Skip to content

Efsane Juventus Röportajım

Barda, Andrea Pirlo, Gianluigi Buffon, Paul Pogba, Giorgio Chiellini, Arturo Vidal, Carlos Tevez bir arada. Ve sonra güzel bir sohbet başlıyor. Önce Fransız Paul Pogba geliyor. “Türkiye'yi tanıyor musunuz” diye soruyorum.

Yer: İstanbul X Otel. Burası, Juventus’un karargahı. Otelin alt katında bar var. Ve burası Juventus oyuncuları için uğur merkezi. “Ne zaman bir maçtan önce buraya gelirsek kazanıyoruz” diyorlar. Ve bu otele basın mensuplarının girmesi yasak. Ancak büyük tesadüf, biz rezervasyonumuzu buraya yaptırmışız. Çaresiz bizi kabul ediyorlar. Tek şartları var; fotoğraf çektirmemek. “Tamam” diyoruz.

Barda, Andrea Pirlo, Gianluigi Buffon, Paul Pogba, Giorgio Chiellini, Arturo Vidal, Carlos Tevez bir arada. Ve sonra güzel bir sohbet başlıyor. Önce Fransız Paul Pogba geliyor. “Türkiye’yi tanıyor musunuz” diye soruyorum. Hepsinde ufak tefek bir imaj var. Ama en iyi bilgiyi Pogba veriyor. “Biliyor musunuz, Türkiye’de ortalama bir oyuncu yılda 2 milyon dolar kazanıyor.” İşte burada futbolun efsanevi adamı Andrea Pirlo lafa giriyor, “Yanlış yapıyorsunuz. Dışarıdan oyuncu alarak, para vererek, onları transfer ederek hiçbir yere varamazsınız. Kendi ürününüzü kendiniz yetiştirmeniz gerekir.”

“Gün gelecek, Esat Yılmaer’in efsane Chicago Bulls röportajına atıfta bulunacaksın” deselerdi, o efsane röportaj1 üzerine birtakım goygoy çalışmalarından sonra gülüp geçer, işime bakardım. Galatasaray-Juventus maçına birkaç saat kalmışken, yapılan değil, yapılamayan bir röportaj hakkında bir yazıya girişmek Yazıhane’deki geleceğim için ne kadar mantıklı bir yatırımdır bilemiyorum, ama dünle ilgili hissettiklerimi bir şekilde yazıya dökmem gerekiyor.

Saul Goodman adabını almış Breaking Bad takipçileri bilir ki, nüfuz ve şebeke söylemleri üçe ayrılır: “I know a guy”, “I know a guy who knows a guy” ve “I know a guy who knows a guy who knows a guy”. Kısaca, arkadaş/arkadaşın arkadaşı/arkadaşın arkadaşının arkadaşı olarak basitleştirebileceğimiz bu üçlünün ne demek olduğunu dünkü Juventus otel ziyaretimiz sırasında tüm benliğimle hissettim(Hikayeye başlamadan önce, biz öğleden sonra saatlerinde içeri girdikten sonra otelin içinde güvenlik önlemlerinin iyice arttırıldığını, son kertede otel içinde yalnızca 5 (yazıyla beş) kişi kaldığımızı söylemeliyim).

Şöyle ki;

“I know a guy” statüsündeki üç çocuklu aile, takımdan yaklaşık bir saat önce, yani saat 5’te otelden ayrılıp basın toplantısına giden Antonio Conte ve Gianluigi Buffon ile “aynı hususi araç”la şakalaşa şakalaşa stadın yolunu tuttu. Hem de gözlerimizin önünde. İtalya’nın İstanbul Büyükelçisi, bu önermedeki “guy” kısmına tekabül ediyordu.

“I know a guy who knows a guy” statüsündeki baba-oğul, Juventuslu bir görevli hanımefendiyi kıskaca almış, ortak tanıdıklarının selamını iletiyordu. Yaklaşık beş dakika süren keyifli sohbetleri, hanımefendinin bugünkü maç için birkaç bilet getirip baba-oğula teslim etmeleriyle nihayet buldu. Bu önermedeki ikinci “guy”ın hanımefendi olduğunu biliyoruz, ama önermedeki ilk “guy”ın kim olduğu elbette ki ilelebet meçhul kalacak.

“I know a guy who knows a guy who knows a guy” statüsü, bizim için adeta biçilmiş kaftandı ve bu kaftanı layıkıyla taşıdığımız konusunda en ufak çekincem yoktur. Yirmişer lira vererek içtiğimiz rutin bira ve biranın yanında gelen bayat badem ve fındıkların ardından, yaklaşık iki saattir yatageldiğimiz pusumuzun ilk hediyesini almış, dev akvaryuma meraklı gözlerle bakan Buffon’la burun buruna gelmiştik. Statümüz, bizi otele sokmuş, otelden atılmamıza mani olmuş, Juventus ekibinin etrafında “görünmez” olmamıza göz yumdurmuştu.

pirlo

Gönül isterdi ki, bu noktadan sonra, “Akvaryuma bakmakta olan Buffon, tanıyorum seni!, dedi, tanıyorum seni, sen Yazıhane yazarlarındansın! Sizler Yazıhane’den yazı başına ne kadar alıyorsunuz, iki bin dolar diye duydum! Sonra yanımıza Pirlo yanaştı, yanlış yapıyorsunuz, dışarıdan yazar alarak, para vererek, onları transfer ederek hiçbir yere varamazsınız. Kendi ürününüzü kendiniz yetiştirmeniz gerekir, dedi” diye devam edebileyim ama Buffon’u görmemizle birlikte, otelin güvenlik kadrosunun “fotoğraf çekilmemesi” yönündeki mahalle baskısını üzerimizde en ağır haliyle tekrar hissettik.

Allah hepsine selamet versin, Yazıhane yazarlarının tamamını en kalbi duygularımla selamlıyorum ve hepsinin yazılarını aksatmadan takip ettiğimi belirtmek istiyorum. Bununla beraber, Fikret Özer’in “Eski vs Yeni” başlıklı son yazısı,2 kendisiyle bir nevi telepatik bağımız olduğu şüphesini kuvvetlendirdi. Zira, dün gece yatarken, Juventus’la aynı otelde olma deneyimimi geçmişte tecrübe ettiğim Fenerbahçe ile aynı otelde kalma deneyimimle karşılaştırma gibi bir niyetim vardı.

1992-93 sezonuydu. 30 maçın ardından lig sona erdiğinde, Kocaelispor’un ardından beşinci sırayı alacak, Avrupa defterini ise 7-1’lik Sigma Olomouc turistik gezisiyle tamamlayacaktık; Gordon Milne’li Beşiktaş yıllarının ardından da, Juventus’un bugünkü rakibi Galatasaray şampiyon olacaktı. İstanbul-Adana arası arabalı aile yolculuklarımız nedense sürekli Fenerbahçe’nin Konyaspor deplasmanına denk geliyor ve nedense kendimizi sürekli Fenerbahçe ile aynı otelde konaklıyor olarak buluyorduk! Aradan geçen yıllardan sonra, tüm bu tesadüflerin, babamın hain planları olduğu konusundaki tezlerim artıyor -o da ayrı konu.

Son Fenerbahçe buluşmamızdaki kadro, Engin İpekoğlu, Müjdat Yetkiner, Semih Yuvakuran – İsmail Kartal, Hakan Tecimer, İlker Yağcıoğlu, Oğuz Çetin, Stanimir Stoilov, Dzoni Novak, Tanju Çolak, Aykut Kocaman, Şenol Ustaömer, Rıdvan Dilmen, Gerson Candido de Paula, Turhan Sofuoğlu gibi çok büyük isimleri içeriyordu ve etrafta dolaşıp herkese dik dik bakan, otelin içine sızıp yerleşebilmiş beş kahramanın isteklerini de acımasızca tersleyen, tüm oyuncuları devlet başkanı korumasına tabi tutan Juventus görevlileri gibi ciddiyet ve resmiyet abidesi dahili ve harici görevliler de yoktu! Çılgınlar gibi sağa sola koşturuyor, Oğuz’u görünce Aykut’u, Aykut’u görünce Rıdvan’ı, Rıdvan’ı görünce Tanju’yu satıveriyorduk. Tam da Fikret Özer’in harika yazısında bahsettiği gibi, “cüzdanında hayranlarına vermek için vesikalık fotoğraf bulunduran futbolcuların yerini, dokunulmazlığı olan popüler figürler almamıştı” henüz.

Modern futbol endüstrisi tahlillerine hiç girmiyorum. Özeti şu: Dün yaşadığım hayal kırıklığının bir benzerini, yıllar önce Harbiye’deki bir Nick Cave konserinin ardından yaşamış, konser sonrası 1000 promil alkolle gittiğimiz araç çıkış kapısında hakikaten de Nick Cave’in Jaguar’ının arka penceresini zumzuklayarak, “Nick Babaaa, interview, interview!” diye anırma başarısını gösterebilmiştik. “İlerde ışıklar var, koş lan, kırmızıda yetişiriz” diyen arkadaşımın gazına gelmemi ve Jaguar’ın arkasından depara kalkmamı ise hiç anlatmıyorum. Ama en azından, 10 sene daha anlatacağım bir başarısızlık hikayem daha oldu ki, işte bu paha biçilmez!

  1. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/06/08/48368.asp []
  2. http://www.yazihaneden.com/2013/12/eski-vs-yeni/ []