Bu yazıyı okuyacaklar için baştan belirteyim. Konu Steven Gerrard ama ben bir hayranı değilim. Liverpool’u da desteklemiyorum hatta İngiltere Ligi’ni de çok takip etmiyorum. Ama Gerrard bunlardan daha büyük bir şeyin parçası ve futbolu seven herkesten bir saygı duruşunu hak ediyor.
Bu sezon başında Gerrard’ın kulüpteki geleceği hakkında söylentiler vardı hatta birkaç güvenilir yazar, futbolun saha içinde oynanan, spor olan kısmını analiz ederek, Gerrard’ın artık Liverpool’dan ayrılması gerektiğini, bu sefer mantığın duyguların önüne geçeceğini söylüyordu. Bunları daha önce de duymuştuk, 2005’de Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırdıktan sonra, 2010’da Benitez sonrası değişime gidileceği zamanlarda, 2011-12 sezonunun başında yaşadığı sakatlık süresince Gerrard hep bir yerlere gidiyordu. Fakat bir noktada işler değişiyor, Gerrard karşı çıkılacak hiçbir zayıf noktası olmayan, mantıklı kariyer analizlerini çöpe gönderiyordu. 2011 yılında, ondan sonraki yıllar dünya futbolunu domine edecek Bayern Münih’ten teklif aldığı halde bu altın fırsatı reddetmesinin nedenini, Liverpool’da daha zor şartlarda bir şeyler kazanmaya çalışmak, kolay yolu seçip şampiyonluklar yaşamaktan daha değerli diye açıklıyordu. Geçmişteki o kadar söylentiye rağmen hiçbir zaman takımda rotasyon futbolcusu bile olmadı. Tahtaya adı hep en önce yazıldı. Bütün bunları düşününce bu sezon başından beri artan söylentilerin boşa gitmesini veya yine zayıf noktası olmayan mantıklı kariyer analizlerinin yeniden çöp olmasını beklemek hayalcilik sayılmazdı. Fakat 3 Ocak 2015 günü sabahı Liverpool TV’ye verdiği röportajla herşey resmiyet kazandı ve Gerrard’ın Liverpool kariyerinin bitmesine birkaç ay kaldığı kesinleşti.1
Her şey aslında o röportajda var. Oyuna olan sevgisi, takımına bağlılığı, hocasına saygısı, başarı hırsı gibi onu o yapan her özelliği 12 dakikalık röportajda açıkça görülüyor. Röportajın en sonunda başka bir şey oluyor. Acar muhabir, tüm sorular bittikten sonra “çok saygı duyduğun bir kadının, Margaret Aspinall’ın senin için söylediği bir sözü aktarmak istiyorum, cevap vermek zorunda değilsin” diyor. Gerrard derin bir nefes alıp öne doğru eğiliyor;
O bu şehir için bir futbolcudan daha fazlasıydı.
Gerrard buna karşılık vermek istemediğini söylerken mutsuz görünüyor. Margaret Aspinall, Hillsborough faciasında hayatını kaybedenlerin aileleri için kurulan destek vakfının yöneticisi. Hillsborough’un Gerrard için ne demek olduğunu, onunla iligli yazılan hemen her yazıda görmek mümkün. Aspinall, Gerrard için aslında sadece bu cümleyi kurmamış. Herkesin onu 2005’de kupayla hatırlayacağını fakat onun büyük bir centilmen ve utangaç bir insan olduğu, vakıftaki ailelere çok yardım ettiği gibi şeyleri de anlatmış. Muhabirin sadece tek cümle okuyabilmesinin sebebi de aynı röportajın ortalarında, sana 3-4 kişinin hakkında yazdıklarını okuyabilir miyim sorusuna, iki defa üstelenmesine rağmen, Gerrard’ın hayır demesi ve izin vermemesi. “Duymak istemiyorum, artık içim parçalanıyor, dayanamıyorum.”
Muhabir, o son dakikaya sıkıştırdığı cümleyi, Gerrard istememesine rağmen, belki de en azından bir damla da olsa gözyaşı gösterip röportajını unutulmaz yapmak için okudu. Ama Gerrard kontrolünü kaybetmedi, son dakikalar onun uzmanlık alanıydı. Bu atağı da savuşturdu. Yine de o son cümle her şeyin özetiydi. Gerrard bir futbolcudan daha fazlasıydı, sadece o şehir için değil futbolu seven herkes için.
Aslında bir insanın yaptığı meslekten daha fazlası olduğunu söylemek tuhaf bir durum. Bir genel müdürden daha fazlası, bir programcıdan daha fazlası, o sadece bir elektrikçi değil gibi cümleler kurulsa kulağa tuhaf gelebilir. Elbette her insan yaptığı işten farklı şeyler de yapıyordur, çevresinde işinden bağımsız etkilediği, eğlendirdiği, üzdüğü insanlar vardır. İnsan yaşadıkça bir şekilde iletişime geçtiği diğerlerinin hayatına dokunur, anılarında yer edinir. Bu yerin büyüklüğü bazen o insanın diğerlerinin hayatına ne kadar süreyle dokunduğuyla doğru orantılı artar. Hemen yan sokakta, 25 yıldır bakkal işleten kişi, o çevrede herkesin hayatında bir şekilde var olur. O kişi sadece bakkal değildir, tanıdık bir yüzdür, güven verir. O bakkalın tabelası bile insan beyninde birçok anıyı canlandırır. İstemeden de olsa o anılar başkalarını tetikler, onlar da başkalarını. “Bana her şey seni hatırlatıyor” değildir işin doğrusu, her şey bir şeyi hatırlatır, bazen bir şey de her şeyi. Bakkal orada olduğu süre içinde anılar ve yaşanılan zaman hala iç içedir. Geçmişe dönülemeyeceğinin farkına varılmaz. Bir gün o bakkal mahalleyi terk ederse, o gün insan yaşlandığını, bakkalın tetiklediği iyi kötü her hatıranın artık geri gelmeyecek bir zamana ait olduğunu idrak eder. O hatıralardaki “ben” aslında ölmüştür, bu andaki “ben” ise öleni hatırlamakla yükümlüdür.
Değişimin herkesin hayatındaki hızı, şekli veya yönü farklıdır. Bir süreden sonra o kadar fazlalaşır ki, geçmişi hatırlatacak fiziksel şeyler tamamen yok olur. Kendi adıma, şu anda yaşadığım ortamda, ne doğduğum yerdeki ne de 10 sene yaşadığım İstanbul’daki binalar, sokaklar, barlar, dükkanlar ve insanlar var. Ama anılar duruyor ve tetiklenmesi için illa ki fiziksel bir şey gerekmiyor. Nuri Bilge Ceylan dendiğinde, 110 dakikalık Uzak filminin sokaktaki sahnelerini, o sokaklardan birindeki evimi, sonra o evdeki bir günü, o gün evime gelen insanları, o insanlarla edilen bir futbol sohbetini, o futbol sohbetinde geçen Fenerbahçeli futbolcu Pingel’i, o futbolcunun var olduğuna inanmayan arkadaşı, o arkadaşı inandırmak için gecenin üçünde aranan başka arkadaşı ve sonra bu iki arkadaşla ilgili ne kadar anı varsa onu hatırlıyorum. O zaman Nuri Bilge Ceylan’ın sanatçılığı önemsizleşiyor, benim hayatımda bir yönetmenden daha fazlası oluyor. Veya Rüştü Reçber dendiğinde aklıma Hami Mandıralı geliyor. 1996’da Trabzon’daki maçta üst üste kullandığı ölümcül serbest vuruşları Rüştü kurtarıyor, o kurtardıkça da Hami sinirleniyor. O maç doğduğum şehirde, hayatımıza yeni yeni giren şifreli kanal yüzünden, ailemden zar zor izin alarak, benden 7 yaş büyük kuzenimle, maçı izlemek için gittiğimiz öğretmenevini hatırlatıyor. Birçok öğretmen çocuğunda olacağı gibi, öğretmenevi kelimesi Pandora’nın kutusunu açıyor. Rüştü Reçber, iyi veya kötü, bir futbolcudan öte bir şey oluyor.
Gerrard… Kulübe 8 yaşında gelmiş. Muhtemelen kulüpte o anı gören insanlar hala var. Onun her adımıyla, her şutuyla birlikte dünya da değişti. O futbola başladığında Berlin duvarı yerindeydi, SSCB daha parçalanmamıştı. 18 yaşında, 29 Kasım 1998’de Blackburn karşısında ilk defa forma giydiğinde tribünde olan insanlardan bazıları muhtemelen hala aynı tribünlerde onu izliyor. Onun insanların hayatında aldığı süre 110 dakikalık bir filmden veya Rüştü Reçber’in Fenerbahçe kariyerinden çok daha fazla.
Şu anda pek bir şey hissetmiyorlardır ama bir süre sonra, takım sahaya çıktığında onun olmadığını fark edecekler ve istemeden de olsa kendilerini zincirleme hatırlanan anıları düşünürken bulacaklar. İnsan yıllar boyunca öğretilenin, tecrübe edilenin dışında bir şey gördüğünde belki de savunma mekanizması olarak şaşkınlık, üzüntü, panik, endişe, korku gibi tepkiler verebiliyor. Belki de Liverpool taraftarı, Gerrard’ın olmadığı ilk maçta yerini bulmayan uzun paslar yüzünden endişe duyacak, sahadaki kaptanın alıştıkları hareketleri yapmadığını görünce şaşıracak, son dakikalarda takıma güven veren biri olmadığını fark edince korkacak. Gerrard bambaşka bir ülkede, farklı takımıyla ilk golünü attığında önce yine büyük bir sevinçle ellerini yumruk yaparak tribüne koşacak ama beyni bir şeylerin alıştığı gibi olmadığını ona söyleyecek. Belki bir an duraksayıp yanlış tribüne gittiğini düşünecek ama sonra her şeyi hatırlayacak. Onun için de durum farksız, Liverpool bir futbol takımından daha fazlası olacak. Ne olursa olsun, bir süre sonra herkes yeni duruma alışacak. Birbirleri için ne kadar önemli olursa olsunlar, tekrar buluştuklarında iki taraf da çok farklı olacak. Eski “ben” ölecek, yeni “ben” hatırlamakla yükümlü olacak.
Ama bu ilişki sadece bir şehir ve tüm hayatını orada geçirmiş bir insan arasında değil. Dünyanın herhangi bir yerinde, futbolu seven herhangi biri de Gerrard ismini duyduğunda, iyi veya kötü, büyük veya küçük bir şeyleri hatırlayacak. Ben 2005 yılında İstanbul’daki Liverpool taraftarını, Taksim’de biten bira stoğunu, meydandan Gezi Parkı’na kadar olan yerlerin yapış yapış olmasını, Divan’ın karşısında köşedeki Bereket Döner’deki garsonla uzun uzun Liverpool taraftarlarını izleyip yaptığımız yorumları, Liverpool taraftarı birinin Elmadağ yokuşundan Dolapdere’ye çırılçıplak koşmasını ve bizim Bereket Döner esnafıyla buna gülmemizi, yıllardır yaşadığım sokakların o adam için ne kadar tehlikeli olabileceğinin farkına vardıktan sonra yaşadığım endişeyi, o sokaklardan birinde bulunan evimi, ev arkadaşımı, Taksim’de bira karaborsa olduğundan evdekileri çıkarıp dışarıda satsak mı diye yaptığımız planları, o planları düşünürken bitirdiğimiz biraları, … düşüneceğim.2 Bütün bunların artık tekrarı mümkün olmayan, geçmişteki “ben”in yaşadığı şeyler olduğunu kabulleneceğim. Söylemiştim, İngiltere Ligi’ni çok takip etmiyorum, Liverpool’u desteklemiyorum, Gerrard hayranı da değilim. Ama o daha büyük bir şeyin, bir çok hayatın bir parçası. Bu yüzden sadece Liverpool şehri için değil, belki de hayatında hiç karşılaşmayacağı, varlığından bile habersiz olduğu insanlar için bile bir futbolcudan daha fazlası.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane