Müzikal zevkimin temellerini 1992-1997 arasındaki beş yılda attım sanıyorum. Blue Jean’de zamanının çok ötesinde bir indie müzik köşesini kaleme alan Seren Alpsan ve o yıllarda daha R&B ve hip-hop’ın resmi yayın organı haline gelmemiş MTV sayesinde sevdim alternatif müziğe dair ne sevdiysem. Grunge’ın patlamasını televizyondan izledim, Britpop’un yükselişini dergide okudum. Daha sonra Alpsan askere gitti, yeri kısa sürede dolduysa da “Cool” sayfaları eski tadını vermedi. MTV başka bir kanala evrildi ve “farklı” sesleri heavy rotation’dan çıkarıp geceyarısından sonraki iki saatlik “Alternative Nation”lara hapsetti. O arada kanalı karasal yayından kabloya da geçirdiler zaten ve o müziklere ulaşımım “O kaset Mersin’e gelirse” gibi bir ihtimaller denizine hapsoldu.
Sanırım 1990’lar sonunda bir dönem “müzik çok bozdu” kafasına girmiş olmamın en büyük sebebi o. Mesela koca 1997’de sadece “Urban Hymns” ve “OK Computer”dan daha fazla iyi albüm çıkıyordu elbette ama Elliott Smith’le, Spiritualized’la, Modest Mouse’la, Built To Spill’le tanışmama daha vardı.
Birkaç yıl sonra İstanbul’a gelip ikinci sömestr bitmeden Blue Jean’de yazmaya başladığımda anladım ki, müziğin çok bozduğunu benim dışımda hissedenler de vardı. New York’ta yaşıyorlar, şık takım elbiseler giyiyorlar, henüz bir albümleri dahi olmasa da rockstar gibi takılıyorlardı. Beş kişilerdi, sırım gibi, güzel saçlı, yakışıklı çocuklardı. Adları The Strokes’tu. Yaşları 25’in doğru tarafında, henüz kendileri doğmadan önce üretilmiş bir sound’da şarkılar yazıyorlardı. Rock’n roll, proto-punk, garage rock, ne derseniz deyin, yarım saatin az üzerinde yarattıkları müthiş elektriğin sizi çarpmamasına imkan yoktu. Beni çarptı en azından. Ben ve dünya çapında yüzlerce yaşıtım böylece yerin altına indik. Hala her eve girmemiş olmasına karşın internet diye bir gerçek vardı artık. Gerçi her eve girseydi bile benim bir evim yoktu o yıllarda, ama işte bir şekilde “yeni müzik” keşfedebiliyordum. Sanırım hala 19’dum ama ergen heyecanıyla yeniden bağlanmıştım müziğe.
Bir yıl geçti geçmedi, New York’tan başka sesler yükselmeye başladı. Yeah Yeah Yeahs, The Rapture, Liars… Ve Interpol. Tahminen yaşıtlarım tarafından çıkarılan Lull’da görmüştüm adlarını. Yükselen isimleri yaratıcı bir İsim-Şehir-Bitki konseptiyle tanıtıyorlardı.
İsim: Norah Jones
Şehir: New York
Bitki: Ada çayı
Hayvan gibi güzel şarkı: Don’t Know Why
İsim: The Music
Şehir: Leeds
Bitki: Cannabis
Hayvan gibi güzel şarkı: Take the Long Road and Walk It
İsim: Interpol
Şehir: New York
Bitki: Anason
Hayvan gibi güzel şarkı: Obstacle 1, NYC
Dinlemem lazımdı o albümü. Kadıköy’de, Zihni’de buldum bir ara. Hisarüstü’ne döndüm (artık bir evim vardı). CD’yi teybe koydum ve “Untitled”ın baş döndüren reverb’lü riff’leriyle içine çekilmeye başladım. Şarkıyı neredeyse içinden söyleyen bir vokalist, muhteşem Daniel Kessler imzalı derinleştikçe derinleşen gitarlar, her seferinde ayrı darbeler indiren davullar ve kalp atışı kadar hayati baslar… İlk şarkı ben ne olduğunu anlamadan bitti ve takibi bile yorucu riff’leriyle “Obstacle 1” girdi. Tam formüle edemiyordum, Joy Division gibiydi biraz, The Chameleons veya Josef K referanslarını yakalayacak kadar bilgi sahibi değildim daha, ama neticede bunun gibi bir şey duymamıştım. Bu kadar yoğun, bu kadar duygulu, bu kadar sarsıcı, enerjikken bile çarpan…
Takvimsel zaman anlamında “Turn on the Bright Lights”ı ilk ne zaman dinlediğimi tam olarak anımsamıyorum. 2002 ortasında çıktığına göre o yılın sonbaharında falan olmalı. Hayatımın o dönemleri bulanık geliyor artık. Üzerinden koca on yıl geçtiği için değil sadece. Kafamdaki çekmecelerin birinde o günleri, haftaları, ayları şimdi yanmış bir fotoğraf içinde belli belirsiz saklamış olmamın bir sebebi var. Üniversitenin ilk yıllarında herkese dank ettiğini sandığım çözülmesi imkansız bunalımlar, yalnızlık, anlaşılmama, hayal kırıklıklarıyla geçen zamanlar işte. Bir de elbette kaçınılmaz bir kalp kırığı. Kurt Cobain’in tabiriyle “tuhaf gözlü” bir kızdı. Yetenekliydi, stil sahibiydi, acı çekiyordu ve kendini bile anlayamayan ben onu iyileştirebileceğim umuduyla bağlanıyordum o platonik aşka. Güzeldi ve güzel olduğunun farkında değilmiş gibi davranıyordu, ki bu ikisinin bir erkeğe asla iyi gelmeyecek bir kombinasyon olduğunu bilecek yaşta değildim.
Tüm çabalarım ve hislerim karşılıksız çıktığında Paul Banks’in “Biliyorum beni çok uzun süre destekledin ama bir şekilde bundan etkilenmiyorum” deyişi bu yüzden o günleri çok iyi özetledi. Kimseyle konuşmuyordum meselemi, nasıl olsa anlamayacak, küçük göreceklerdi, dolayısıyla teselliyi “Turn on the Bright Lights”ta buldum: “Satacak kelimeler varken dostlar şarabı harcamaz”lardı. “Obstacle 2”daki hastalıklı adam gibi hissediyordum kendimi, neyse ki Banks vardı da yalnız değildim. Her halimin resmini çeken bir başka şarkı vardı “Turn on the Bright Lights”ta, “Umursamamayı öğrenmeye çalışarak geçen yalnız geceler”in sesi oldu. Dikmen’in 1 litrelik şarapları vardı, o zamanlar şarap daha ucuzdu ve içkiye dayanıklılığım fazla değildi. Çarpıyordu da namussuz. “Turn on the Bright Lights” siyahı ve Dikmen bordosu, şimdi o yıllara baktığımda gördüğüm yegane iki renk.
Çok iyi çıkış yapan her grup gibi Interpol de her adımında “Turn on the Bright Lights”la kıyaslandı. “Antics” bence ilk albüme girememiş şarkılardan oluşan bir kayıttı, herkesin sevdiği kadar sevmedim asla. “Our Love to Admire”ı da herkesin aksine sevdim. Sadece Paul Banks yalnızlıktan değil, grup sekste bencilliğe yer olmadığından bahseden bir adamdı artık. Dürüsttü en azından, 30 yıl boyunca aynı mutsuzluğu anlatan şarkı yazarlarından değildi. “Tüm şarkı sözlerim,” dediğini okudum bir seferinde, “hiçbir şeyin hiçbir anlama gelmediği üzerine aslında.” Fiyakalı laftı. Güzel bir dördüncü albümle her şeyi hali yoluna koyabilirlerdi ama Carlos Dengler ayrıldı, R.E.M.’in “üç ayaklı köpek” metaforu burada işlemedi. Bir ayağı kesilince devrilen masa gibi oldu Interpol. Kendi isimlerini verdikleri bir kayıt yayınladılar, düz bir indie rock albümüydü. Paul Banks’in solo albümleriyse düpedüz sıkı işlerdi. Hayat grupta değil de oradaydı galiba.
Muhtemelen “Turn on the Bright Lights” olmasa kalan üç albümde kimsenin umursamayacağı bir grup olacaklardı. Bu halleriyle 2000’lerin en özel gruplarından birisi oldular. Bu yazıyı geçenlerde bu nefis albümün 10. yılı oluşu vesilesiyle yazmayı düşündüm. Ne zamandır dinlemiyordum, muhtemelen geçen yazki konserden beri,1 bir tur döndürdüm, çok güzel geldi.
“Turn on the Bright Lights” güzel yaşlandı. Ben de fena değildim. Interpol bunu pek iyi beceremedi.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane