Kariyerinde önemli bireysel başarılar elde etmesine rağmen asla yüzük kazanamamış bir basketbolcu emekliye ayrıldığında, NBA sohbetlerinin en saçma tartışması da alevlenmeye başlar: Şu/Bu/O oyuncu Hall of Fame’e kabul edilmeli mi?
Hall of Fame, sınırları belli olmayan bir müessese. Cetvelle ölçemeyeceğimiz bir kavramla karşı karşıyayız: Greatness. Elle tutulur, gözle görülür kriterlere sahip olmadığımız için hangi oyuncunun tarihte daha büyük yer kapladığına şüphe götürmez bir netlikle karar veremiyoruz. Bob Cousy mi daha büyük basketbolcuydu, yoksa Isiah Thomas mı? Cousy kariyerini 50’lerde geçirdiği için tutunabilecek bir referans noktası bulmakta bile zorlanıyoruz. Eski efsaneleri, NBA’in şafağında oynadıkları için olduğundan daha değerli veya değersiz addetmeye meyyaliz. Kariyerinin son senesine dek playoff ilk turunu geçemeyen Tracy McGrady mi Hall of Fame’e kabul edilmeli, yoksa yüzükler kazanmak için çok daha küçük bir rol üstlenen Manu Ginobili mi? Normal sezondaki başarılarla veya yalnızca playoff hikayeleriyle sporcuları taksim etmeye çalışan iki farklı klişenin arasında yolumuzu şaşırıyoruz.
Hall of Fame, bizleri hayalî bir cetvel yaratmaya ve kendi uydurduğumuz cetvelin kıstaslarına iman etmeye zorluyor. Oyuncuları hatıralarımızda (ve YouTube’da) muhafaza etmek yerine kategorize etmeye çalışıyor, üstelik oynak bir zemin üstüne inşa ettiğimiz bu kategorizasyon ile tarihteki tüm basketbolcular için hatalı bir algı tesis ediyoruz.
Hall of Fame için tamamen doğru bir tarife sahip değiliz ama -istemesek bile- kendimize göre en ideal sınırları çizmekten de geri kalmıyoruz. Bazıları, yalnızca mükemmel kariyerlerin Hall of Fame’de temsil edilmesi gerektiğini iddia ediyor. Kariyerinde hiçbir eksiği olmayan (MVP ödülü kazanmış, istatistik departmanlarını domine etmiş, birkaç kere takımını şampiyonluğa taşımış, oynadığı dönemde çağdaşlarının arasından sıyrılıp kendi pozisyonu için en iyi ilan edilmiş, gelmiş geçmiş en büyük basketbolcular tartışmasında hep en önlerde yer almış…) isimler: crème de la crème, best of the best.
Mesela kariyerinin zirvesini 2000’lerde geçiren basketbolcular arasında yalnızca dört isim bu tanıma uyuyor: Duncan, Shaq, LeBron, Kobe. Tabii en büyük on oyuncu tartışmasının dışında kalmalarına rağmen mükemmel kariyere sahip üç isim daha var: Garnett, Nowitzki, Wade.
Yalnızca altı veya yedi basketbolcuyla 2000’lerin anlatılamayacağını düşünenler, mükemmel kariyer peşinde koşmak gibi obsesif bir klişeden kurtulmuş görünmelerine rağmen yepyeni tartışmaların zeminini hazırlıyorlar. Herkes Hall of Fame’e kendince en doğru kriterleri tayin ediyor: MVP ödülü (Iverson, Nash), yüzük (Kidd, Pierce), istatistikî krallıklar (Durant, T-Mac), kariyer zirvesinde yakalanan istatistikler (Webber, Hill), kariyer genelinde yakalanan istatistikler,1 All-NBA onurları veya tüm bu kriterlerin izafî bir ortalaması. (Ray Allen, Vince Carter, Tony Parker, Chris Paul, Pau Gasol, Manu Ginobili, Carmelo Anthony, Dwight Howard…)
Naismith Basketball Hall of Fame’in teamülleri, saydığım hemen her ismin kabul edilebileceğini söylüyor; son senesine dek playoff ikinci turu göremeyen muhteşem yetenek Pete Maravich,2 dört kere şampiyon olan ama oynadığı hiçbir takımda birinci veya ikinci adam rolü üstlenmeyen Jamaal Wilkes,3 beş sene boyunca olağanüstü skorer performansı veren ama sakatlıklar sebebiyle kariyeri yalnızca sekiz sene süren David Thompson…4
Bahsettiğim oyuncuların hiçbirine itiraz edemem ama Hall of Fame’in seçici davranmak yerine kapılarını her misafire açması, başka çelişkileri de beraberinde getiriyor. Mesela 40 sene düşünsek aklımıza gelmeyecek Joe Dumars Hall of Fame’de ama 10-15 sene düşününce akla gelen Sidney Moncrief değil. Bireysel istatistikler şöyle:
Dumars: 16-2-5 (%46); 6 x all-star, 1 x All-NBA second team, 2 x All-NBA third team
Moncrief: 16-5-3 (%50); 5 x all-star, 1 x All-NBA first team, 4 x All-NBA second team, 2 x Yılın Savunmacısı
Peki Dumars HOF’ta olduğu için Moncrief ismi de düşünülmeli mi? Üstelik bu karşılaştırmanın iki yönlü işlediği de unutulmamalı: Dumars’a kıyasla daha parlak bir kariyer geçiren Moncrief ismi söylenebileceği gibi daha sönük bir kariyeri olan Andrew Toney de örnek gösterilebiliyor. Hall’e takdim edilen her tartışmalı basketbolcuyla beraber gündeme yepyeni isimler geldiği için (Merhaba Robert Horry) all-star seviyesindeki hemen her basketbolcu tartışmanın içine girmiş oluyor.
Tabii tüm arızalarına rağmen Hall of Fame mekanizmasının sunduğu fırsatları görmezden gelmek de mümkün değil:
1. Efsanevî isimlerin (en azından bazılarının) ebediyen NBA ailesi içinde temsil edilmesi.
2. Basketbolla ucundan kıyısından ilgilenen seyircilerin bile birkaç saat içinde lig tarihiyle haşır neşir olabilmesi.
Yalnızca NBA tarihini takdis eden bir Hall of Fame, temel işlevlerini yerine getirebilirdi. Fakat Naismith Hall Of Fame’in şu anki yapısı, buna bile müsaade etmiyor. Aynı anda hem NBA’i, hem Kuzey Amerika’da kurulmuş diğer ligleri,5 hem uluslararası alanda başarı göstermiş basketbolcuları (Olimpiyatlar, Dünya ve Avrupa Şampiyonaları…), hem tarihteki alakalı/alakasız pek çok ismi, hem de kadın basketbolunu -Women’s Basketball Hall of Fame isimli başka bir müessese olmasına rağmen- kanatları altına almaya çalışan Naismith HOF, artık tamir edilmesi mümkün olmayan bir enkazdan farksız.
GOAT tartışmalarının en büyük favorileri (Jordan, Kareem, Duncan…) ve Harlem Globetrotters formasıyla Kuzey Amerika’ya basketbolu sevdiren efsanevî animatörler (Reece “Goose” Tatum, Marques O Haynes…) aynı unvanı, aynı Hall’u, aynı ebedî istirahatgahı paylaştığı için tüm bu kategorizasyon tartışmaları daha da renksiz ve lezzetsiz hale geliyor. Söyleyebileceğim her kelime anlamını yitirince, aklımdaki son çareye sarılıyorum. Mutlak bir kararlılıkla havaalanına gitmek, Springfield’a uçmak, ıssız bir tepeden Hall of Fame binasına bakmak ve devcileyin bir pembe armadilloya dönüşerek hücuma geçmek istiyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane