Son 4-5 senedir Formula 1’in bana ifade ettiği anlam düzenli bir şekilde azalıyor. Askerliğin, insan hayatındaki tüm keyif kaynaklarını kuruttuğu, giden herkesi eskisinden daha bezgin birine dönüştürdüğünü düşünüyorum. Sanki hayatla araya bir buzlu cam giriyor, eskiden keyif alabildiğiniz şeyler tanınmaz hale geliyor. Sonuçta bir zamanlar tutkuyla takip ettiğim F1 benim için 20 küsur arabanın 1,5 saat tur attığı ve sonunda bir “Alman”ın kazandığı bir olaya dönüşme eğilimi gösteriyor, neredeyse.
Yine de bayram tatiliyle birleştirdiğim kısa Avrupa gezimde sadece maddi gerekçelerle1 bir durak olarak belirlediğim Milano’nun Monza’ya çok yakın olduğunu öğrendiğimde heyecan duydum. Yarış veya herhangi bir etkinlik olmasa da orayı görebilmeliydim. Bunu, bundan 15 yıl kadar önce Schumacher için deli olan çocukluk halime borçluydum. Gittiğimde ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu, sadece fırsat olursa pisti –dıştan da olsa- turlamayı istiyordum.
Son derece kapalı, ara ara yağmurun yağdığı bir sabah Milano’dan çıkıp Monza’ya ulaştım.2 Şehre gelince hemen pisti aramaya başladım. Elimde harita yoktu, tek çare “autodromo” levhalarını takip etmek veya insanlara yol sormaktı. Genelde kendi çabalarımla sonuca ulaşmayı tercih ettiğim için levhalara baktım, biraz da içgüdüsel bir şekilde pistin içinde yer aldığı Parco di Monza’ya ulaştım. Piste nereden girebileceğimi bulana kadar bu devasa parkın etrafında 4-5 km yürümüş olmalıyım. Zorlu bir arayışın ardından sonunda girişi buldum. Kapıda 5 € vererek giriş bileti aldım. Görevliye piste inip inemeyeceğimi sorduğumda “normalde yasak ancak şanslıysan inebilirsin” yanıtı aldım. Şansımı sonuna kadar zorlayacaktım, orada olmamın anlamı buydu zaten.
Padok bölgesine ulaştığımda haftasonu yapılacak kamyon yarışları için ekiplerin yerleşmeye başladığını gördüm (günlerden perşembeydi). Piste nereden girebileceğimi göremiyordum, öncelikle ana tribüne çıktım. Start finiş düzlüğünün gerçekten uçsuz bucaksızlığında 1 km’lik mesafenin gerçekte neye benzediğini öğrenmiştim. Şimdi yapılması gereken tura başlamak, ilk fırsatta piste çıkmaktı. Ancak bir WTCC aracı antrenman yapıyordu, bu nedenle içeri girebilmem çok düşük bir ihtimaldi. Piste giremesem bile turu tamamlamaya kararlıydım. Tribünler arası kapılar kilitliydi.
Start finiş’in sonundaki Rettifilo şikanındaki tribüne ulaşabilmek için pistin oldukça uzağına çıkıp yeniden çamur içindeki tribün bölgesine ulaşmam gerekti. Biraz fotoğraf çekip turlayan WTCC aracını izledikten sonra dışarıdan yürümeye devam ettim. Bu arada belirtmem gerekir, pistin etrafı ormanlık olduğundan bu yürüyüş oldukça zorlaşmaya başlamıştı, yazlık ayakkabılarım uzun çimlerde yürürken su alıyordu. Aslında harika bir yarış için gereken tüm koşullar mevcuttu, ancak tek seyirci bendim ve ben de ait olduğum tribünlerde değildim… Curva Grande’ye geldiğimde ise pistin kenarındaki kapının açık bırakıldığını gördüm. Aradığım fırsat elime geçmişti, ama çok büyük bir kararsızlık süresinden sonra korkularım baskın çıktı ve içeri girmedim. Hem kendim, hem de sürücüler için tehlike yaratmak, uluslararası bir gerginliğe sebep olmaktan korkuyordum. Pistin etrafını yüksek duvarlar çevirmeye başlamıştı bu noktadan sonra. Ben yine de inatla ormanın içinden, duvarın hemen dışından yürümeyi sürdürdüm ve sonunda bir yerde duvarların altında boşluk gördüm. Eğilip içeri girdiğimde kendimi bir anda lastik bariyersiz bir bölgede, kum havuzunda bulmuştum. İnsan hayatında genelde şans bir kez gelir, iki kez gelmesi nadirdir, üçüncü kez gelmesi ise neredeyse imkansızdır. Bu sefer şansı tepmeyecektim, pistin içinde yürüyecektim. Az önceki kuruntumun ne kadar gereksiz olduğunu neyseki çok geç kalmadan anlamıştım.
Yine de tedbiri elden bırakmıyordum, mümkün oldukça lastik bariyerlerin gerisinden gidiyordum. Yaklaşmakta olan bir motor sesi duyduğumda hemen hızlanarak güvenli bir yere geçiyor, antrenman yapan aracın geçişini bekledikten sonra yoluma devam ediyordum. Bu anlar geri gelmeyecekti, olabildiğince tadını çıkarmalıydım, Lesmo’ya yaklaştığımda artık bariyer gerisinden değil kum havuzundan gidiyordum. Lesmo’yu geçtikten sonra ise nemli asfalta adım atmaya cesaret edebilmiştim. Şimdi düşünüyorum, acaba içte kalan tarihi oval piste girmeli miyim düşüncesi hiç gelmedi aklıma. Ama yolun tam nereye çıkacağını bilmediğimden, her şeye rağmen hala biraz tedirgin olduğumdan düşünmedim sanırım. Şu anda geriye dönüp baktığımda o dakikalarla ilgili küçük de olsa tek pişmanlığım bu olabilir.
Monza, F1’in tutkuyla yapılan bir centilmenler kulübü eğlencesinden milyarlarca euroluk bir teknoloji endüstrisine dönüşümünün en yakın tanıklarından biri. Ayrıca şimdi sahip olduğumuz güvenlik standartlarının en büyük sorumlularından biri. Emilio Materassi ve 27 seyircinin ölümüne neden olan 1928 kazasından tutun, Alberto Ascari, Jochen Rindt ve Ronnie Peterson gibi çok önemli pilotların hayatlarını kaybettikleri kazalarla anılan, tüm takvimdeki, hatta ABD’nin oval pistlerini saymazsak dünyadaki en hızlı pist. Benim kişisel seyir tarihimde ise 2006’da Schumi’nin emekliliğini açıklaması, 2008’de Vettel’in ilk galibiyeti, 1999’da buz adam Hakkinen’in yarış dışı kaldıktan sonra gözyaşlarına boğulması gibi olayların ev sahibi, 100 yıla yakın bir tarihin beşiği… Ve ben bütün bu anıların yaşandığı asfalttan, topraktan, kum havuzlarından yürüyerek geçiyordum. WTCC araçlarının antrenman yaptığı yerde ben çekine çekine, kimsenin başını belaya sokmamak adına kenardan, ne kadar kalın olduğunu yakından görerek şaşırdığım lastik bariyerlerin yanında ilerliyordum. Bir yanda hayatımda gördüğüm en güzel yerler listesine en üstlerden giren Parco di Monza’nın bir cinayet romanından çıkmışçasına esrarengiz ve puslu atmosferi, onun ortasında ise ileri teknoloji ve mühendisliğin en son oyuncakları… Hockenheim, Spa gibi pistlerin helikopter çekimlerinde gördüğüm yeşilliğinin gerçekten ne kadar haşmetli bir yeşillik olduğunu kendi gözlerimle görmüştüm.
Görebildiğim noktalarda bir güvenlik kamerası yoktu, zaten ortada ne bir görevli, ne benim gibi bir başka turist görebiliyordum. 2-3 dakikada bir bulunduğum yere ulaşıp turlarını sürdüren WTCC araçları dışında bu muazzam huzuru bozacak bir dış etken yoktu. Sadece bir kez sivil bir binek aracı geçti yanımdan, bir kez de çekici.. Çekicinin içindeki şoför abi bana tuhaf gözlerle baktı ama kimse beni herhangi bir konuda uyarmadı.
Artık turumun sonlarına yaklaşıp efsanevi Parabolica’ya geldiğimde aklımda şu soru vardı: Ben neden buradayım? Yabancı olduğum bir ülkede, hayatımda hiç bulunmadığım ve belki bir daha bulunamayacağım bir yerde, tüm güvenlik önlemlerini hiçe sayarak pistin kenarında yürüyordum. Ama yanıtı bulmam gecikmedi, çünkü canım öyle istemişti. Hiç kimseye hesap vermeden, kafam nereye gitmek isterse yorgun bacaklarım beni oraya götürüyordu. Kendi ülkemde sahip olamadığım kafama göre takılma özgürlüğüne burada kısa süreliğine sahiptim, neden değerlendirmeyecektim ki?
Çünkü yabancı olmanın bir güzelliği varsa o da kendini tüm toplumsal ve resmi kimliklerden soyutlayarak isimsiz, geçmişsiz ve geleceksiz birine dönüşmek herhalde. Beni görenler için ben bugün varım yarın yokum, oradakiler benim için gelip geçici görüntüler, hayaller.. Gerçekliğim bile tartışma yaratır hale geliyor. Para kazanmak, hayatta kalmak için çalışmak zorunda olduğumuz işler olmadan, sıfatlardan ve isimlerden sıyrılarak sadece şuursuzca yürüyen bir adama dönüşüyordum, kısa bir süre de olsa kendimi varoluşumdan başka hiçbir yönümle tanımlamıyordum, sahip olduğum bedenim ve sırt çantamdan başka bir şeyim kalmıyordu. Arada bir yanımdan geçen arabalar ve pist görevlileri bana ters ters bakarlarken nasılsa dillerini anlamamanın, tam olarak anlaşamayacak olmanın, bu nedenle orada neden bulunduğumu kimsenin merak etmeyeceğini bilmenin rahatlatıcılığını doyasıya hissediyordum. Autodromo’nun nemli asfaltında, Parco di Monza’nın uçsuz bucaksız ormanında kayboluyordum, kendimi kaybediyordum, kaybettiriyordum.
Start finiş düzlüğüne geldiğimde piste kukalar dizen birkaç görevli ve bir de spor araba vardı. Sanırım bir organizasyon için hazırlık yapılıyordu. Artık zaten olan olmuştu, ya da ben kendim heyecan yaratmış, hiç kimsenin önemsemediği benliğimi olmayan bir maceranın sahte bir kahramanına çevirmiştim. Sonra da kendi yalanıma inanmıştım. Kahramanlığım sahte olsa da hissettiklerim gerçekti, beni de ilgilendiren tek şey buydu.
Damalı bayrağın sallandığı küçük kuleye çıktığımda muazzam bir sağanak bastırdı. Pistin üzerindeki görevliler buldukları köşelere sığındılar. Ben de kulübede mahsur kaldım, müthiş yağmuru pistin en rahat ve güzel yerinden seyrettim. Sonra yağmur bitti, pit duvarında yürüdüm. Monza’nın kendine özgü podyumunun altından geçtim. Pit alanının bittiği yere geldiğimde benim gibi iki turist pit bölgesindeki binaların birinden çıkıverdi. Evet, yaşadığım tüm heyecanın boşa olduğu, aslında kimseye sormadan piste çıkıp yürüyebileceğim kesinleşmişti. Yaşadığım tüm heyecan, çamurlara batıp çıkmam boşunaydı veya gereksizdi. Kapıda bilet almama bile gerek yoktu. Bir masaldı belki tüm olanlar ve kesinlikle böylesi daha iyiydi. Orada geçirdiğim birkaç saati beynime kazıyan, kısa ömrümde unutulmayacak anların arasına sokan tüm bu deneyim, belki de “boşuna” yaşadıklarım sayesinde bu kadar eşsiz bir nitelik kazanmıştı.
O turistlerin içeri girdiği kapıdan dışarı çıktım. Güvenlik aracı ve diğer resmi araçların bulunduğu yerdi burası. Ve 1954’te Fangio’nun kazandığı yarışın anısına yapılmış Fangio heykelinin yanından geçerek pistin dışına, parkın içlerine doğru yol almaya başladım. Muhteşem Parco di Monza’nın havasını ciğerlerime çekerek, daha önce benzerini yaşamadığım bu dakikaların anısı hala tazeyken sadece burada geçirdiğim birkaç saat için bile Türkiye’den kalkıp onca şehir görüp, defalarca garlarda uyuyup acı çekmeye değeceğini düşünüyordum.
Her güzel şey gibi, aslında kısaca her şey gibi gezim bitip bu gezimin sponsoru olan tam zamanlı sorumluluklarıma döndüğümde pantolonumda hala Monza’nın çamuru duruyordu. Aklımdaysa hiçbir zaman unutmayacağım o heyecan ile beraber mutluluğun hafif yıllanmış ve en ideal formunu bulmuş tarifi güç tadı vardı…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane