelmişti. Sonrası tam curcunaydı, tanıdık tanımadık herkes birbirini öpmeye başlamıştı.

Carragher: Milan’a altı dakikalık bir kasırga çarpmıştı. Kaderimizin kontrolünü nasıl hızla yitirdiysek, aynı şekilde geri almıştık.

Ancelotti: 3-1; 3-2; 3-3. İnanamıyordum. Bu olamazdı. Donakaldım ve reaksiyon gösterecek zamanım bile yoktu. Afalladım, hiçbir şeye anlam veremiyordum. Sadece 360 saniyede maçın gidişatı 180 derece değişmişti. Işıklar sönmüştü ve ampulü değiştirecek zaman yoktu. Her şey çok hızlıydı. İnanılmaz ama gerçek. İnsanlar sıkça bana Liverpool’un geri dönüşü sırasında kafamdan neler geçtiğini sorarlar. Cevap basit: Hiçbir şey. Sıfır. Kafamdaki her şey emilmişti sanki: Kusursuz bir boşluk.

Benitez: Kulübede gözlerimize inanamıyorduk. Ekibim ve yedekler kutluyor, dans ediyordu. Bunun olmasını istiyor muyduk? Tartışmasız. Bunu böyle mi planlamıştık? Pek sayılmaz.

Ancelotti: Altı dakikalık bir tünel. İmkansız mümkün oldu. “İmkansız diye bir şey yoktur” sloganından nefret ederim, çünkü o gece gerçek oldu. En kötü kabusumuzu yaşadık. Dünya tersine döndü. Saatimin akrep ve yelkovanı sanki tersine hareket etmeye başladı. Felakete gidiyorduk. İngiliz bahis şirketlerinin hayal alemindeydik sanki. Eğer kendimize karşı bahis yapmış olsak epeyi para kazanırdık.

Carragher: Mantık olarak üç golü attığımız gibi açık oynamaya devam etsek daha gol bulabilirdik. Ama bu çok riskliydi. Yakaladığımız eşitliği korumak ve kalan enerjimizi muhtemel uzatma dakikaları için muhafaza etmeyi seçtik. Doğrusunu söylemek gerekirse, Xabi’nin golünden normal sürenin sonuna kadar başka bir gol şansı yakaladığımızı hatırlamıyorum.

Benitez: Takımımızın sınırları vardı. Milan’ın birkaç milisaniyede oyunu değiştirebilecek dört ya da beş oyuncusu varken bizde böyle bir ya da iki oyuncu vardı. Yedek kulübesinde de opsiyonlarımız pek fazla değildi. Düşününce, o Liverpool kadrosu, bir Şampiyonlar Ligi finalinde görmeyi düşünebileceğiniz bir kadro değildi. Yapmamız gereken, top bizde değilken hatlar arasındaki mesafeyi daraltmak ve Baros’u rakip savunmanın arkasına kaçırmaya çalışmaktı. Duran top kazanmamız ve topu uzun oynamamız gerekiyordu. Milan karşısında kısa paslı oynamanın anlamı yoktu. Bu yeteneğe sakip değildik.

Gerrard: Normal sürenin sonuna doğru Milan Serginho’yu oyuna aldı. Rafa hemen bana bağırdı: “Steven! Sağ beke geç!” Aslında sağ çizgide Smicer vardı ama Benitez, onun savunmasının Serginho’yu durdurmaya yetmeyeceğini düşünüyordu. Serginho çok diriydi ve beni çok zorladı.

Benitez: Milan Serginho’yu oyuna alınca Gerrard’ı sağ beke çekmekten başka çaremiz kalmamıştı. Gerrard orada tahmin ettiğimden bile iyi oynadı.

Gerrard: Son düdük çaldığında vücudum iptal olmuştu. “Hakem, maçı bitir, kazananı puanla tayin edersiniz” diye düşündüm. Gram enerjim kalmamıştı.

Benitez: Normal süre bittiğinde sanırım iki takım da kısa bir mola olacağı için mutluydu. Açıkçası o sıcakta 30 dakika daha futbol oynamak kolay değildi; ama gecemizin nasıl başladığını düşününce buraya kadar gelmemiz bile mucizeydi.

carra-istanbul

TANRI’NIN ELİ

Carragher: Uzatmadaki 30 dakika, hayatımda futbol sahasında geçirdiğim en gergin, yorucu ve nihayetinde en değerli bölümdür. Kariyerimin sonunda bir devredeki oyunumla hatırlanacaksam şüphesiz bu odur. Sürekli baskı altındaydık. Uzatmanın ikinci devresinde bir ortaya yetişmek için ayağımı uzattım ve bacağıma kramp girdi. Oyuna döndükten 30 saniye sonra ceza sahasına yine benzer bir pas atıldı ve Shevchenko’dan topu almak için yine aynı bacağımı uzatmam gerekiyordu. Ne kadar acı verecekse versin, o birkaç saniye sürecekti, ama bir anlık duraksamam sonucu gol attığını izlemenin vereceği acının yanında hiç kalırdı. Sonra bir şutu daha kestim, Djimi Traore de maçın başındaki gerginliğini atmış ve hayatının oyununu oynamaya başlamıştı. Ama tüm performansımızın yanında, maçı penaltılara götürmek için yukarıdakinden son bir yardıma daha ihtiyacımız vardı.

Yılmaz: Maç boyu altı gol de diğer tarafta olmuştu. İlk yarı Milan, ikinci yarı biz karşı tarafa doğru hücum ettiğimiz için aksiyonun çoğu uzak kalede olmuştu. Ama son 15 dakikanın neredeyse tamamı bizim ceza sahamızda, bizim gözlerimizin önünde oldu. Maçın bitimine birkaç dakika kala Shevchenko en baştan beri aradığı fırsatı yakaladı. Serginho ortaladı, nasıl olduysa Hyypia, Carragher ve Traore onu boş bırakmıştı. Sheva kafayı vurdu, Dudek çıkarttı. Sheva topa yetişti ve Dudek bir reaksiyon daha gösterdi. Kalenin bir metre ötesinde topun kurtarışa rağmen içeri girmesi lazımdı. Belki de tam önümde olduğu için, belki de tüm maçın en kalp durduran anı olduğu için, o geceden en net hatırladığım an o. Topun o açıyla yükselip kalenin üstünden çıkmasına inanamamıştım. Gudjohnsen’in kaçırdığı top gibi, bu da bir Kop mucizesi olsa gerekti.

Dudek: Shevchenko’nun savunma oyuncularımızın arasına girdiğini ve kimsenin ona yetişemeyeceğini fark ettim. Tek yapabileceğim kurtarışa kendimi hazırlamaktı ve bir şekilde bunu yapabildim. Sonra yeniden doğruldu ve seken topa yetişeceği belliydi. Mümkün olduğunca çabuk ayağa fırladım ve kaleyi mümkün olduğunca kapatacak şekilde kendimi büyüttüm. Ne mutlu ki koluma çarptı ve üstten çıktı.

Andriy Shevchenko: Bu şutu 10,000 kere vursam Dudek bir tanesini bile çıkaramazdı. Ama başardı – size yemin ederim nasıl olduğunu hala anlamış değilim.

Dudek: Açık ara hayatımdaki en önemli kurtarıştı. Ayağa kalktım ve skorborda baktım. Bir dakika kalmıştı.

Benitez: O kurtarış bize Şampiyonlar Ligi’ni getiren kurtarıştı. Ne kadar yaklaştığını, farkların ne kadar ufak olduğunu ancak sonradan anlıyorsunuz.

reu_055081

Jose Manuel Ochotorena (Liverpool kaleci antrenörü): Böyle pozisyonlarda vücut içgüdüsel olarak kendini yere atmaya yatkındır. Eğer şut çekilirken vücudun yere yakınsa topun sektiğinde dahi kaleye gitme olasılığı artar. Ama kaleci ayakta kalır ve  vücudunu büyütürse duvar gibidir. Dudek’le antrenmanda bunun üzerine gerçekten, gerçekten uzun uzun çalışmıştık. O anda psikoloji önemliydi çünkü Dudek, Shevchenko’dan daha fazla hesaplama yapmıştı.

Xabi Alonso: Bence gecenin kahramanı Dudek’ti. Shevchenko’nun şutunu çıkarışı inanılmazdı. Her zaman önemli bir oyuncuydu ama artık bir kahraman. Kupayı elimizde tutan oydu.

Ancelotti: Son dakikaya kadar kazanabileceğimizi umuyorduk, Dudek o kurtarışı yapana kadar. Andriy kafayı vurdu, kutlamaya başlıyorduk ama kaleci topu çelmeyi başardı. Andriy topa yetişti ama Dudek yine çıkardı. O anda kafamda hayaletler belirdi: “Bu kötü görünmeye başladı.”

pen 

PENALTILAR YA DA GROBBELAAR RUHU

Gerrard: O anlarda Liverpool’u koruyan bir güç vardı. Gerçekten buna inanıyorum. Jerzy bu inanılmaz çifte kurtarışı yaptığında yukarıdan birilerinin bizim yanımızda olduğunu hissettim. Milan o anda Tanrı’nın ve şansın bizim yanımızda olduğunu hissetti. İtalyanlar psikolojik olarak paramparça oldular ve bu da penaltılara gidilirken olabilecek en kötü ruh haliydi.

Dudek: O anda biz maçı penaltılara götürdüğümüz için mutluyduk, Milan ise yıkılmıştı.

Marco Pretti (Milan taraftarı): 2003 finali aklıma gelmişti ve bu gece kazanamayacağımızı artık anlamıştım. Üç yılda iki Şampiyonlar Ligi finalini penaltılarla kazanmak için çok şanslı olmanız gerekir. Ve bu gece şansın bizim yanımızda olmadığını biliyorduk.

Yılmaz: Penaltılara giderken momentum önemlidir. Şimdi maçın özetini bile izlerken heyecanlanıyorum, ama o gece nedense hiç korkmamıştım. Penaltılara gidildiğinde psikolojik üstünlük kesinlikle bizim taraftaydı, statta bu hava çok belirgindi. Kaybedebileceğimizi hiç hissetmedim.

Fabio Conte (Milan taraftarı): Penaltılara gidildiğinde zaten kaybetmiş gibiydik. Taraftarların, oyuncuların tavrından her şeyin bittiğini anlayabilirdiniz. İlk penaltı bile atılmadan mağlubiyeti kabullenmiş gibiydik.

Benitez: Tüm sezonun emeği, yüzlerce, binlerce saatlik antrenman, analiz, rakip araştırması, her şey; gelip buna dayanmıştı: Avrupa Kupası için beş penaltı. Penaltıcıları seçmek için sahaya yürüdüm. Hepsi terden sırılsıklamdı, tüm kasları ağrıyordu, vücutlarında derman kalmamıştı. Gözlerine baktım: İnanıyorlardı.

Ancelotti: Oyuncularımın gözlerine baktım, bir şeylerin yanlış gittiği belliydi. Çok düşüncelilerdi. Ve penaltı atışları öncesinde bu asla iyi bir şey değildir. O anda işimizin bittiğinden emindim.

Benitez: Sekiz isim seçtim: Hamann ilk penaltıyı atacaktı. İkinci Cisse’ydi, şutları sert olduğu için. Riise kendisine fazlasıyla güveniyordu. Smicer isabetli şut çekerdi. Son penaltıcı Gerrard olacaktı çünkü baskı had safhadayken güvenebileceğiniz ilk adam odur. Her şey tek bir vuruşa, tek bir ana kaldığında. Xabi, Luis Garcia ve Carra da sıradaydı. Maçta olanlardan sonra Xabi’ye penaltı attırıp onu baskı altına almak istemedim. Luis’in şutuna her zaman güvenemezdiniz, Carra ise kahramanca bir performansın ardından kramplarla boğuşuyordu.

Tüm penaltıcıların yüzlerine baktım. Eğer oyuncunun ifadesinden atıp atmayacağından emin olamıyorsanız “Bir düşünelim” dersiniz. Sekiz oyuncum da kendine güveniyordu. Belki de kaderin kendi yanlarında olduğunu hissetmişlerdi. Sonuçta bir buçuk saat önce kupayı kaybetmiştik. Ama şimdi o kupayı almaktan beş penaltı uzaktaydık. Tabii ki kendilerine güveneceklerdi. Tabii ki inanacaklardı.

Penaltılar piyangodur diyenlere inanmayın. Kaleciler, kaleci antrenörleri ve teknik direktörler bu konuya çok önem verirler. Her oyuncunun son altı penaltısını nereye attığının verisi elimizdeydi. Kaleyi altı alana bölmüş ve numaralandırmıştık. Bunu maçtan önce Dudek’e göstermiştik, ama elbette maçın heyecanıyla unutmuş olabilirdi. Milan’da her oyuncu topun başına gelirken yardımcım Ocho, deli gibi bağırarak Dudek’e sayılar söylüyordu.

Dudek: Penaltılara giderken Jamie Carragher arkamda bitiverdi. “Onları baskı altına almalısın, çizgide Grobbelaar gibi bir şeyler yap, konsantrasyonlarını boz” dedi.  Ona “Tamam, Jamie, şimdi beni bırak da ben konsantre olayım önce” dedim. Kaleye geçince onların kafalarını karıştıracak bir şeyler yapmak istedim. Belki Jamie olmasa da çizgide hareket ederdim, ama “spagetti bacak” hareketini yapmazdım.

Carragher: Dudek görebileceğiniz en iyi huylu futbolculardandır. Eğer pub’a gidip iki kadeh bir şey içecekseniz bu iyi bir özellik olabilir, ama Avrupa Kupası’nı kazanmakla eve eli boş dönmek arasındaki farkı yaratacak ekstra bir özellik arıyorsanız ona biraz işin inceliklerini öğretmem gerekiyordu. Onun penaltılar sırasında da iyi huylu olmaya devam edeceğinden, çizgide durup kibar kibar penaltıları bekleyeceğinden korkmuştum.

İlk penaltıyı Milan’dan Serginho kullandı: 0-0.

Benitez: Serginho’nun normalde yerden, kalecinin sağına atmasını bekliyorduk. Dudek kollarını açıp, zıplayıp dururken o da topu üstten dışarı attı.

Liverpool’un ilk penaltısını Dietmar Hamann attı: 1-0.

Hamann: Maçın bitimine beş dakika kala ayağımda bir ağrı hissetmeye başlamıştım. Ama ilk penaltıcı bendim ve tek düşüncem golü atmaktı.

Benitez: Didi ilk 11’de olmadığı için hayalkırıklığına uğramıştı ama geri dönüşümüzdeki mimarlardandı. Topun başına çok sakin ve kendine güvenle geldi.

Hamann: Penaltıyı attım ve gol oldu, tek önemli olan buydu. Sonra takım doktoru ayağıma buz koydu, sonra da gecenin heyecanıyla bir şey hissetmedim, ama birkaç gün sonra anlaşıldı ki ayak parmağımda kırık varmış, penaltıyı da o şekilde atmışım.

Milan’ın ikinci penaltısını Pirlo attı: 1-0.

Benitez: Sonraki penaltıcı Pirlo’ydu. Onun da Dudek’in sağına yerden atacağını tahmin ediyorduk, oraya attı ve Dudek kurtardı.

Dudek: Bir şeyin işe yaradığını görünce biraz daha fazla yapmaya başlıyorsun. Ben de her penaltıda biraz daha fazla şey yapmaya başladım.

Carragher: Ona dedim ki, ne yaparsan yap, avantajına olacaksa istersen topa vur, sarı kart gör, siktir et.

Liverpool için topun başına Djibril Cisse geldi: 2-0.

Wilson: Cisse, ligin son maçında Aston Villa’ya karşı da bir penaltı atmıştı. Topun başına çok güvenli geldi ve golü attı. Nihayet maçta bir olumlu hareket yapmıştı.

Yılmaz: Penaltılar sırasında aynı sırada ama 9-10 koltuk ötedeki arkadaşlarım Sarp ve Eren’in yanına geçtik. Bu penaltıdan sonra Sarp dönüp “Kupa geliyor” dedi. Sarp futbolu benden daha iyi bilirdi. Tuhaf şekilde o cümleyi ve o andan sonra kupayı kaybetmeyeceğimiz hissini hala hatırlıyorum.

Jon-Dahl Tomasson, Milan adına penaltıyı gole çeviren ilk oyuncu oldu: 2-1.

Benitez: Tomasson oyuna sonradan girmişti. Dudek ona söylediğimiz tarafa atladı, ama Tomasson beklediğimizi yapmamıştı ve Dudek’i ters köşeye gönderdi. Sistemimiz elbette kusursuz değildi.

John Arne Riise, Liverpool’da penaltı kaçıran ilk isim oldu. Sonra da Kaka penaltısını gole çevirdi ve skoru eşitledi: 2-2. Sıra Vladimir Smicer’deydi.

Wilson: Gerrard’ın golü attığı andan bu yana ilk defa rüzgar Milan tarafına esmeye başlıyor gibiydi. Dida Riise’nin penaltısını kurtardı ve Kaka zaten asla kaçırmayacaktı. Sanki Dudek de bunun farkındaydı ve spagetti bacak numarasını bile gönülsüzce yapıyordu.

Smicer: Riise kaçırdıktan sonra biraz endişelenmiştim. Çünkü o atsa, bana şampiyonluk penaltısını atmak kalacaktı ama şimdi skor 2-2’ydi. Yine de maçta bir gol atmıştım, bir tane daha atabileceğimi biliyordum.

Yılmaz: Bu maçta Smicer’in katkısı çok özeldi. Liverpool kariyerinde sadece dönem dönem beklentileri karşılamıştı. Kulüpten ayrılacağı zaten açıklanmıştı ve son maçı buydu. Hem normal sürede golünü attı, hem de penaltıyı gole çevirdi. Liverpool formasıyla yaptığı son vuruş, finalin de son golü oldu. Golü attı, geriye döndü ve formasını öptü. Mükemmel bir final.

Smicer: Oyuna girerken Benitez bana “Tadını çıkar” demişti. Ben de ona “Tabii ki öyle yapacağım çünkü bu benim son maçım” diye cevap vermiştim.

shevva

Milan’ın beşinci penaltısını Shevchenko atacaktı. 

Gerrard: Shevchenko bu oyunun en iyi golcülerinden birisiydi. Ama topu Jerzy’den alırken tüm dünya omuzlarındaymış gibi görünüyordu. Muhtemelen kafası hala Dudek’in son dakikalardaki çifte kurtarışındaydı.

Benitez: Bir anlık korkudan kurtulmuş ve muhteşem bir zaferin eşiğine gelmiştik. Sıra Shevchenko’daydı. Yanımda Ocho, Dudek’e “Altı, altı” diye bağırıyordu. Duydu mu, tahmin mi etti bilmiyorum ama Dudek altı numaralı alana, yani kendi sağına yattı ve şutu kurtardı.

Dudek: Bunu yemezsek kazanacağımızın farkında değildim. Şutu kurtardım ve Jamie ile tüm takımın bana doğru koştuğunu görünce kazandığımızı anladım. Muhteşem bir andı.

sheva

Benitez: Dudek topu çıkarttığında bir anlığına her şey durdu. Sonra orta yuvarlakta kenetlenmiş oyuncular Dudek’e koştu. Biz kenarda birbirimize sarılıyorduk. Avrupa şampiyonu olmuştuk.

Gerrard: Vücudumdaki tüm gerilimi, büyük bir zafer çığlığıyla atmıştım. Son penaltıyı atacak olmanın tedirginliği gitmişti. Penaltı atmama gerek kalmamıştı! Carragher’a da güya kramp girmişti ama Dudek’e en hızlı deparı atan o oldu!

Yılmaz: Kazandığımız anki hislerimi çok net hatırlıyorum ama tarif etmem zor. Yine de deneyeceğim. Ellerim ayaklarım boşandı, ancak hep olduğu gibi yere doğru değil, içimin yukarı doğru çekildiğini hissettim. Boşlukta gibiydim. Ağlayacağımı sandım ama hıçkırmaya başladım, nefessizlik yaşadım, gözyaşım akmadı. Aylarca, özellikle Chelsea eşleşmesinden bu yana hayal ettiğim şey gerçekleşmişti, ama iki buçuk saat boyunca gel-gitlerle, en tahmin edilemez şekilde. Onca şeyin üzerine vücudumun böyle tuhaf bir tepki vermesi normal olsa gerek.

Gerrard: Daha sonra taraftarların yanına gittim. Buraya gelmek için çok uğraşmış, çok para ödemişlerdi. Onlara bunun karşılığını böyle verebilmiştik. Koşu pistinde yürürken bağırıyor, tezahüratlara katılıyordum. Pankartları okudum, bazı tanıdık yüzleri gördüm, Carra’nın ailesini gördüm. Koca koca adamların ağladığını, Liverpool’un yeniden Avrupa’nın zirvesine çıkışıyla, dünanın en iyi taraftarının kendilerinden geçtiğini gördüm, onlar için dünyalara bedel bir andı. Sahaya döndüğümde Shevchenko hala oradaydı. Hayal kırıklığı gözlerinden okunuyordu ama yine de beni tebrik etti, formaları değiştirmek üzere sözleştik. Pek çok Milan oyuncusu da bize karşı çok iyiydi. Maldini kupa töreninden önce beni tebrik edip “Tadını çıkar” dedi.

kupa

Shevchenko: Açıklaması çok zor. Ama bence kader tarafını değiştirdi ve kupayı Liverpool’a vermeyi seçti. 3-0 öndeyken hiçbir takımın Milan karşısında geri dönebileceğine inanamazsınız. Ama Liverpool devam edecek cesareti buldu. İnanın, 3-0 gerideyken oynamak kolay değildir. İnançlarını yitirmediler, sonuna kadar mümkün olduğuna inandılar ve kazandıran mentalite bu oldu. Biz Liverpool’u hiç küçümsemedik. Sonuçta Juventus ve Chelsea’yi eleyerek gelmiş bir takımdan bahsediyoruz.

Paolo Maldini: Çok tuhaf ve açıklaması güç. Tabii ki büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Kariyerimde birkaç hayal kırıklığı yaşadım ama bu şüphesiz en büyüklerinden birisi. Ama ne kadar ağır olsa da sonucu kabullenmek zorundaydık.

Diego Armando Maradona: 1970 Dünya Kupası’ndaki Brezilya bile Milan’ı 3-0 geriden gelip yenemezdi. Elbette İtalya’da oynamış olan herkes gibi ben de üzgünüm. Ama olan oldu. Futbolda geri dönüşler gördüm ama böylesini hiç görmedim.

Franz Beckenbauer: Liverpool, savaşçı ruhu ve tutkusuyla kendini aştı. Bu geri dönüşten dolayı onları tebrik etmek gerekiyor. Daha iyisi yapılamazdı.

stevieben

KUPAYLA BİR GECE YA DA İSTANBUL KIPKIRMIZI

Benitez: Kupayı kazanmıştık ama birden madalyalar üzerine düşünmek zorunda kaldık. UEFA kazanan takıma 25 tane madalya ayırmıştı ki bu da teknik kadrodaki pek çok insanın madalyasız kalacağı anlamına geliyordu. Mauricio Pellegrino kendi madalyasını vermeyi kabul etti. Daha sonra rakip takım soyunma odasına gidip Milan oyuncularının bıraktığı ikincilik madalyalarını toplayıp ekibe dağıttı.

Gerrard: Kutlamalarda herkesi öpüyordum. Xabi’nin dudağına bir tane kondurdum. Antrenörlerin yanağından öptüm. Rafa’ya sarıldım. Eşim Alex için kameralara öpücük yolladım. Kupayı da 10 kez öpmüşümdür. İngiltere’ye döndüğümde Alex bana “Kupayı ne kadar çok öptün öyle! Beni o kadar öpmüyorsun” diye kızdı! Ama Liverpool Futbol Kulübü’nün bu kupayı ne kadar istediğini dünyaya göstermek için kupayı o kadar öptüğümü söyleyince beni anladı.

Hamann: Maç yerel saatle 12:30 gibi bitti, herhalde saat 1:30’a kadar sahada kaldık ve kutladık.  Soyunma odasında oturmuş olanları düşünürken başkan David Moores odaya girdi. Gözleri yaşlıydı.

Gerrard: Başkanın gözyaşlarına baktığımda bunu ne kadar hak ettiğini düşündüm. Bir yönetici ve bir dost olarak hep yanımda olmuştu. Daima gülümser, daima güzel sözler söylerdi.

Hamann: Odadaki herkesin ellerini sıkıyordu. Benim yanıma geldiğinde, “Başkan, şurada konuşabilir miyiz?” dedim ve onu duşların oraya çektim. Onunla ortak bir yanımız vardı. Kulüpte sigara içen iki kişi bizdik. Ondan bir dal sigara istedim. Sanki “Kupayı Milan’a verelim” demişim gibi baktı. “Ama Kaiser, ya Rafa görürse?” diye sordu. “Başkan,” dedim, “Sen bu kulübün sahibisin. Rafa görürse ‘Kaiser bir sigara içiyor’ dersin, oradan yürürüz.” Sigaraları yaktık. Moores’un yanaklarından hala yaşlar süzülüyordu. Ondan sonra tek kelime etmedik. Çünkü o anda hissettiklerimizi anlatabilecek kelimeler yoktu.

Lfc_cl_final

Benitez: Asıl kutlamaları otelde yaptık. Özel bir odada, oyuncuların ve teknik ekibin aileleriyle katıldığı bir kutlama. Tabii ki herkes gecenin asıl yıldızıyla, kupayla resim çektirmek istiyordu. Bir ara kulübün hukuk danışmanlarından Richard Green’i almak için lobiye indim. Odaya geri döndüğümüzde kapıdaki güvenlik beni içeri almak istemedi. Güvenlik İngilizce konuşmuyordu, ona “Ben şimdi içeriden çıktım” diyordum ama adam bana mısın demedi. Richard iyice gerildi ve adama bağırdı: “Bu adamın kim olduğunu bilmiyor musun? Bu adam bu gece Şampiyonlar Ligi’ni kazandı!”

Gerrard: İnsanlar geldikçe geliyordu, sanki tüm Liverpool o odaya doluşmuştu! Dostlar, aileler, kız arkadaşlar… Herkes mutluydu, herkes gülüyordu. 7/24 ciddi olan Rafa bile birkaç kadeh şarapla gevşemiş ve nihayet ilk yarıda neleri yanlış yaptığımızı anlatmayı bırakmıştı.

Steve Done (Liverpool Müzesi küratörü): Gece kutlamalar sırasında Milan Baros kupayı bir piyanonun üzerine düşürmüş ve kupanın bir kulbunda hasar oluşmuş. Bu kupanın hikayesinin bir parçası olduğu için orasını tamir ettirmeme kararı aldık. Onu düzelttirsek yazık olurdu.

Smicer: Gecenin ilerleyen saatlerinde Milan Baros ve Igor Biscan’la birlikte Taksim’e gittik, orada bir kulüpte taraftarlarla kutlama yaptık.

Yılmaz: Maç çıkışında stat çevresinde Murat Kosova ve Güntekin Onay yayın yapıyordu, ikisinin de büyük hayranıydık tabii o zamanlar, yanlarına gittik. Özellikle Kosova o dönem Türkiye’deki yeni nesil Liverpool taraftarlarının önderi gibiydi. Uzun uzun sohbet ettik, sonra şehre doğru yola koyulduk. Telefonumu çıkarttım, mesaj hafızası dolmuştu. Toplam 10 mesaj saklanabiliyordu zaten. Okuyup, birkaçını siliyordum, sildikçe yenisi geliyordu. O zamanlarda çoğu arkadaşımın çevresindeki tek Liverpoollu bendim. “Abi bu nasıl maç?”, “Oha!”, “Kupa geliyor lan!” şeklinde tweet gibi mesajlar yağmıştı telefona. Mayıs sonu olduğu için herkesin final haftasıydı, ama “Kazanırsanız Taksim’de içmeye geliyoruz” diyen birkaç arkadaşımla sözleştim. Mustafa beni Taksim’de bıraktı; o, Sarp ve Eren evlerine döndüler, çünkü ertesi gün bizim de sınavımız vardı.

Taksim’de dört beş arkadaşımla buluştum. Bizim gibi Nevizade’ye yeni yeni damlayan Liverpoollularla tezahüratlaşmalar başlamıştı. Bir ara “Lan nasıl 10-15 dakikada üç gol attık değil mi?” dedim. “Ne 15 dakikası lan, altı dakika!” dediler. Bütün gece o skorbord karşımdayken altı dakika hesaplamasını nasıl yapamadığımı, o üç gol arasındaki dilimin bana nasıl o kadar uzun geldiğini hiçbir zaman anlayamadım.

Birkaç arkadaşım eve döndü, üç kişi kaldık. İstiklal’in başına doğru yürürken her ara sokakta daha fazla İngiliz gördük. Her birine dalıyorduk ve tahminen bir saat geçirip bir sonrakine geçiyorduk. Herhangi bir taraftara yaklaşıp “Ne geceydi ama” ya da “İstanbul’u sevdiniz mi, uğurlu geldi” gibi bir cümle etmek yeterli oluyordu muhabbet başlatmak için. Herkes duygusal, herkes coşkuluydu. O gece bana ısmarlanan biranın haddini hesabını bilemedim. En sonunda sabah hava aydınlanmışken ayrıldık, 7 gibi eve vardım. Sarhoş değildim, ama uyursam akşamdan (!) kalma olacağımı biliyordum. Yine de yattım, saati 8’e (!!) kurdum, çünkü sınavım 9’daydı. Saat çaldı, kapattım, uyumaya devam ettim. Öğlen gibi uyandım, ilk iş dersin hocasına “Sınava gelemedim” diye mail attım. Güzel adammış, “Sorun değil, yarın yaparız sınavı” diye cevap yazdı. Ekşi Sözlük’te Vedat Okyar-vari bir maç yazısı yazdım. Sonra da dışarı çıkıp bulabildiğim bütün gazeteleri aldım. Pek çok gazete birinci sayfa manşetine Liverpool’u almıştı. Hantal Türk medyası bile doğaüstü bir olayla karşı karşıya olduğumuzu fark etmiş gibiydi.

O günden sonra Liverpool’a üç kez gittim. Başka ortamlarda da Liverpool’dan insanlarla tanıştım. İstanbul’dan geldiğimi söylediğimde gözleri parlamayan tek insan bile olmadı. O maç sayesinde Liverpool ve İstanbul arasında muazzam bir bağ oluştu ve buna denk geldiğim için kendimi sonsuza kadar çok şanslı hissedeceğim. Bir arkadaşım Ekşi Sözlük’te benim için “Liverpool şampiyonsa bu adamın yüzü suyu hürmetinedir” yazmıştı. Egosantrikçe ve safça gelecek, biliyorum, ama Liverpool’un ta Olympiakos maçından Olimpiyat Stadı’na uzanan imkansız yolculuğunda benim de payım olduğunu hissediyorum. Realist değil ama Liverpool’u tutmak da katı gerçekçilerin anlayabileceği bir hal değil zaten.

Gerrard: Odadaki partide en son kalan bendim. Odada pek çok tanımadığım insan da vardı. O sarhoş halimde dahi “Kupa kaybolmasın” diye düşündüm. Odama giderken kupayı da yanımda götürdüm. Oda arkadaşım Xabi’nin eşi de gelmişti, o yüzden başka odaya geçmişlerdi. Kupayla yalnızdık. Onu masaya koyup yattım. Söylendiği gibi sarılarak falan yatmadım! Uyandığımda hala orada duruyordu. Kupaya “Günaydın” dedim.

Poma: Dönüşte Atatürk Havalimanı kaotikti. Bizim uçuşumuz dokuz saat rötar yapmıştı. Bir ara önümüzden Milan takımı geçti. Bazıları “Yazıklar olsun” diye bağırmaya başladı. Bir kişi “Buraya gelmek için borca girdim ben!” diye bağırdı. Paolo Maldini dönüp “Evde kalsaydın o zaman” diye cevapladı. Bu bir aşk hikayesinin sonuydu. Paolo da 2009’da son maçında Curva Sud tarafından yuhalandığında bunu anlayacaktı.

parade4

25 MAYIS 2005’TEN BUGÜNE

Lawson: Liverpool taraftarı olduğum yıllar boyunca kesinlikle hiçbir şey bunun yakınına bile yaklaşamaz. Hala tüylerimi diken diken ediyor. Mükemmeldi.

John Green (Liverpool taraftarı, 1974’ten beri sezonluk bilet alıyor): 1977 Roma’dan bu yana pek çok finale gittim, ama drama açısından hiçbir şey İstanbul’la yarışamaz. Şaka gibiydi. Gerçeküstüydü.

Hamann: O gece bir an, Liverpool oyuncularıyla taraftarlar arasındaki gerçek bağı özetliyor benim adıma. Taraftarlar sadece para ödeyen müşteriler değildi; onlar Liverpool ailesinin bir parçasıydı. Oyuncular Jerzy’yi kutladıktan sonra taraftarlarla kucaklaşmaya gittiler. O an gördüğüm yoğunluk, bir annenin savaşta öldü sandığı oğluyla yeniden kavuşmasına benziyordu. Oyuncular, taraftarlar için kutlama yapmıyordu. Hep birlikte kutlama yapıyorduk. Hepimiz birdik. Bu, hepimizin zaferiydi.

Carragher: Bu geri dönüşün futbolda eşi benzeri yoktur. Teknik ve taktik olarak tarihin en sağlam takımlarından birisine karşı devre arasında 3-0 geridesiniz. Liverpool’un bir futbol kulübü olarak gücünün bu kadar belirginleştiği başka bir gece yoktur. Liverpool’dan başka hiçbir kulüp bu turnuvayı böyle kazanamazdı. Bu maç, kulübümüzün geleneğinin pek çok kilit parçasını bir araya getirmişti. Taraftarlarımızın bu zaferde oynadığı kilit rolden dolayı, bu kolektif bir zaferdir.

Gerrard: Jerzy’nin kurtarışından sonraki anları hatırlamak, bir rüyadan kalan küçük parçaları birleştirmeye çalışmak gibi. Fena halde duygularıma kapılmıştım. 25 Mayıs 2005’ten bu yana o geceden küçük hatıralar geri geliyor ve şimdi o değerli anıların oluşturduğu resmi görebiliyorum. Evimde, Melwood’da ya da Anfield’da gördüğüm her bir fotoğraf başka bir anıyı tetikliyor. Gerçekten böyle mi dans etmişim? Gerçekten böyle şarkı mı söylemişim? Ne zaman Ring of Fire’ı duysam aklıma o coşkulu kutlama anları geliyor. Kafamda gecenin fotoğrafı netleştikçe Avrupa Kupası’nı kazanmış olmanın gururu daha da artıyor.

Carragher: Biz Avrupa’nın en iyi takımı değildik. Yakınından bile geçmiyorduk. Finale çıkamayan takımlarla bizim takımı oyuncu oyuncu karşılaştırdığınız zaman orada olacağımıza asla inanmazdınız. Ama o gece, cesur olan, saha içinde ve dışında en tutkulu olan ve en fazla kazanma isteğine sahip olan takım bizdik.

Benitez: Bir taraftar o geceyi “hayat boyu Liverpool’u tuttuğuma değen gece” olarak tanımlamıştı. Bir başkası şöyle yazmıştı: “25 Mayıs 2005 Çarşamba gecesi Kuzey tribünü, 307. blok, 29. sıra, 366. koltukta bir rüya gördüm. Hepimiz bir rüya gördük. Ve hayatımda bir daha böylesini görebileceğimi düşünmüyorum.”

Carragher: Böyle epik geceler oynandığı yerin adıyla anılır: İstanbul, Liverpool Futbol Kulübü’nün tarihindeki en büyük olaydı.