Olayları romantize etmekten hoşlanmıyorum. Romantik olanları bile. Klasist, sarkastik yahut goygoyel yaklaşmak güzel her konuya. Okula düzenli gittiğim söylenemez ama hocalarımdan birisinin ilk senemde söylediği “klasik olmadan romantik olunmaz” cümlesi mottom oldu. Yalnız zaman zaman benim de kalbim kırılıyor.
Kendimi bildim bileli spor hayatımın her yerinde. Öyle olmasa şu an göbeğimin üstüne koyduğum bir laptop üzerinden yazıyor olurdum bu yazıyı muhtemelen. İzledim, oynadım, uğraştım… Şimdi de anlatıp, araştırıp, yazıyorum. İçine girdikçe güzelliklerinin kaybolduğunu görmüştüm beş sene önce, şimdi futbol önde olmak üzere daha yüzeysel pislikler görünüyor uzaktan bakıldığında bile. Artık içine girmeye gerek yok, Twitter kafi, orada gördüklerinizle bile nefret edebilirsiniz. Hele Türkiye’de yaşıyorsanız, her yönetici, her federasyon başkanı rahatlıkla sinirinizi bozup tepenize çıkarabilir.
Bir yandan düşünüyorum “ulan hangi ülkede ne yapmaya çalışıyorum” diye. Şimdi, “sanki Guardian kalitesinde iş yapıyorsun, hıyar” diyenler olabilir illa ki, olsun. Ama spordan zevk almaya çalışmanın bile zor olduğu bir yerde spordan hayatını kazanmaya çalışmak çok zor. Parayla alakası yok, yapmak istediğiniz ve yaptığınız şeye değer verilememesiyle alakalı biraz. Çok çizgiye indim, ortalıyorum.
Spor adrenalin işi. Zaten o yüzden seviyoruz. Adrenalin salgılayan bezleri çalışmayan insanlarca “x adam x yapıyor, ne zevk alıyorsun”a getirilmesi de bu yüzden. Beden dersinde test çözmeye itilen çocukların büyüyünce sporu başka şekilde görmesi nasıl mümkün olsun zaten? Yaparken de heyecanlanıyorsun, izlerken de. Aksi nasıl oluyor, aklım almıyor. Onlarınkini değil ama, çoğumuzun anılarının büyük bölümünü spor kapsıyor, çok iyi biliyorum. Babasıyla gittiği ilk maçı unutmayan insan, televizyonda izlediği ilk grand slam finalini ağzı açık seyreden çocuk, mahalle maçında attığı golle siteye şampiyonluğu getiren, liselerarası maçta buzzer beater sokan…
2000 Sydney, izlediğim ilk olimpiyattı. Çok bir halt anlamıyordum ama 100m finalinden sonra babamı mahalledeki okulun bahçesine çıkarıp, durduğum yerden yüz metre ileriye gitmesini söylemiş, o şekilde Maurice Greene’nin 9.87’sini mantık çerçevesine oturtmaya çalışmıştım. Aklım almamıştı tabii ama bir insanın yüz metreyi on saniyenin altında koşabilmesine çok sevinmiştim, bırakın inanmayı. Şimdi her halta şüpheyle yaklaşıyorum.
İki sene önce 2011 Yaz Üniversite Oyunları için gittiğim Çin’de katıldığım konferanslardan birinin konuşmacısı WADA iletişim bölümü başkanı Terence O’Rorke’tu. Gayet samimi bir şekilde “biz de atletler doping yapsın istemiyoruz ama ortaya çıkarmak zorundayız. Sonuçlar pozitif çıktığında WADA yetkilisinin yaşadığı hayal kırıklığını düşünün bir de” demişti. Ben o zamana kadar WADA’yı “şu şerefsiz doping yapsa da yakalasak” diye kıvranan bir kurum sanıyordum aşağı yukarı ama değilmiş. Sonra Marion Jones’un hikayesini anlattı. Doping konusuna nasıl baktığınızı bilmiyorum ama, doping yapan sporcular ya kurban, ya da canavar. Nasıl bakıyorsanız artık.
Hikayemizin adı BALCO. Victor Conte adlı bir “beslenme uzmanı”nın Kaliforniya’da bir enstitü açmasıyla başlıyor olay. Conte’nin iddiası sporculara yardım edecek beslenme şekilleri üretmek, onların diyetlerine yardımcı olmak, performanslarını zirveye çekmek. Conte’nin esas yaptığı şeyse, henüz kontrollerde ortaya çıkmayan bir doping şekli bulmak, bunu yaymaya çalışmak. Conte, Marion Jones ile tanışıyor ve hikaye burada başlıyor.
Bilimsel beslenme enstitüsünden çıkan ilk performans artırıcılardan iyi sonuç alır Marion Jones. Antrenmanlardaki üst düzey süreler, antrenmanlar sonrasında neredeyse hiç yorgunluk hissetmeyip çabucak rejenere olması, ancak en önemlisi de çok acayip zamanlar çıkarması Marion Jones’u Conte’ye iyice bağlar. Victor Conte, Jones’un antrenörü klasmanına yükselmiştir artık. Asterix’e iksir hazırlayan Getafix misali, aksiyon neredeyse iksiri alıp Jones’a koşar. Kontrollerde çıkmaması lazımdır ama henüz tam olarak emin değildir ikili. Akıllarına nefis bir şey gelir. Jones kampta birini ayartacak, Conte’yle tanıştıracak, performans artırıcı “iksir” ilk onun üzerinde denenecek, sonuçlara göre Jones ve Conte yol planı çizecek… Kurban, gülleci C.J. Hunter olur. Hunter hımbıldır, tombiştir, Jones’un ufak ilgisi onu kandırmaya yetecektir.
C.J. Hunter’la tuhaf ve zorunlu bir evlilik (!?) dönemi yaşayan Marion Jones’un en büyük amacı, Conte’nin yarattığı “hayalet” performans artırıcının işleyip işlemediğini öğrenmektir. Bir an önce dopinge başlaması gerekiyordur Jones’un, zira düzenli doping sonrası olimpiyata katılacaktır. Hatta beş dalda altın hedefini açıklamıştır gaza gelerek. Sözünü tutmak zorundadır. Diğer yandan Marion Jones için Carolina Üniversitesi koçluğunu reddeden (koçlar öğrencileriyle ilişki yaşayamaz kuralı) Hunter, Conte’nin verdiği “zararsız” besin yardımını denemeyi kabul eder, yarışa da katılır, ancak hiçbir şey çıkmaz. Zımbırtı işe yarıyordur. Yalnız evlilikleri pek normal değildir, Hunter farkına varmıştır tuhaflıkların. Jones’un onu kullandığını yavaş yavaş anlamaya başlar. İlişkileri spora dayalıdır, steroid bir evlilikleri vardır. Tek ortak yanları 2000 Olimpiyatına hazırlanıyor oluşlarıdır… Jones en büyük deneğini kaybetmek istemez, zira henüz mükemmel dopinge ulaşmadığını söylüyordur Conte.
4 yıl süren evlilikleri sonunda C.J. Hunter sadece kirlenmiş bir atlettir artık. Jones’un hayatına kattığı tek şey bu olmuştur. Hatta sonra feci dağılmıştır ve bir daha toparlayamamıştır. Jones deneğini kaybettiği için arayışlara başlar Conte’nin diktesiyle. Sonraki kurban, sprinter Tim Montgomery olacaktır. Montgomery şimdinin Asafa Powell’ıdır. İyidir, güzeldir de, kazanan bir adam değildir. Jones ona kendisini ve madalyaları vaat etmektedir.
Yalnız Montgomery akıllı adamdır. Olimpiyat sonrasındaki dönemde Conte’nin yaptıkları artık yavaş yavaş soru işareti olmaya başlamış, Jones’un üzerindeki şüphe artmaya başlamıştır. Montgomery’de de sürekli bir “acaba beni kullanıyor mu, hakikaten sevgili değil miyiz” sorusu dönmeye başlar. Conte ve Jones’un planının en acayip yeri de burası zaten; 2004 Olimpiyatı’na 1.5 sene vardır, Montgomery üzerindeki deney henüz bitmemiştir. Jones, Tim Montgomery’den bir çocuk yapacak, hamilelik döneminde 2003 Dünya Atletizm Şampiyonası’nı kaçırıp şüpheli gözlerden uzaklaşacak, unutulacak, sonra dönüp 2004’te mükemmele ulaşan dopingle unvanlarını koruyacaktır.
Ben hikayeyi burada bitiriyorum. İnsan başarı için doping yapabilmeyi göze aldıktan sonra nasıl manyaklaşıyor, siz düşünün.
Son dönemde yine kafayı yedi doping olayı. Misal, Mersin’den sonra bir dolu atlet dopingli çıktı. Eurosport’tan spiker arkadaşım Berkem Ceylan’ın şöyle bir tweet’i var bu olaylardan sonra; “Türkiye’de herkes eczaneden reçetesiz şekilde EPO (performans artırıcı) alıp kullanabilir.” Peki size sorayım, yıllarca sınıfta kalma pahasına, okulla sporun beraber gitmeyeceğinin çok açık olduğu bir ülkede, antrenman+okuldan canı çıkarak bir şeylere hazırlanan sporcuların Mersin’de altın madalyaya 500 cumhuriyet altını verilirken, dopinge bulaşmayı düşünmemesi ne kadar mümkün?
Bisikletçiler hemen yanındaki adam %8-9 eğimli bir tırmanışta basıp giderken, o adamın dopingli olduğunu içten içe bilirken niye temiz kalsın? Yarıştaki 120 adamın 100 tanesi dopingliyken, ötekiler niye temiz yarışsın?
Sakatlıktan dönen Tyson Gay, Dünya Atletizm Şampiyonası’na 1 ay kala bu sezonki henüz üçüncü yarışında takıma girebilmek için ABD seçmelerinde ilk üçe girmesi gerektiğini bilirken, 1 ay sonra Bolt’u geçme hedefindeyken nasıl “ya çıkmazsa” düşüncesini yenebilsin?
Spor kazanma anındaki sevinç için yapılıyor. Beş saniyeliğine bile olsa, seyircinin gözünde zirveye çıkmak, o an dünyanın hakimi gibi hissetmek için. Sponsorlar başarı bekliyor, insanların beklentisi kemiriyor. Artık büyük şampiyonaların 100m finalinde on saniyenin altına inemeyen adam görmek istemiyor seyirci ve ana sponsor.
Dedim ya, dopingi nasıl görüyorsanız ona göre yamanıyor hisleriniz dopingci sporcuya karşı. Ben 5 yıldır spor basınının içinde, birkaç şampiyona görmüş ve olayları yavaş yavaş idrak eden birisi olarak yazdım yukarıdaki satırların çoğunu. Yalnız hissettiklerim bunlar değil.
Yalnız içimdeki 10 yaşında, seyrettiği her spora hayran olup denemeye yeltenen çocuk hepinize lanet ediyor dopingciler. O adrenalinin de, sponsorun da ne olduğunu bilmiyor. Kalbini çok kırdınız.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane