O kaseti toplamak için saatler harcadım. Kaset hazırlamak benim için mektup yazmak gibidir; defalarca silerim, düşünürüm, en baştan başlarım.1
Kişisel yazıları ve nostaljiyi sevmem. Ama bu yazıda beni mazur göreceksiniz, ikisini de yapacağım. İlk gençliğini kasetler çekerek, cesaretini toplayıp onları paylaşarak ve tepki bekleyerek geçirmiş her normal kişi gibi, beni kasetler büyüttü. Dave Grohl bir röportajında “kasetlerle açılma” tekniğinin evrensel olduğunu açık etmişti. “‘Şimdi şu şarkıları koyacağım ve o kıza vereceğim. Böylece o da onun hakkında neler hissettiğimi anlayacak.’ derdim, ama o kasetleri asla dinlemezdi.”
Manyetik bantlara ses kaydetmeyi akıl etmek ilk olarak Almanların, AEG’nin işiydi. Ancak kilolarca ve en azından bir elle tutup yerleştirmesi imkansız olacak kadar büyük olan manyetik bantları daha ufak, hafif ve taşınabilir hale getirmek için 28 sene geçmesi gerekiyordu. Hayır, bildiğimiz kadarıyla pek çok görkemli buluşta olduğu gibi bir kişinin adı yoktu bunun arkasında, banyodan “Evreka!” diye fırlayan, ya da kafasına düşen elmanın ilhamıyla harekete geçen çılgın bir profesör yoktu ortada. Philips’in mühendisleri 1963’te bantları küçültüp kaset haline getirdi ve onu dinlemek için hafif cihazlar üretti. Müzik, o gün geri dönmemecesine değişti.2
Kasette, kendinden önceki koca makaraların ve afili plakların sahip olmadığı birkaç özellik vardı. Hafifti, taşınabiliyordu. Plaktan daha uzun süre kayıt alabiliyordu. Bir plağın tamamının 45 dakika olmasına karşın bu süreyi bir yüzüne sığdırabilen kasetler vardı. Ve galiba en önemlisi, kolayca kopyalanabiliyordu.
Şimdi hatırlamadığım birisi söylemişti, eski Roll’ların birinde okumuştum, walkman’in icadını “müziğin öldüğü gün” olarak tanımlıyordu. Düşüncesi ilgi çekiciydi, ona göre insanlar müziği fona çekme alışkanlığını o zaman kazandılar. Bugün herkesin kulaklıkla dolaştığı, müziği gittikçe daha fazla hızla tükettiği dönemin kapısını walkman açmıştı, doğrudur. Ama herkes aynı fikirde değil. Edinburgh Üniversitesi’nden Müzik Psikolojisi Profesörü Raymond Macdonald’a göre kasetler bizim kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü bile değiştirmişti. “Dışarı çıkmadan önce artık psikolojik tercihler yapabiliyorduk. Şimdi nasıl hissediyorum? Beş dakika sonra nasıl hissetmek istiyorum? Hedeflediğim şeylere nasıl müzikler yardımcı olacak? Ve eğer bir trendeysem ne dinlediğimi kimler duyacak?”
Doğru. 90’lar boyunca müziği Sony’nin meşhur siyah walkman’leriyle dinledim ama kasetler denince aklımda beliren yüzlerce andan çok keskin bir tanesi var. 1998’in baharındayım, o yıllarda her bahar olduğu gibi aşığım ve o yıllarda her gün olduğu gibi delice müzik dinliyorum. Pearl Jam’in “Vitalogy”sini keşfediyorum. Albümü her dinlemeye başladığımda beşinci şarkıya kadar sorunsuz geliyorum, “Nothingman”den sonra arka yüze geçiyorum, o bittiği anda diğer yüzde “Better Man” başlıyor. Bunu nasıl keşfettiğimi sormayın, ben de bilmiyorum, ama sonsuz bir Nothingman-Better Man sarmalına kapılıyorum. Evet, bunu CD player’ların programlama özelliğiyle, Winamp’teki ya da iPhone’unuzdaki playlist’le de yapabilirdiniz, ama bu benim için bir mucizeydi. Ve Macdonald gibi, o anda hissetmek istediğim şey tam da oydu.
Batıda 90’ların ikinci yarısından itibaren kasetler düşüşe geçti. 1997’de İngiltere’ye giden bir arkadaşıma Oasis siparişi vermiştim ama eli boş dönmüştü: “Orada kaset diye bir şey kalmamış, her şey CD!” Kendine “D’You Know What I Mean?”in CD single’ını almıştı. Bana b-side’daki (yani artık lafın gelişi b yüzü olan, single dışındaki parçalar) “Stay Young,” “Angel Child” ve “Heroes”u kasede çekmişti, oradan dinlemiştim. Ben ilk discman’imi birkaç sene sonra alacaktım, ki birkaç yıl üç-beş tane CD ile idare ettim. Bulgar CD’ler güzeldi ama Mersin’e tek tük gelirdi, gelenlerin içinden benim zevkime göre olanları ise daha azdı. Bu yüzden benim için kaset doğrudan üniversite (2000) öncesini simgeleyen bir dönem.
Bugün o yüzden kaset nedir diye düşündüğümde koca bir dönem aklıma geliyor. Arkadaşımın ablasından çalıp bana sattığı Phil Collins “…But Seriously”si ve “The Bodyguard” soundtrack’inden hangisinin “ilk” olduğunu hatırlamıyorum. Ama bir anket sorusu olduğunda onlardan 5-6 ay sonra aldığım U2’nun “Zooropa”sını “ilk kasedim” diye anlattığım doğrudur. O kasedi alırken kasadaki “abi”nin “Sen U2 mu dinliyorsun?” sorusunu hayatımda en gurur duyduğum anlardan biri olarak hala hatırladığım da. Punk’a ve grunge’a çekme kasetlerle bulaştırılışım, Oasis hayranlığım, Blue Jean’den hediye olarak kazandığım Pulp ve Gene kasetleriyle Britpop’un derinlerine dalışım, The Verve, Massive Attack, Fatboy Slim’le farklı sulara açılışım, Mersin’de aylarca arayıp bulamadığım, sonra İstanbul ve Bodrum tatillerinde denk geldiğim Tindersticks ve James kasetlerim, ilkinin tadını anlamayıp bir sene sonra dibine kadar dalışım, evdeki teyp kasetleri sarmaya başladığı için paraya kıyıp iki minik hoparlör alışım… Her biri şimdi çok küçük görünen, fakat bana ilk gençliğimi çağrıştıran köşe taşları: Sanki her bir köşede bir kaset var, ben onları topluyorum.
Her tür çekme kaset vardır. Her zaman bir tane yapmak için bir sebep bulunur.3
Kaseti güzel yapan şey neydi? Kullanım kolaylığı mı? Hafif olması bir teknolojiyi kolay yapmaz. Teypler kasetleri sıkça sarıyordu. Güzelim bantları spagetti gibi yiyen gaddar ağızlardan kurtarmak zordu epey. Sonra bant kırışmış olurdu. Veya bant makaradan ayrılırdı ki o zaman kaseti vidalarından açıp düzeltmek gerekirdi. Baştan sona emekti yani kaset. Ha sesi miydi onları güzel kılan? Kısmen. Analog sesi, bugün CD’lerde veya MP3’lerde duyduğunuz dijital veya tiz ağırlıklı seslerin aksine daha kuru, daha tok, daha “gerçek” duyulurdu kasetten çıkan ses. Ama kusursuz muydu, hayır. Plakla kıyaslanınca gerçek sesin minyatürüydü belki. Kaset doğası gereği yıprandıkça dip gürültüsü artardı, ses de git gide bozulurdu. Ama kaseti farklı kılan bir şey vardı ki, paylaşıma açık olması. 1980’lerde plak şirketleri kasetin bir yüzüne tamamı sığan albümlerin diğer yüzüne isteyenin istediğini çekmesi için dinleyiciyi teşvik ederlerdi: “Bir yüzünde sevdiğiniz müzik. Diğer yüzünde her neyi seviyorsanız o.”
Zaten kaset geldi, plağı bitirdi. Arabesk geldi popu bitirdi. Geriye ne kaldı? Hiç!4
Sonra kaset bitti. Derhal değil, azalarak bitti. Önce CD fiyatları biraz daha erişilebilir hale geldi. Daha sonra ağırdan gelen dijital devrim sonucu kopya CD’ler sağda solda dolanmaya başladı. İyi bir internet bağlantısı olanlar çoktan Napster’dan MP3 indirmeye başlamıştı. Bu elbette harika bir şeydi, o güne kadar sadece adını duyduğum ve neye benzediğini tasavvur etmeye çalıştığım, Pavement’tan Captain Beefheart’a onlarca grubu dinleyebiliyordum artık. Zaten o günlerde bir radyo programına ve ilerleyen zamanlarda blog’uma o yüzden Çekme Kaset adını verdim. MP3 çağında müzik dinlemek ve paylaşmak kaset çağındaki kadar heyecanlıydı, sadece imkanlar sonsuzdu. Zaman kısıtlı, ulaşılabilen müzik sınırsız olunca elbette daha az özen gösterilir, bir albümün vasat şarkısına daha az tahammül edilir, sevilen şarkılara daha çok iltimas geçilir oldu. Her şey çok daha güzeldi ama eksik olan bir şey vardı.
Hayatımda iki tane objemin artık benimle olmadığına çok çok üzülüyorum. Birisi Commodore 64’üm, diğeri de kasetlerim. Ancak Commodore’umun artık işimi görmeyeceği gerçeğiyle yüzleştiğim ve babamın birilerine vermek üzere kapının üzerinde kutuladığım gün dün gibi aklımdayken kaset arşivimin en değerli parçalarıyla nerede, nasıl ve ne zaman vedalaştığımı bilmiyorum. Bir kısmı (itiraf etmeli ki pek önemsemediğim ve yanımda getirmeye gerek görmediğim kısmı) Mersin’de; her gidişimde o çekmeceyi açıp hasret gideriyorum onlarla. Ama asıl parçalar, bir kasetçinin en ücra rafında bir karış toz içinde bulduğum James’in “Laid”i, dünyadaki en gizli hazinelerden saydığım theaudience’ın ilk (ve tek) albümü, Pulp’ın bana Blue Jean’in indie köşesi Cool’u hazırlayan Seren Alpsan’dan hediye gelen “Different Class”ı şimdi nerede, hangi taşınmada nerede kaldı bilmiyorum. Sanki evin bir köşesindeymiş ve ararsam bulurmuşum gibi yapıyorum. Çünkü yüzleşmek istemiyorum.
Eh, o kasetler bugün burada benimle olsa bir şey fark etmeyecek, çünkü şu anda elimde kaset dinleyeceğim bir aparatım da yok. Sanırım 2000’lerin başlarından beri pek kimsede de yok. Müzik yazmaya başladığım yıllarda tek tük de olsa gelen kasetler 2004 gibi plak şirketleri tarafından hiç yollanmamaya, sonra da hiç basılmamaya başlandı. Kaset, plağı çöpe attığı gibi, önce CD, sonra da MP3 tarafından çöp tenekesine atılmıştı. Dahası, plakların son yıllarda yaşadığı yükselişin bir benzerini yaşama şansı da yoktu, zira tüm alanlarda geçilmişti. Plağın aksine dayanıksızdı ve kapakları minnacıktı; üstüne üstlük paylaşım, kopyalama ve taşıma konusundaki avantajlarını dijitale kaptırmıştı: Yüzlerce kasetlik bir arşivin, bir kaset boyundaki iPod’a sığdığı günlerde kimsenin kasetlere sahip çıkmasına gerek yoktu…
Sonra ilginç bir şey oldu. İster hipster enteresanlığı, ister nostalji takıntısı deyin, kaset geri döndü. Bağımsız gruplar kayıtlarını yeniden kasetlerle paylaşmaya başladılar. Gürültüyü sanat eyleyen noise grupları, belirsiz, zamansız seslerin peşindeki dream pop’çular, kirden pastan beslenen punk grupları kasetin kuru, analog sound’undan ve sound’u kendiliğinden distorte edişinden istifade ettikleri bu formatı kullandılar. Eh, ekonomik sebepler de vardı: Analog her zaman daha iyiydi ama bir grubun plak basması hala daha maliyetliydi. New York’lu post-punk grubu End of a Year’dan Patrick Kindlon’a göre kasetleri satın alanların pek çoğunun kasetçaları yok. Ona göre kaset alanlar gruplara yardım etmek için böyle bir zımbırtıya para veriyorlar. Ama bir emo grubunda çalan ve Broken World Media adında bir firma işleten Derrick Shanholtzer-Dvorak daha net: “Bana ‘Plak çıkaracak mısınız?’ diye soranlar var. Eğer bu işi kendi başına yapıyorsan 500 tane plak basmak için 2,000 dolara ihtiyacın var. Hmm, ben hayatımın sonuna kadar yatak odamda o albümün 400 kopyasını bulundurmak istemiyorum. O yüzden kaset basıyorum. Müzikleri iyi olan ama çok da büyük kitleleri olmayan gruplar için kaset basmaya devam edeceğim.”5
Amerika’da bu işi sürdürmenin mantıklı olduğu bir yan daha var elbette. Orada hala çok sayıda eski araba dolaşımda olduğu için arabalarında kaset dinleyen pek çok insan var. Bir kasetçalarla üretilmiş son araba ise Lexus SC430, 2010 modeli. Dolayısıyla kasetlerin plaklar gibi bir patlama yapması pek olası değil. Ama son yıllarda plağın geri dönüşüyle paralel başlayan Record Store Day gibi kasetlerin de bir günü var artık. DJ Jen Long’un girişimiyle 7 Eylül Cassette Store Day, yani Kasetçiler Günü, olarak kutlanacak. Önceleri Londra’nın kült müzik dükkanı Rough Trade East’te (ki oranın da hiç fena olmayan bir kaset köşesi hep mevcut) bir reyon olarak kalacağını tahmin ettiği gün dünya çapında pek çok ülkeden müzik dükkanının katıldığı bir etkinlik haline geldi bile. The Flaming Lips, Fucked Up, Animal Collective ve Haim gibi isimler bugün için kasetler yayınlıyorlar. Long kasetin plak karşısında fiyat avantajının olduğunu söylüyor, CD ise artık MP3’ü bilgisayara atmak için var olan bir “aracı.” İşin hipster saçmalığı olduğunu da reddediyor: “Sevdiğimiz grupları yayınlıyoruz, sevdiğimiz müzikleri yayınlıyoruz. Ekonomik olarak da manalı ve hepimizi mutlu eden bir iş yapmaktan bahsediyoruz. Kasetler emek isterler, değil mi? Hep istediler.”
Bu kitap kendileri ve başkaları için dünyadaki en güzel çekme kasetleri hazırlayan zilyon insanın birini temsil edebilir ancak. Bu kitap dostların ve sevgililerin müzik paylaşmasındaki gerçek aşk ve egoya bir selamdır. Müziğin paylaşılmasını kontrol etmeye çalışmak kalbin atışını kontrol etmek gibidir – hiçbir şey onu durduramaz.6
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane