Skip to content

Ölümüne Kupa

...They're throwin' me in a class with a bad name. I can't believe this is the land from which I came ...All I wanna say is that...

Dün benim için ağır ama sizi pek ilgilendirmeyecek bir haber aldım. Gerd Müller 5-6 gün önce ölmüş. Ama bildiğiniz rekorlar kıran, büyük golcü değil. Üst komşum, ünlü adaşıyla aşağı yukarı aynı yaşlarda olan Gerd Müller.

Oturduğu ev kiraydı. Asıl ev sahibi birkaç sene önce öldükten sonra miras olarak evi alan oğlu, ev şehrin en rağbet gören yerlerinden birinde olduğundan, Herr Müller’in verdiği 320 Avro kirayı çok az buluyordu. Ev eskiydi ama biraz bakım ve onarımla 3-4 katı paraya kiraya verilebilirdi. Fakat kiracıyı koruyan kanunlar Herr Müller’in yanındaydı, o da direnip evi boşaltmadı.

İki sokak arkadaki, yıllardır sattıkları şeyler değişse de dekoru, havası değişmeyen “Drug Store”un müdavimiydi. Hava güzel olduğunda bu barın önünde, hep aynı masada birasını içerdi. Geride kalan arkadaşları o gün gücünü toplayıp gelebilmişse onlarla muhabbet eder, yoksa tek başına etrafı izlerdi. Apartman kapısında, sokakta filan karşılaştığınızda bir selamı esirgemez, halinizi hatrınızı sorardı. Eskaza doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde, posta kutunuza özenle seçildiği belli olan bir tebrik kartı bırakmayı da ihmal etmezdi. Bastonunu apartmanın eski, tahta, dar ve dik merdivenlerinde kullanamadığından giriş kapısının arkasına bırakıp evine çıkardı. Merdivenler onun için çok zorluydu ama hiç söylenmezdi. O baston Herr Müller’in evde olduğunu gösterirdi. Benim bildiğim kadarıyla evlenmemişti, çocuğu, arabası, malı mülkü de yoktu. Keyfine göre bir hayat sürmüş, biz onu tanımazken belli ki çok kitap okumuş bir beyefendiydi. Her hafta sonu evine gidip kaldığı bir kız arkadaşı, 1 saatlik mesafede yaşayan, kendinden 6-7 yaş küçük bir kız kardeşi vardı. Bunun dışında kimsesi var mıydı varsa da görmek ister miydi bilmiyorum.

Dünya Kupası başlamadan önce iyice rahatsızlanan Herr Müller, hastaneye kaldırıldıktan iki gün sonra, kimseye haber vermeden bir taksi çağırıp evine döndü. Aslında yıllardır hastaydı ve onunla ilgilenen tek kişi alt katımızdaki annesi babası Türkiye’den göç etmiş kuafördü. Merkel dünyaya beraber yaşayabilmeyi Mesut Özil aracılığıyla anlatmaya çalışadursun, bir göçmen ailenin çocuğunun Gerd Müller’e gösterdiği ilgi, var olduğu kabul ettirilmeye çalışılan sorunların ve çözüm şekillerinin anlamsızlığının ispatıydı. Dünya Kupası devam ederken hamileliğin son iki haftasında olmasına rağmen, her gün o dik merdivenlerden çıkıp Herr Müller’i kontrol etmeye geliyordu.

Herr Müller’in varlığını bilip kendisini görmediğimiz kardeşini de ilk defa bu zamanlar, merdivenlerden bağıra çağıra inerken gördüm. Bir taraftan eski, tahta, dar ve dik merdivenlere, bir taraftan da kardeşine küfrediyordu. Çünkü Herr Müller, Dünya Kupası maçı izliyordu. Çok heyecanlandığı için maç izlemesi yasaklanmıştı. Ama O umursamıyordu, hayatına mal olabilecek bu kupayı sonuna kadar izlemek istiyordu. O’nu ölüme götürecek şeyin Dünya Kupası olmadığını, artık çaresi olmayan hastalıklardan öleceğini biliyordu. İzlese de izlemese de bu kupa, o hayattayken oynanan son kupaydı. Aynı günün gecesi Rusya – Güney Kore karşılaşmasını sessiz izlerken, üst kattan, Herr Müller’in televizyonundan maç sesi geliyordu, kim ne derse desin, o maçları izliyordu. O televizyondan gelen ses bana ve eminim ona da huzur veriyordu.

Sonrasında ben Brezilya’ya gittim. Çok param olduğu ve “umarsızca” bir yaşam sürdüğüm için beni ne Brezilya’daki eylemler ne de ölen çocuklar ilgilendiriyordu, demek isterdim ama durum bu değildi. 2014 Dünya Kupası’nı bir buruklukla izledim ve öyle hatırlayacağım.

Yoksulluğun bazı bölgelerde üst boyutlara ulaştığı bir ülkede eylemler yapılıyor ama bir taraftan da Çetin Cem’in yazısında bahsettiği “yaz aşkları”nın en ateşlisi Dünya Kupası oynanıyordu. Brezilya dışında da, haksızlığa uğrayanların en ateşli savunucuları olduğunu düşünen bir grup bu Dünya Kupası’nı ve onu izleyenleri lanetliyordu. Onlara göre Dünya Kupası yüzünden çocuklar ölüyordu.

Kendilerine göre haklı olabilirler ama atladıkları, bilmedikleri veya bilmek istemedikleri bir nokta vardı. Belki o çocuklar da dahil olmak üzere Brezilya’da Dünya Kupası’ndan nefret eden insanlar yaşamıyordu. Eylemlerin başını çeken sosyalist parti üyelerinin, Başlangıç Dergisi’nde yayınlanan röportajda söyledikleri gibi, onları öldüren Dünya Kupası değildi. Yıllar öncesinden başlayan “soylulaştırma” projeleri yoksul halka ağır faturalar ödetmişti. Şehrin zengin ve güzel manzaralı kesimlerine yakın favelalar birer birer ele geçirilmiş, bir kısmı turizm adı altında pazarlanmaya başlanmış, pazarlanamayanlar yok edilmeye çalışılmıştı. Evini bırakmak istemeyenler sertlikle karşılaşmış, “bazıları” da polis tarafından öldürülmüştü. Bu yıllardır devam ediyordu fakat orta sınıf ve üzeri bir grubun başlattığı eylemler sayesinde 2013 Haziran ayında dünyanın ilgisini çekmeye başlamıştı. Favelalarda ölen “bazıları” ise ancak bu eylemler sonrası gerçek bir insan yüzüne, bir isme sahip olabilmişlerdi. Kıyım, Dünya Kupası hazırlıkları boyunca da devam etmişti. Brezilya hükümeti hastanelerin, okulların iyileştirilmesi istendiğinde bütçemiz kötü durumda derken, Dünya Kupası için, çoğu son iki yılda olmak üzere 25 milyar Dolar’a yakın bir para harcamıştı. Bu parayı hiçbir zaman eylemlerdekilerin istediği gibi harcamayacaklardı ama Dünya Kupası onlara bir umut vermişti. Belki dünyanın gözü ülkenin üzerindeyken utanıp sosyal haklarda eşitliği getirecek harcamalar yaparlar diye düşünmüşlerdi, o da olmadı. “Soylulaştırma” projelerinde zenginler için yıkılan evler bu sefer takımların kamp alanları, basın merkezleri, stadyumlar için yıkıldı. Yoksulluğa çare olarak sunulan “istihdam yaratılmalı” saçmalığıyla turizme hizmet ettirilmeye çalışılan insanlar da bu sefer inşaatlarda çalıştırıldı. Bütün bunlara direnenler de her zamanki gibi polis şiddeti gördü. Kaybeden yine yoksul diye tanımladığımız, en iyi niyetlinin bile bir şekilde öteki haline getirdiği insanlar oldu. Sonuç değil ama sadece kaybediş şekilleri değişti.

Burada “Yoksullar” diye tanımlanan kaybeden insanların kim olduğunu biraz daha açık anlatmak gerekli. Yoksul aslında parası az veya hiç olmayan insanları tanımlamıyor. Balıkçılık, çiftçilik, çobanlık gibi mesleklerin hala geçerli olduğu küçük yerlerde yaşayan, parası olmayan insanlar buralarda hala diğerleriyle beraber yaşayabiliyor. İsimleri biliniyor, parası olanlarla aynı kahvede oturabiliyor, aynı lokantaya girebiliyor, hastalandığında bir bakanı oluyor, yine bir şekilde diğerleri kadar eğitim alması sağlanmaya çalışılıyor. Sosyal hakları devlet eliyle olmasa da içinde yaşadığı toplum sayesinde bir şekilde korunuyor. Fakat durum büyük şehirlerde farklı. Brezilya’da bu kaybeden insanların aslında kim olduğunu Ayşe Buğra, 2005’te yazdığı bir metinde Türkiye üzerinden anlatıyor.1

“Bugün pek çok başka coğrafyada olduğu gibi Türkiye’de de, yoksulluktan bahsederken kullandığımız dil, modern yoksulluk ve onun toplum düzenini tehdit eden niteliği karşısında oluşmuş bir dildir. Bu dili oluşturan unsurların en önemlilerinden biri korkudur. Yoksullar, başlangıçlarından bugüne bütün modern toplumlarda, “suçun ve şiddetin yaygınlaşması” veya bugün Türkiye’de pek çok kullanılan ifadeyle “sosyal patlama” türü korkularının önemli aktörleri olmuşlardır. Ayrıca yoksullar, yoksul olmayanlarda çeşitli bulaşıcı hastalık endişeleri uyandırırlar. Bunlar, saf fizyolojik bir nitelik taşıyabilecekleri gibi, toplumda çeşitli ahlaki hastalıkların yaygınlaşması endişesi de olabilirler. Bu tür korkulardan kaynaklanan tepkiler, yoksulları tecrit etme ve kontrol altında tutma eğilimleri şeklinde kendilerini gösterebilirler.”

Yine aynı metinde Ayşe Buğra, yoksulları çalıştırma ve onlara yardım etme değil de “balık tutmayı öğretme” saplantısının onları suçlamaya kadar gittiğini, Brezilya’da eylemleri tetikleyen, yeniden kazanılmaya çalışılan, ekonomik güçten bağımsız herkese eşit sunulması gereken sosyal haklarının bu yüzden giderek ellerinden alındığını anlatıyor. Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın eski veya yeni tarihli birçok çalışması var fakat hiçbirinde bu insanlar futbol yüzünden bu hale geldiler demiyor. Ana sebebi, kapitalist sistemin etkisiyle, biz ve diğerleri diye yaşayıp öteki kavramını kabullenmemize bağlıyor.

gerd

Ben Brezilya’dan üçüncülük maçının oynanacağı cumartesi günü döndüm. Komşumuz da adeti olduğu üzere cuma günü kız arkadaşının evine geçmişti. Psikologlar hasta insanların bazen sadece direnerek onlar için önem verdikleri bir günden sonra öldüklerini, bu yüzden doğum günlerinden hemen sonra ölen insanların çok olduğunu söylerler. Sadece tesadüf müydü yoksa O da direnmiş miydi bilmiyorum ama Gerd Müller Almanya şampiyonluk unvanıyla Berlin’e döndükten sonra, sevgilisinin yanında öldü. Sahilde İsrail bombalarıyla ölen çocukların sebebi nasıl, futbol oynamaları veya onlar oynarken seyreden birkaç insan değilse, O’nun da ölüm sebebi futbol izlemesi değil, çaresi olmayan hastalığıydı. Brezilya’da veya dünyanın birçok farklı yerinde güvenlik, modernleşme, dönüşüm, soylulaştırma safsataları yüzünden ölen hiçbir insan da Dünya Kupası yüzünden ölmedi. Onlar, istisnasız hepimize bir yerinden bulaşan, çok tehlikeli ama aslında çaresi bulunabilecek, birlikte yaşayamama, mutlu olmayı bilememe, insani değerlerini kaybetme gibi emareleri olan bir hastalık yüzünden öldü.

Kim ne derse desin bu benim Dünya Kupamdı. Her yerinden sıkıştırıldığımız hayatta bana mutluluk veren nadir şeylerden birini, en sevdiğim insanla hayallerimin ülkesinde izledim. Her anını hatırlayacağım. Ama sadece kupayı değil. Evini korumaya çalışırken ölen Brezilyalıları, grup maçları oynanırken din adına Irak’ta başlatılan katliamı, kupanın son günlerine yaklaşırken bombalanan Gazze’yi, orada top peşinde koşarken ölen çocukları ve bütün bu yazının sebebi, kupanın Berlin’e geldiğini gördükten sonra ölen Gerd Müller’i yaşamım devam ettiği sürece unutmayıp, herkese anlatacağım.

  1. Ayşe Buğra, “Yoksulluk ve Sosyal” Haklar, Aralık 2005: http://panel.stgm.org.tr/vera/app/var/files/y/o/yoksulluk-ve-sosyal-haklar-ayse-bugra.pdf []