ıkınıp sıkındım ama bir türlü beceremedim işemeyi. oysa sidiğin orda olduğundan emindim. orda, mesânede çalkalanıp duruyordu. ve kamışa yürümeye hiç niyeti yoktu.
çiş birikintileri vücutlarımızın içinde rızamız olmadan hareket edebilirler… veya etmeyebilirler.
ama eninde sonunda edeceklerdir. işte sorunum bu. benimki de edecek, içine dolup ince tatlı bir sızıyla yakmaya başlayacak âleti. bense o sırada, bırakın şarıl şarıl işemeyi, çişi tutmak için başvurulan bacak sallama hareketini bile yapmamam gereken bir pozisyonda, dehliz gibi makinenin içinde yarı karanlığa uzanmış, boynumla beynimin filmini çektiriyor olacağım; 360 derece tekmili birden, servikal-kranyel, ilaçlı-ilaçsız dört çekim, toplamı bir saati geçiyor.
gökdelen inşaatı gürültüsü içinde kıpırdamadan sırtüstü yatmam lâzım, sol dirsek içi damaryolumda bir serum iğnesiyle. mümkün olduğunca hafif yutkunmalıyım. sâkin ve yavaş nefes almalıyım, karnıma karnıma.
yastıksız sırtüstü yatarken süre uzadıkça damakta salya birikir ve nihayet genize boşalır. ayrıca burun da tıkanabilir, kaşınabilir… vücudun başka yerleri de kaşınacak, uyuşacak, üstümde karıncalar dolaşacak. elimden geldiğince bunları idare edebilirim ama ya çiş?
gelecek, biliyorum. bardaklarca çay, su, kahve içtim. evden çıkmadan klozetin başına dikildim ve bir damla bile işeyemedim. yarım saat önceydi bu. şimdi işemem lâzım. içimde yarım litre berrak açık sarı çiş olduğundan eminim. dışarı çık sidik. hadi, fışkır! lütfen…
derin bir nefes aldım, kasık kasımı kasıp tuttum ve bıraktım, dört parmağımın arasındaki âleti sallamayı sürdürdüm, başparmakla dipten kafaya doğru iki sıvazladım, silkeledim. büyümeye başladı. allah kahretsin! zamanlar hepten şaştı, alt takım saçmalıyor. çiş oğlum çiş, otuzbir değil!
son bir ıkınmadan sonra, iyice sertleşmeden âleti donun içine tıktım. umudum kırılmış, içinden endişe akmış, üstüme yayılıyordu. onun etkisi altına girerken sifonu çektim. anlamsız bir hareket; alt takım saçmalıyorsa sen de saçmalarsın. sen dediğim benim.
şortun düğmelerini ilikleyip dışarı çıktım. tuvalet arkamdan güldü. bense üstünde MR yazılı açık kapıya doğru yürüdüm.
orda, ilerde duruyordu manyetik tabut. heryeriyle vınlayan, mâdenleri parlayan bol camlı ve ışıklı küçük beyaz salonun ortasında… butik tasarım, kişiye özel bir krematoryum gibi. (krema… herşeyden yapılabilir. sever misiniz?)
kronik hastalık, yüksek teknoloji, sosyal güvenlik, hasta katılım payı, düzenli kontroller…
konsültasyon: bazı yerlerde hemşireler daha güzel, bazı yerlerde teknisyenler daha becerikli. bilim ilerliyor. hastalıklar da öyle. şu manyetik tabutlar aslında bir fikir veriyor, öldükten sonra yaşamanın gereksizliğine dair falan filan laga luga cart curt…
ya birazdan çiş bastırınca? o zaman ne olacak? makinenin buna cevabı yok. tek bildiği; çıkar küpeni gel yat içime, sakın kıpırdama! peki ya osursam? kaydı bozar mı acaba?
rezonanslı tabuta doğru ilerledim. küçük salon serindi. çüküm iyice ufalıp taşakların tepesine çekilmiş, unutulmayı umuyordu. bir saat kadar filan.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane