Uzun zamandır Türkiye vizyonunda acı bir tabloya mahkûmuz.1 Eylül-Ekim arasında başlaması gereken sezon bir türlü açılamadı. Avrupa ya da Amerika’da çoktan gösterime giren festival filmleri şu tarihe kadar henüz ülkemize uğramadı. Bunun nedenlerinden biri Türk filmlerinin gösterdiği gişe başarısı kuşkusuz. Ha bunun sinemasal bir karşılığı var mı derseniz cevap kısaca şöyle: Yok. Hatta bana sorarsanız son iki ayda gösterime giren “Popüler Türk Sineması” örneklerinden Karışık Kaset’i bir kenara koyun, gerisini çöpe atın derim. İzlediğim hatta maruz kaldığım yerli filmler üzerine özellikle de şu gişe rekorları kıranlar üzerine düşüncelerimi buraya yazsaydım önce ben, sonra da sevdamız Yazıhane davalık olur diye korktum ve sustum.
İşte bu şartlar altında, soğuk ve kötü filmlerle kıyasıya mücadele ederken, uzun uzun bugünlerin gelmesini bekledik. İnanın biz bugünleri ta Temmuz ayından beri bekliyoruz sevgili okuyucular. Ne bileyim bir filmden küfretmeden çıkmayı mesela yahut bir film üzerine severek yazmayı. Sabrettik sabrettik ve işte şimdi, bu güzel Aralık ayında sabrımız ödüllendirilecek diye çok mutluyuz. Önce yorganların altından, sonra odalarımızdan, son olarak da evlerimizden çıkıp koşarak sinemaya gitmemizi sağlayacak filmler çok yakında ülkemizde cirit atacak. Olivier Assayas’dan tutun Roy Andersson’a, Dardenne kardeşlerden tutun Gregg Araki’ye kadar pek çok eli öpülesi yönetmenin filmleri şu 20 gün içinde gösterime girecek. Bu filmlerin içinde sadece bu ayın değil kanaatimce yılın en iyi filmi olan İki Gün ve Bir Gece (Deux Jours Une Nuit) de var. Yukarıda saydığım yönetmenlerin yanına özenle eklenecek bir diğer isim de Ken Loach elbette. Son filmi Özgürlük Dansı (Jimmy’s Hall) yarın ülkemizde gösterime giriyor. Ben de bu vesileyle biraz Loach’dan, biraz da Özgürlük Dansı’ndan bahsetmek istedim.
Bilinçli Basitlik
Ken Loach’un sineması bir bakıma kendi yaşamının bir uzantısıdır. Birkaç sene önce kendisine verilmek istenen “Sör” ünvanını bu “onuru” ona layık görenlere hakaret ederek reddeden, fena halde taraftarı olduğu Bath City mali krize girince imece usulü para toplama işine girişen ve sonunda kulübün borç batağından çıkmasına katkıda bulunan, filmlerini çeşitli festivallerden siyasi sebeplerden ötürü sıklıkla çeken Loach’un sineması da muhalif yaşamına benzer bir öfke ve politik tavra sahiptir.
Ken Loach, etkilendiği filmlerin başında her zaman Bisiklet Hırsızları’nı sayar. Baba, oğul ve çalınan bir bisiklet üzerinden, yani epey minör bir durum üzerinden evrensel bir eşitsizliği anlatan De Sica’ya öykünen Loach benzer bir minör politika benimser ve slogan filmleri çekmek yerine ezilen, sömürülen bireyler üzerinden makro kapitalist sistemin eleştirisini yapar. Bunu yaparken de belirli bir sadelikle hareket etmeye özen gösterir ve hiçbir zaman lineer akışı bozacak hamlelerde bulunmaz. 50 yıllık sinema hayatında yeni biçim arayışları içine hiçbir zaman girmeyen ve anlattığı öykünün gücünden beslenmeyi seçen Loach’un bu “bilinçli basitlik” diyebileceğimiz tavrı sinemasının da özetidir. Sosyalist bir sinemacı olduğunu sıklıkla dile getiren ve yeni gerçekçilikten anladığı şeyin de sosyalist bir sinema olduğunu belirten Loach her zaman genel bir diyalektiğe sahip filmler kurar. Bir ezen-ezilen ikiliği yaratır ve her yeni filminde bu minval üzerine yeni bir söz alır. Birkaç istisna dışında konu modern işçi sınıfının maruz kaldığı durumlardır. Son filmi Özgürlük Dansı ise Loach’un bugüne kadar sıklıkla uğraştığı bu meselelerin köklerine inme çabası olarak okunabilir.
İrlanda Acı Vatan
Özgürlük Dansı’nda Loach bizi 1930’lu yılların İrlanda’sına götürüyor. Büyük Britanya’dan ayrılmak isteyen İrlandalılar ile Britanya’dan ayrılmayı desteklemeyenler arasında bir iç savaş çıkmıştır. Savaşın sonunda kazanan Britanya yanlıları olurken, ayrılıkçılar hapis ve ölüm cezalarına çarptırılmıştır. Loach doğal olarak kaybedenlerin tarafından olaya bakıyor ve öyküyü bu savaşta yenilenlerden Jimmy üzerine kuruyor. Jimmy savaş sonrasında Amerika’ya kaçmıştır ve 10 yıl süren New York sürgününden sonra İrlanda’daki köyüne geri dönmüştür. Burada yıllardır onu bekleyen annesi, şimdi evli olan eski sevgilisi ve dostları ile yeniden yakınlaşmaya çalışır. Zamanla Jimmy başına tüm dertleri açan ve ülkeden kaçmasına neden olan dans salonunu yeniden açmaya karar verir.
Jimmy’nin salonu yalnızca dans edip eğlenilen bir mekân olmaktan çıkmış yoksullara ve emekçilere destek veren kolektif yapının bir parçasına dönüşmüştür. Bu durum da en çok toprak sahiplerini ve Kiliseyi rahatsız eder. Bir yanda dans etmeyi, edebiyat ile ilgilenmeyi seven ve bunları kendi özgürlüğünün bir biçimi olarak değerlendiren halk, karşısında ise tüm bunlara cebren karşı çıkmaya ve bastırmaya çalışan Kilise ve üst sınıflar. Ken Loach kendisine atfedilen işçi sınıfı yönetmeni lakabınının hakkını bu dönem filminde de veriyor. Bu defa işten çıkartmalar yahut ağır çalışma şartları altında ezilen modern işçi sınıfının köklerine inerek meseleyi en baştan alıyor.
Bir Son Duygusu
Gerçek bir öyküden yola çıkan film kimi zaman geri dönüşler yaparak Jimmy’nin İrlanda’dan ayrılma sebeplerine uzanırken, kimi zaman da uzun dans sahnelerinin yarattığı aralıklarda soluk alıyor. Filmin esinlendiği karakter James Gralton bugün İrlanda özgürlük mücadelesinin en önemli komünist figürlerinden biri olarak kabul ediliyor. Pasif bir direniş yerine “senden alınanları geri al” prensibini benimseyen Gralton etrafında toplanan insanlarla birlikte köylülerin elinden zorla alınan ev yahut mekânları benzer bir yöntemle yani silaha başvurarak geri almaya çalışıyor. Kasabanın rahibi, Jimmy’nin salonuna gidenleri ateist, komünist ve daha bir sürü “kötü” şeye bulaşmakla lanetlerken diğer yandan da asayiş birimlerini devreye sokarak iktidarını sağlamlaştırma uğraşına giriyor. Herhangi bir direniş hamlesini direk ateizm, komünizm vs. diye yaftalayan ve katıksız bir nefretle hareket eden rahip karakteri aslında memleketimizin de hiç yabancılık çekmeyeceği bir insan türü. Toprak sahipleri ve asayiş birimleri ile olan yakın ilişkileri ile Jimmy’nin salonuna el koyuyor ve insanların ortaklaşa yarattıkları bir yaşam alanını zorla yok etmeye çalışıyor.
Filmin hem konusu hem de anlatım biçimi için ufak çapta bir demode eleştirisi yapılabilir. Loach’un mesajını net olarak verme çabası bir noktada kaba bir didaktizme dönüşmeye başlıyor. Uzun sayılabilecek süresine rağmen film bir türlü meselesine hâkim olamadan biraz aceleye getirilmiş bir sonla bitiyor. Jimmy karakterinin “iyi bir insan” olmak dışında nasıl bir özelliği olduğunu film derinleşemediği için bir türlü anlayamıyoruz. Biz nasıl Nazım Hikmet filmlerinde ya da belgesellerinde “vatan hasreti çeken şair” seviyesini aşamıyorsak, Loach da James Grelton konusunda aynı dertten muzdarip görünüyor.
Bütün bunlarla beraber, Özgürlük Dansı yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle büyük ihtimalle Ken Loach’un son filmi olacak. Bu durum olaya biraz vicdanlı yaklaşmamızı sağlayabilir. Sonuç olarak ardında Ekmek ve Güller, Benim Adım Joe ve Kes gibi başyapıtlar bırakan bir yönetmenden bahsediyoruz. Sadece sinemaseverlerin değil futbolseverlerin de Looking For Eric sayesinde sevgi ve saygıyla andığı Loach’un vedasının biraz demode bir filmle olması bu açıdan hoş görülebilir. Bütün yolların distopik dünyalara çıktığı yeni kuşak sinemaya nanik yapar gibi filmini umut ve neşe içinde bitirmesi de Ken Loach’un politik tavrının yıllar içinde asla değişmediğine delalet ediyor ve bir bakıma Loach yine bilinçli bir basitlikle tavrını umuttan ve neşeden yana koyuyor. Olaylara biraz da bu açıdan baktığımızda Özgürlük Dansı’nın Ken Loach’un politik tavrına gayet uygun ve kabul edilebilir bir veda olduğunu söyleyebiliriz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane