Skip to content

Halep Oradaysa…

Bilmiyorum, Simona Halep’i tanımasaydım eğer, kendisini ister Yenibosna metrobüs durağında, ister Piccadilly Circus turnikelerinde göreyim, WTA Tur’un 10 numarası olduğunu herhangi bir şekilde tahmin edebileceğimi zannetmiyorum.

Diziyi takip eden herkesin zaman zaman Sherlockçuluk oynadığına şüphe yok. Metroda kapı açılır açılmaz, Kanije Kalesi’ne girer gibi içeri taarruz eden 55 – 60 yaşlarındaki dayının paçaları çamurlu siyah kumaş pantolonuna, balıkçı beresine ve iki-üç yıllık akıllı telefonuna bakıp ne iş yaptığını, sabah hangi marka kahve içtiğini, sevgilisiyle neden tartıştığını anlamak falan mümkün olmadığı için “Yaa bizim toplum Sherlockçuluk’a uygun değil, ben Londra’da olsam en baba Sherlock’a kafa tutarım” diyerek kapanıyor tabii mevzu her seferinde.

Bilmiyorum, Simona Halep’i tanımasaydım eğer, kendisini ister Yenibosna metrobüs durağında, ister Piccadilly Circus turnikelerinde göreyim, WTA Tur’un 10 numarası olduğunu herhangi bir şekilde tahmin edebileceğimi zannetmiyorum. Daha da ileri giderek zat-ı şahaneleri Sherlock’un da bu konuda benden iyi iş çıkartabileceğini düşünmediğimi söyleyeyim.

Neden diyorum; sporcuların giderek cyborg’a dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Özellikle tenis gibi, bırakın ilk 10’u, ilk 50’ye girdiğinizde dolar milyoneri olduğunuz bir sporda artık herkes biraz daha fazlası için kendini parçalıyor. Glütensiz diyetler, hiperbarik basınç odaları, fitness hocalarına binlerce papel uçlanmak… Aklınıza gelecek ya da gelmeyecek türlü türlü şey. Novak Djokovic’in şu ana kadar yazdığı ilk ve tek kitap “Serve to Win”in alt başlığı “Fiziksel ve zihinsel mükemmellik için Novak Djokovic ile 14 günlük glütensiz diyet”. Kısacası, 2000’lerin başıyla birlikte teniste mesele ağır biçimde fiziksel hale gelmiş durumda ve bunun doğal sonucu olarak artık daha en başta gürbüz, güçlü ve uzun çocuklar seçiliyor. Onlar burs alıyor, onlar sponsor buluyor, haliyle onlar başarılı oluyor. Şu anda WTA Tur’da çok büyük oranda “Çağla Şikel tarzı, böyle at… Yani böyle vücut olarak… Yapısı olarak… Upuzun bacaklar, dipdiri…” oyuncuların olması tesadüf değil.

Halep ise sadece 1.68 boyunda. “Halep ordaysa arşın burada” diyebilir kendisi ama dürüst olmam gerekirse bana 1.70’in altında olmasına rağmen kadınlara “Boyum 1.72” diyen bizim gençleri hatırlatıyor. “Ya zaten ayakkabı ile 1.72 oluyorum, kim ölçecek?”

İşte bu “vitaminsiz” Romen daha geçen Mayıs ayında İtalya Açık başlarken 64 numaraydı. O turnuvada oynadığı yarı final sonrası henüz arkasına dönüp bakmış değil. Sırasıyla Nürnberg, Hertogenbosch, Budapeşte, New Haven, Moskova ve Sofya’daki Şampiyonlar Turnuvası’nda zafere yürüdü ve 2013’ü Serena Williams’ın ardından WTA’nın en fazla kupa alan oyuncusu olarak kapattı. 2014’e de Avustralya Açık’ta oynadığı çeyrek finalle start verdikten sonra kariyerinde ilk kez ilk 10’un içine dahil oldu. Bunu başaran tarihteki dördüncü Romen kadın tenisçi ve durmaya da niyeti varmış gibi görünmüyor. Bu hafta da Katar Açık’ta şampiyonluğu yakaladı. Gerçek anlamda bir spor medyamız olsaydı eğer, yazılı basın spor servislerinde istihdam edilmiş ben ya da benim gibi başka tenis gazetecileri, son altı ay içinde birçok defa “Simona’dan Halep İşi” başlığını kullandığımız için yarınki gazetede Katar Açık haberini nasıl vereceğimiz konusunda epeyce bir kafa patlatmıştık bugün. Neyse ki bu konuda Gabon seviyelerinde falanız da pazarları rahatımız kaçmıyor.

Şunu diyorum, özellikle yüzme gibi bazı sporlarda cüssenin getirdiği somut avantajların olduğu yadsınamaz. Ama toplu sporlarda, ya da raket sporlarında boy-pos kadar, hatta belki de daha önemli başka bir dolu değişkenin olduğunu unutmamak gerekiyor. Yetenek bu unsurlardan başlıcası ama Halep gibi, Cibulkova gibi oyuncuların paçalarından yetenek akmadığı da ortada. Ee o zaman? O zaman kendine inanmak, gayret etmek, çalışmak ve iş ahlakı durumu açıklıyor.

Ülkece çok iyi bildiğimiz kavramlar. Çook.