Üniversite yıllarına dayanıyordu tanışıklığımız. İlk önce yüz aşinalığım olan, kantine girip çıkarken uzaktan başımı hafifçe eğerek selamlaştığım adamdı. Daha sonra adlarımızı öğrendik bir şekilde. Denk geldikçe havadan sudan konuşmaya başladık. Zaman geçtikçe muhabbetler koyulaştı. Okulda birlikte vakit öldürüldü. Daha sonra gece çıkışları birlikte yapılmaya başlandı. Eküri olmuştuk, gerekli durumlarda birbirimize “wingman” görevlerimizi tüm ciddiyetiyle yapıyorduk. Ben ailemle oturuyordum, onunsa kendi evi vardı. Bu nedenle bazı haftasonları onun evinde geçirirdik. Evdeki muhabbetlerde mutlaka “interraile kesin gidiyoruz bak bu sene” lafı geçerdi. Haftada iki halısahayı eksik etmiyorduk. Üstelik aynı takımlıydık. Kombineye paramız yetmiyordu ama sık sık yeni açığa gidiyorduk. Daha sonra okulu bitirme telaşı başladı. Bu esnada bir manita yaptı. Kız biraz uyuzdu açıkçası. Sanırım bizim ekürilik durumumuzdan biraz sıkılmıştı. Önce kıyafetleri hafif değişti, sonra da tavırları. Hala dosttuk ancak eski tadı yoktu muhabbetlerin. Sıkıcılaşmıştı. Ben de yeni insanlarla tanıştım, sevgililerim oldu. Artık haftasonları başka arkadaşların evinde kalıyordum. Aynı sınıftaydık ancak sınıf harici pek görüşmüyorduk. Sonra okul bitti.
Arctic Monkeys ile de aslında maceramız böyle başladı. 2006 yazında Bristol’a gittiğimde önce adlarını duymuştum tanıştığım elemanlardan. Uzaktan yüzünü tanıdığım adamdı. Ardından 1-2 şarkısını dinledim doğdukları coğrafyada. Muazzam bir enerji vardı şarkılarda. Memlekete döndüğümde ise hemen Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not albümünü indirdim. Albüm adeta hayatımın fon müziğini oluşturmuştu. Ekürim gibi olmuştu albüm. “I Bet You Look Good on the Dancefloor” ile tepiniyor, “Still Take You Home”la geceleri gördüğüm tiplerle dalga geçiyor, “Mardy Bum” ile ulan demek ki dertler hep aynı diyor, “When the Sun Goes Down” ile Sting Reyiz’e selam ediyordum. Hayatımın en çok üst üste dinlediğim 5 albümünden biri olabilir Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not.
Ardından Favourite Worst Nightmare geldi. Artık hayatımda daha çok Arctic Monkeys şarkısı vardı. “Old Yellow Bricks” o dönemlerde hayatıma giren sıkışmışlık, daralma ve kaçış isteğini daha iyi tanımlayamazdı. Artık sadece ekürilikten çıkmıştı ilişkimiz grupla. Neredeyse kendimi tanımlarken bir “wingman” görevi görüyordu benim için. “505” ile sevdiğim kadınlar ağladıklarında neler hissettiğimi ve yaptığım uzun seyahatler sonunda rutin hayata geri dönüşlerin sıkıntılarını hatırlıyordum. “Do Me a Favour” ile eşşekliklerimizin pişmanlıkları yaşanıyordu. Jenerasyonumun en yetenekli adamı Alex Turner ve saz arkadaşlarıyla birlikte olgunlaşıyorduk.
Evet, okul bitti. Aradan çıksın diye askere gittim-geldim. Arada ortak arkadaşlar sayesinde birbirimizden haberimiz oluyordu. Farklı arkadaş gruplarımız ve zevklerimiz vardı. Keyfi yerindeydi. O kızdan ayrılmıştı. Biraz daha eskiye döndüğünü söylüyordu ortak tanıdıklarımız. Bir akşam ikimiz de sarhoşken İstiklal’de karşılaştık. Dakikalarca ayakta kahkahalar atarak sohbet ettik. İkimizin de telefonları değişmişti. Birkaç hafta sonra buluştuk. Tüm gece boyu zamanında birlikte yenilen haltlar üzerinden konuşuldu ve gülündü. Neden ilişkinin koptuğu hatırlanmadı bile. Hala maçlara gidiyordu. Haftada bir yaptıkları halısahaya çağırdı beni. Her birimiz değişmiştik. Kısmen yontulmuş, kısmen de olgunlaşmıştık. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmeyi öğrenmiştik. Birlikte maça gitmesek, dışarı çıkmasak veya birbirimizin evlerinde kalmasak bile artık haftada bir halısaha yapıyorduk.
Favourite Worst Nightmare sonrası Arctic Monkeys dünyada patladı. Artık herkes Alex Turner’ın ve grubun yeteneğinden bahsediyordu. Ancak Alex kendini biraz daha farklı müziklere yakın hissetmeye başladı. Ve Humbug albümü bu bağlamda ortaya çıktı. Değişen hayatları, artan şöhret, artık olgunlaşan grup elemanları ve değişen prodüktör benim arkadaş değiştiren yeni sevgili gibiydi. Eski muhabbetlerin tadı yoktu. Onlar hayatlarından memnun olsalar da ben arkadaşımı kaptırmıştım. Belki de ben yeteri kadar olgunlaşamamıştım. Daha Humbug’u sindirememişken bir darbe de Suck It and See albümüyle geldi. Bu albüm benim adıma en az dinlediğim Monkeys albümü olabilir. Ancak bir veya iki defa albümün başından sonuna dinleyebildim. Aşırı sıkıcıydı. Belki de beklentilerim farklıydı. Sevmemiştim çoğunluğun deyimiyle “olgunluk” dönemlerini; ben Sheffield mahallelerinde takılan eski arkadaşımı istiyordum.
Ve bir gün, sokakta üniversiteden beri görüşmediğim eski arkadaşa rastlamışçasına, “Do I Wanna Know”a denk geldim. Bilmiyorum ya ben de sonunda olgunlaşmıştım veya Arctic Monkeys ile asgari müştereklerde buluşmuştuk ama şarkı bir anda beni tavladı. İlk iki albüm kadar olmasa bile heyecanlandım bile diyebilirim. Ardından “Why’d You Only Call Me When You’re High?” geldi. Yine ortak dertlerden bahseder olmuştuk. Sanırım AM albümü o eski arkadaşla tekrar halısahaya gidiş oldu. Evet hala eskisi gibi eküri değiliz ancak sıkıntılı anlarda sığınılacak limanları biliyoruz. Ne zamandır İstanbul’da konser vermesini en istediğim grup geldi. Uzatmaya gerek yok. Dedikleri gibi “eski dosttan düşman olmaz”.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane