2000 yılında, Mayıs ayının en önemli olayı UEFA Kupası finaliydi benim için. Galatasaray’ın final yolunda attığı her golde, geçtiği her turda yüksek atlama rekorumu 1-2 cm daha geliştiriyor, 98 Dünya Kupası’yla hayranı olduğum futbol sayesinde daha çocuk yaşta sportif orgazmın ne olduğunu öğreniyordum.
17 Mayıs günü, eve gelen babama merhaba bile demeden maçta ne olacağını sordum. “Bizden sonra dünyanın en iyi takımıyla oynuyoruz” dedi. 1-2 sene sonra Football Manager’dan öğrenecektim UEFA Kupası’nın finalistlerinin en büyük falan olmadığını. Ama o aralar babam ne derse oydu benim için. O Galatasaray taraftarıydı, ben de öyleydim. O diyorsa, büyüktü Arsenal.
Arsenal sevgim 2000 UEFA Kupası Finali’nde başladı. Arsene Wenger ve Henry için üzülmüştüm. Ertesi seneden itibaren almaya başlayıp, her sene hayatımın %30’unu çaldıracağım menajerlik oyunlarında en büyük amacım Arsenal’a kupa kazandırmaktı. Çocukluk işte. Dedim ya, Arsenal’a üzülmüştüm.
İlk Arsenal formam 2002-2003 sezonunda çıkan mavi formaydı. Eminönü’deki pazarda atari oyunu ararken gördüğüm çakma formayı üretmek kimin aklına geldiyse onun canını yiyeyim. Galiba sempatim o gün bitti, taraftarlığım başladı.
Yıllarca okulda, mahallede top oynarken “ne Arsenal’ı lan, İngiliz takımını niye tutuyorsun, ne alakası var” diyen insanlara “ne bileyim” diye cevap verdim. Henryseverlik, Bergkamp hayranlığı veya ona benzer şeylerle açıklamaya çalıştığım da oldu. Dün Şükrü Saraçoğlu’nda deplasman yaparak nirvanaya bir yaklaşık noktasına ulaştım ve şunu fark ettim, “niye Arsenal”ı tutuyorsun” sorusuna cevap vermek zorunda değilmişim.
Arsenal-Fenerbahçe eşleşmesini beraber maça gittiğim 3 kişiyle birlikte, tamamen düşünce gücüne dayalı bir şekilde yarattığımızın farkındayım. Başka açıklaması yok. Eşleşme olduğundan beridir de Arsenal taraftarıyla deplasman yapmanın hayalini kurdum. Maç günü pub’a gidecek, Guinness falan içecek, “Come On Arsenal” diye bağıra çağıra stada girecektik. Olmadı. Her şey hayallere uygun olmasa da, hatta deplasman tribünündeki insan sayısı hayal kırıklığına uğratsa da dün yazı yazarak, yahut fotoğraf albümü yaparak anlatamayacağım bir şey yaşadım. En büyük amacım golden sonraki “iyyyeeaaaa” sevincinin zamanlamasını tutturabilmekti. Tutturdum da, şahitleri var.
Maç öncesi deplasman tribününden seçip gördüğümüz birkaç Fenerbahçeli arkadaşımıza el sallayışımız Fenerbahçeliler tarafından yanlış anlaşılınca olay maç öncesi el-kol savaşına dönüştü. İngiliz abilerin küfür kafir dil atmasıyla hafif gerilen tribün, maçın başlamasıyla pamuk oldu. Çok övünüyoruz tribünlerle, kabul. Balkanlar ve Türkiye’deki tribün çok nadir rastlanan bir şey. Hem korkutucu, hem hayranlık uyandırıcı. Arsenal taraftarı da tam bunu yaşadı. Yalnız sadece 100 kişinin bulunduğu Arsenal tribününün tamamının 90 dakika boyunca her an maçın içinde olması, en ufak hataya hayal kırıklığı nidası çıkarması, her olumlu harekete “röeeey” çekmesi de bana inanılmaz geldi. Tüm tribünün futbola hakim olduğuna ilk defa şahit oldum. Emirates’te 60 bin kişinin her pozisyona bu denli yakın olması maçı nasıl keyifli kılar tahmin bile edemiyorum. Herkes bir gol atılsa maçın kopacağının farkındaydı, gol ikinci devrenin başında gelince panayıra döndü maçın kalanı. Sonradan maçtan erken çıkan Fenerbahçe taraftarına el sallanması, çıkan kavgalara “ooo beat him” diye tempo tutulması ve çıkışı beklerken VIP tarafını düzenleyen görevli kızlara tezahürat yapılması acayip eğlenceliydi.
Dün çok anlamsız bir şey oldu. Varna’dan gelen 20 Bulgar ve birkaç Türk, İstanbul’daki bir maçta bir İngiliz takımının gollerinde sevinç yumağı oldu. Maç sonu rejenerasyonda tribünün önüne gelip şebeklik yapan Walcott’a tezahürat yaptık, Santi’ye marşlar söyleyerek büfelerde çift kaşarlı yemeye dağıldık…
Futbol hakikaten inanılmaz bir şey. Yazıyı Bağış Erten’in maçın hemen başında attığı mesajla bitireyim; “şu takımı her hafta statta izlesem şampiyonluk istersem namerdim. Beraberliğe fitim.”
Çok güzelsin Arsenal, I love you Arsene Wenger. (çöpçüler melodisiyle söylenecek)
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane