Askere gitmek; kimileri için yatılı okul kıvamında, ailelerinin yanlarından ilk kez ayrılacakları heyecan verici bir olay, kimileri için ise zorunda olmasalar asla akıllarından bile geçirmeyecekleri bir şey. Bazıları karşısındakinin “erkekliğini” tezkere alıp almamasına dayandırırken, bazıları “gbt’de çıkmıyor, yurtdışına çıkarken sorun olmuyor, ben ölene kadar kaçarım…” kafalarında. Ben niye çarşamba günü komutanlarımdan emir dilenmeye başlayacağım peki? Olması gerekenin iki katı zamanda bitirdiğim üniversite için ödemek zorunda gibi hissettiğim bir diyet mi; yoksa mezun olmak için sağlanması gereken minimum not ortalaması, diplomamda yazan alanla ilgili sıfır iş tecrübesi gibi içeriklere sahip olan cv’mi bir nebze olsa da güçlendirir miyim kafası mı? Zamanımın neredeyse tamamını beraber geçirdiğim birkaç arkadaşımdan, askerlik yapmayanların bir anda askere gitme durumuna gelmesi mi? Bunların hepsi ya da hiçbirisi. Doğduğumdan beri yaşadığım bu şehir kabak tadı vereli yıllar oldu, belki de yalnızca ondan kaçıyorum. Belki de “adam olmak” istemeye başladım, son zamanlarda. Her neyse, gidiyorum işte haftaya, bu yazının konusu niye askere gittiğim falan değil, yalnızca gittiğimi de iliştirmek istedim bir yere. Daha önceki yazıların kıyı ve köşelerinde ufak ufak belirtmiştim gideceğimi; ancak resmi bir paragraf da olsun istedim. Fazla kilolarımdan kurtulup, dönerim.
Yukarıda bahsettiğim, askere gidecek kankalarımla, askerlik öncesi bir tatil yapmaya karar verdik. Artık öğrenci değildik, herhangi bir kurumda da çalışmıyorduk. İkimizin cebinde kıdem tazminatları, birimizin cebinde baba parası vardı. Vizeye harcayacak paramız da yoktu, vize almaya yetecek dokümanımız da. Ucuz bir yer olması lazımdı gideceğimiz yerin. Uçağa da en az tatil parası kadar vermek istemiyorduk. Dolayısıyla seçeneğimiz azdı, hatta sadece eski Yugoslavya’ydı desem de yalan olmaz, herhalde. Bahsettiğim diğer iki arkadaşım o coğrafyayı, Sırbistan hariç, dolaşmıştı. Ben ise Saraybosna’da iki hafta kalmış, diğerlerine uğrama fırsatı bulamamıştım. Derken, “vizesiz uç” diye bir kampanya gördük ve neredeyse çay parasına, Belgrad’a uçak biletlerimizi edindik.
Tutup da orada geçirdiğim dokuz gün boyunca ne yaptığımı anlatmayacağım, an ve an. Bazı anlar özel olduğu için, bazı anları halka açık bir ortamda anlatmaya büzük yemeyeceği için, bazıları da sıkıcı olacağı için. Hatta, Ozan Can Sülüm sürekli o günleri hatırlatan şeyler koymasa siteye, Belgrad’dan bahsetmek gibi bir istek hiç olmayacaktı içimde.
Ben müze, kilise, kale, şato insanı değilim. Barcelona’da bir buçuk ay yaşayıp, Sagrada Familia’ya hiç gitmemiş biriyim. Bunu övünülecek bir yanı olduğundan söylemiyorum, bu yazıyı bir gezi yazısı gibi okuyacaklar, yazarla ilgili bilgi sahibi olsun diye söylüyorum. Defalarca önünden geçmeme rağmen. Hatta bir iki seferinde, oraya götürdüğüm insanlar içeriyi dolaşırken, kapısında bekledim Sagrada’nın. O zamanlar dokuz avro olan giriş parası değildi, içeri girmemenin sebebi takdir edersiniz ki. O dokuz avronun köpeği olmayı düşünebileceğim günlerim de olmadı değil oradayken, lakin dokuz avronun hesabını yaparak da yaşamadım hiçbir zaman. Tarihle pek ilgilenmem, mimariyle tek alakam ise anamın mimar olmasıdır. Bu konularla ilgili arkadaşımın yalancısıyım; bu tip tarihi mekan gezme sevdalısı tatilciler için çok bir şey vaat etmiyor, Belgrad. Daha doğrusu ediyor da, Avrupa’nın bu konudaki en vasat başkentlerinden biri olabilir.
Günün her saati, her yerde insan olan bir yer Belgrad. Kaydadeğer gece mekanlarında haftanın en alakasız gününün en garip saatlerinde, et pazarı etkisi yaratan kalabalıklardan bahsetmiyorum. Sokaklardan bahsediyorum. Benim bir şehri sevip sevmemek için önem verdiğim şeylerin başında gelir, bu durum. İstanbul gibi yürümenin bile meseleye dönüşebileceği kalabalıklardan da bahsetmiyorum, nereye baksam “neyim var neyim yok senin olsun, bebeğim” dedirtecek hatunlarla dolu kalabalıklardan da bahsetmiyorum. (Bu değil, o hiç değil, siz beni anlamıyorsunuz…) Mevsimle de alakalı olarak, her zaman insan gördüğünüz; ama bir yandan mutlaka oturacak boş bank da bulabileceğiniz bir yer, Belgrad. Çok tadında bir yoğunluk var sokaklarda, hiçbir zaman bunaltıcı değil, sıkıcı hiç değil.
Avrupa’nın pek çok yerinde, Türk olmak hoş karşılanmaz. Bizim bizden başka dostumuz yok demiyorum, onu diyenle ilişkilerimi sınırlandırırım zaten de şimdi ismini vermeyeceğim bir şehirde, ismi lazım değil bir mekanda bir gün önce yüzde yüz dürüst davranıp, evde biraya düştüğümü, ertesi gününde ise “Kıbrıslı’yım” açılımıyla şık ara pasları aldığımı bilirim. Elbette ki her yerde vardır, açık görüşlü ya da örümcek kafalı insanlar; ama demek istediğimi anlatabildim herhalde. Belgrad’a gitmeden önce de düşündüğümüz zaman, uzak ve yakın tarihteki ilişkilerimizi de hesaba katınca, Çağrı Turhan’ın türlü türlü telkinlerine karşın, Türklere karşı bir sempati duymuyorlardır diyorduk kendi kendimize. Nikola Tesla havaalanından, evimize gelen kadar tek muhatap olduğumuz Sırp olan, taksici Peja, kısıtlı ingilizcesine karşın bu önyargının pek çok önyargı gibi anlamsız olduğunu düşündürecek kadar sıcak davrandı bize karşı. “Onun sıcaklığı, zaten vermeye anlaştığın iki bin dinarın sıcaklığıdır, kardeşim” diyenleri duyabiliyorum, daha yazıyı yazarken bile kulaklarım çınlamaya başladı. Ancak, gençlerin buluşma noktası at heykeline çıkan ana yollardan birinde şimdi ismini çıkaramadığım bir döner/baklava restoranı görünce, düşmeyen jetonum da kalmadı. Şehrin neredeyse en işlek caddelerinden birinde, sahibi Antepli, çalışanları Adanalı, ay-yıldızlı üniformalarıyla canlar yakan bu restoranın varlığı, daha ilk günden bu önyargıların saçma olduğunu gösterdi.
Türklere sıcaklık, sebzeli tavuk dönerin ya da baklavanın büyüsüyle kısıtlı değil. Anam her hafta seyrediyor olsa da Muhteşem Yüzyıl dizisini baştan sona sadece bir kere seyrettim ve onu da Belgrad’da seyrettim. Diziyi kırkbeşer dakikalık iki parça halinde veriyor olmaları, seyretmemde en önemli etken oldu, belirtmeden geçmemeliyim. Süleyman çılgınlığından Ozan da dem vurmuş son notlarında, hiçbir zaman anlayamayacağım; ancak Gangnam Style tarzı bir çılgınlıktan bahsediyorum. Basit ve ufak diyalogların ötesine geçtiğim bütün Sırplar, ya izliyor ya da izlemese bile, karakterlerin hepsinin ismini biliyor. Önceleri dizideki karakterinin adını söylediklerinde mavi ekran suratına büründüğüm; ancak etrafımdan aldığım yardımlar sonrası anladığım kadarıyla, Burak Özçivit Sırbistan’da rahatlıkla eser gürler. Bu yazıyı okuyorsa, aklının bir köşesinde bulunsun.
Aradığımın çok ötesinde şeyler bulmasam, bütün gün o bar senin bu bar benim diye dolaşıp, rakija içip kusup sıçsam, bir zamanlar cennet diye nitelendirdiğim Barcelona’nın bile üstüne koyar mıydım Belgrad’ı, zannetmiyorum. Ama, ucuz ve vizesiz gibi artılara sahip olması gerekmiyor kendisine şans tanınması için Belgrad’ın, ondan da eminim.
Boş bir yazı olduğunun farkındayım da askerlik arifesinde anlayış gösterirsiniz diye düşünüyorum, bir de askerlik öncesi içimdekileri biraz çıkartmak istedim, yeni cennetle ilgili.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane